Bir
kâbusun izini sürmek...
Bu
sene iyi iki okudum dediğim kitapların başında Svetlana
Aleksiyeviç’in röportajları geliyor diyebilirim. Basılış
sırasına uygun olarak okuduğum her kitap hem edebiyatın ne
olduğuna, dinlemenin önemine dair düşüncelerimi yeniledi hem de
yıllarca komünizm düşmanlığıyla uzak durulmuş yanı
başımızdaki bu coğrafyanın insanlarının bize ne denli
benzediğini gösterdi.
Nobel
konuşmasında da değindiği gibi küçük insanların
anlattıklarına odaklanıyor Aleksiyeviç ve biz bu küçük
insanların anlattıklarından koca bir tarihi öğrenebiliyoruz:
“Beni
ilgilendiren, küçük insan. ‘Küçük büyük insan’, ben böyle
derdim, çünkü zulme tabi olmak insanı büyütüyor. O,
kitaplarımda kendi küçük hikâyesini ve kendi tarihini anlatırken
büyük tarihi de anlatıyor. Başımıza gelmiş olanları, hâlâ
da gelmekte olanları henüz anlamlandırabilmiş değiliz. O yüzden
anlatmak gerekiyor, başlangıçta önce dile getirmek gerekiyor. Bu
bizi korkutuyor, henüz kendi geçmişimizle yüzleşecek durumda
değiliz. Dostoyevski’nin Ecinniler’inde, Şatov sohbetlerinin
başında Stavrogin’e şöyle diyor: Biz, iki varlık, sonsuzlukta
bir araya geldik... dünyada son kez. Şu tonunuzu elden bırakıp
insan gibi konuşun! Bir kere olsun, insan sesiyle konuşun!”
Bizim
memleketin tarihinde de önemli bir yeri olan Çernobil’i anlattığı
son kitabı Çernobil Duası’nı aldıktan sonra okumaya cesaret
edebilmem bir ayı buldu. Edemedim çünkü önceki kitapları İkinci
El Zaman’da da, Kadın Yok Savaşın Yüzünde’de de okurken
yarım saatte bir soluk alma molasına ihtiyaç duyuyordum. Anlatılan
acıları hazmetmekte zorlanıyor, sık sık ağlayarak ara
veriyordum. Bu nedenle masamda duran kitapla bir süre bakıştık.
Sonra daha fazla duramayacağımı hissettim çünkü okuması zor
olmasına karşın Svetlana Aleksiyeviç'e karşı koymak da mümkün
değil. Yorum yapmaksızın aktarışı, monologlara verdiği özel
başlıklar, sonra bazen araya girip dinlediklerinin kendine
yansımasını anlatması... bir bakıyorsunuz özlemişsiniz.
Çocukken
çay tiryakisi annem sebebiyle evimize bomba gibi düşen bir haberdi
Çernobil, bakanların, cumhurbaşkanlarının hakkında durmaksızın
yalanlar söylediği Çernobil, büyüdükçe Karadeniz Bölgesi’ndeki
kanser vakalarının artışıyla iyice haberdar olduğumuz
Çernobil... Kitabı okuduktan sonra “Bunlar ne ki,” diyor insan.
“Ukrayna ve Belarus’taki insanların yaşadıklarının yanında
ne ki bizimki?” O nedenle okumanın ve bazen dayanmanın çok zor
olduğu bir kitap karşınızdaki, en baştan bunu belirteyim. Ama
iktidarların, politikacıların, partilerin, yani devletin ne denli
kötü olduğunu da tüm çıplaklığıyla görebileceğiniz bir
kitap.
Kendisi
de Belarus'lu olan yazarın bu kitabı yazması çok uzun sürmüş,
röportajların tarihlerinden de anlaşılıyor bu. Öncelikle
kitabın içeriğinin şekillenişinden bahsetmek gerekiyor. Kitap
Çernobil'deki patlamaların ve sonra Çernobil nedeniyle yargılanıp
ceza alanların haberini veren gazete kupürleriyle başlıyor.
Sanırım yargılanıp ceza alanların hiçbirinin tepede, karar
merciinde insanlar olmadığını okumak bizi şaşırtmayacaktır.
Kitabın sonunda da Çernobil'in bulunduğu terk edilmiş Pripyat
şehri için düzenlenen turistik turların broşürlerinden alınmış
cümleler var. Kapaktaki lunaparkın ıssızlığına, kimsesizliğine
bakmak bile insanın içini acıtırken -ki açılışı patlamanın
iki gün sonrası yapılacakmış- o şehri gezmek, yağmadan
kurtulabilmiş evlere, okullara, erimiş oyuncaklara tanıklık etmek
günümüz insanının ve turizmin vahşiliğine dair ipuçları
veriyor.
