Renkler,
tatlar, kokular...
Hayatımızdaki