Kitabın
başı ve sonundaki bu tarafsız alıntıların hemen ardında ve
öncesinde aynı ismi taşıyan iki bölüm bulunuyor. Yalnız Bir
İnsan Sesi, ölüme ilk gönderilen itfaiyeci ve temizlik
işçilerinin sesleri... Radyasyonla savaşmaya üstlerinde normal
kıyafetle, maskesiz, koruyucusuz gönderilen bu er ve işçiler ne
olayın ciddiyetini biliyor ne de anlayacak kadar uzun yaşıyor. Bu
iki monolog kitabın başında ve sonunda sizi sersemletecek,
özellikle hastanede yaşananların anlatıldığı ilk tanıklıkta,
ilk müdahale ekibindeki itfaiye erlerinin en fazla on dört günde
teker teker hayatlarını kaybedişi, hastalık sürecinin acı, kan
ve gözyaşıyla olabildiğince çıplak bir biçimde anlatımı
sözün gücünü hissettirir nitelikte. Hele anlatıcının tüm bu
hastane sürecinde hamile olduğu için kocasının ardından
bebeğini de radyasyondan kaybetmesi, yaşama tutunabilmek adına
yaptıklarını okumak...
İtfayecilerden
sonra ellerinde süpürgeyle şehri temizlemeye gönderilen işçiler
ne kadar yaşadı peki? Bunu da aynı addaki ikinci monologda
okuyoruz. Ölümcül derecede radyasyona maruz kalmış biri on dört
günde kurtulmaz da daha uzun süre acı çekerse neler yaşar? Eve
acil çağrılan ambulanslar hastayı almak istemez, hemşireler
doktorlar dokunmayı reddederse ne olur? Aynada yüzünün aldığı
hâli gördüğünde kendini öldürmeye çalışan, bedeninin
gözeneklerinden ter yerine kan çıkan bir temizlik işçisi hayal
edin... ve tüm bunlarla başa çıkmaya çalışan karısını...
Yalnız
Bir İnsan Sesi başlıklı ilk bölümden sonra yazarın kendiyle
söyleşisi, sonra da aynı başlıklı diğer monoloğa kadar üç
bölümde verilmiş halkla, askerlerle, çocuklarla, kalanlarla,
gidenlerle yapılan röportajlar yer alıyor. En etkili ve acılı
tanıklığı başta ve sonra vermeyi tercih etmiş Aleksiyeviç.
Çernobil'in zincirleme bir biçimde meydana getirdiği acılara
okurken aldığım notlara göre değinmeye çalışacağım.
-
Evini terk edenlerin acısı... Çernobil bölgesinde kentlerden
başka, yüzlerce köy boşaltıldı, geride kalan evcil hayvanlar
görevli askerlerce öldürüldü. Bu köylerde yaşayan insanların
radyasyonu ve suyun, havanın, yetiştirdiği ürünlerin, hatta
ineklerinin zehirlenmiş olduğunu anlaması mümkün değildi.
Anlattıklarında defalarca tekrarlanan şey İkinci Dünya
Savaşı'nda en azından kimle savaştıklarını bildikleri,
düşmanın görülür olmasıydı. Şimdi neyle savaştıklarını
dahi bilmiyorlardı.
-
Dayanamayıp köyüne geri dönen insanların acısı... Köyüne
geri dönenler genellikle yaşlılar, başkasının yanına
sığınamayan, başka şehre alışamayanlardı. Döndüklerinde
karşılaştıkları manzara; yıkılmış, yıkılmamışsa da
yağmalanmış evler, yok edilmiş hayvanlar, giden komşular onları
bir kez daha yıktı.
-
Bölge insanının dışlanmasının acısı... Bölgeyi terk etsin
etmesin orada yaşayan herkes bambaşka bir halk oldu bu kez:
Çernobilliler. Başka şehirlere taşınıp da akrabalarının,
arkadaşlarının yanına kabul edilmeyenler, hastalanıp da
hastanelerde yalnızlığa terk edilenler, okullarda arkadaşlık
edilmeyen çocuklar, dokunulmamaya çalışılan insanlar,
evlenemeyen bekârlar...
-
Her şeye rağmen yaşamanın, nefes almanın zorunluluğu ve bunun
üstesinden mizahla gelebiliyor olmanın gülümseten acısı...
Uydurulan fıkralar: "-Yedi kere yedi kaç eder? -Bunun yanıtını
sana herhangi bir Çernobilli söyleyebilir." Pazarda cin
fikirli satış yöntemleri, gelinlere kaynanalarına vermek üzere
Çernobil elmaları satmak...
-
Patlamanın ardından bölgeye zorla gönderilen askerlerin acısı...
Gitmek istemeyenlerin askeri mahkeme önüne çıkmakla tehdit
edilmesi. Gidenlerin kaçmasını önlemek üzere Stalin dönemindeki
gibi mangalar kurulması. Parti üyesi olduğu için gitmek zorunda
kalanlar. Emirin demiri kesmesi...
-
Bölgede çalışıp hastalanmadan geldiği için sevinenlerin
sonraki yıllarda yaşadıklarının acısı... Bir işçinin hatıra
diye getirdiği tek eşya olan kepini küçük oğlunun hevesle
takması ve bir süre sonra çocuğa konulan beyin tümorü
teşhisi... Radyasyonla ilgili söylenen yalanlar, çalışırken
maruz kaldıkları radyasyon miktarıyla ilgili yalanlar...
-
İnsan hayatının değersizliğinin acısı... Reaktörün üzerini
kapatıp beton dökmek için gönderilen Rus, Japon, Alman yapımı
robotların tüm kablolarının radyasyon nedeniyle kısa sürede
yanması, robotların distopik bir bilimkurgudaki gibi ölmeleri ve
yerlerine yine gencecik Rus askerlerinin, "yeşil robotların"
gönderilmesi...
-
Vatanları için her şeyi yapmaya göze alanların her şeyin bir
yalan olduğunu anlamalarının acısı... Patlamanın ardından
kütüphanelerden Hiroşima, Nagazaki ve radyasyonla ilgili tüm
kitapların yok edilmesi, Gorbaçov'un günlerce ortadan yok olması,
yabancı gazetecilere, temsilcilere verilen yanlış bilgiler,
çekilen bütün fotoğraflara el konulması, bölgede toz toprak
içinde çalışırken gelecek bir parti yetkilisi için her yere
asfalt döküldüğünü görmek...
-
Sonuna kadar bağlı oldukları devletlerinin sonunu görecek olmanın
acısı... Çernobil'i yaşayanları ikinci kez yıkan şey, olaydan
beş yıl sonra SSCB'nin yıkıldığını, paralarının pul,
eğitimlerinin bir hiç olduğunu görmeleri. İnandıklarının
sonuna gelmiş olmak, yeni, yabancı ve acımasız bir dünya
düzeninin içine düşmek...
Acıların
sırası yok, daha sayfalar dolusu sayılabilir... Bazılarına
şaşırmıyor olmamız devletlerimizin, halkların benzerliğinden.
Yine de şunu merak ediyor insan: Bu kitabı okuyup da bizimki gibi
bir memlekette hâlâ nükleer enerjiyi savunan olur mu?
Svetlana
Aleksiyeviç objektif olmaya çalışan bir yazar, yaşananlarla
ilgili konuşacak gönüllü birkaç parti yetkilisi de bulmayı
başarmış. İşin garip tarafı görevleri gereği söylenen her
şeyi yapan, gerektiğinde saklayan, yalan söyleyen bu insanları da
anlayabiliyor olmak. Sanırım İkinci El Zaman'ı okuyan, o
insanların nasıl bir yurttaşlık ve görev bilinciyle
yetiştirildiğini bilen herkes aynı şeyi hissedecektir.
Aleksiyeviç insana dair ne varsa ortaya koyuyor kitaplarında. Büyük
insanlar unutulsa da biz onun küçük insanları sayesinde
yaşananları unutmayacağız.
Çernobil
Duası'nı okumak çok zorlu bir yolculuk ama bu zorlu yolculuğa
çıkmak gerekiyor belki de... Kendi adıma insanı, dayanma gücünü
daha iyi anladım ve her şeye rağmen açan çiçeğe, günlerce
kaybolup ortaya çıkan arıya, yenilmeyen doğaya yeniden inandım
diyebilirim.
Her
biri birbirinden iyi çevirilerle yayımlanan Svetlana
Aleksiyeviç'leri mutlaka okumak gerekiyor.
Banu
Yıldıran Genç
Çernobil
Duası – Geleceğin Tarihi
Svetlana
Aleksiyeviç
çev.
Aslı Takanay
Kafka
Kitap, Nisan 2017, 460 s.
* Bu yazı Agos Kirk'in Haziran 2017 tarihli sayısında yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder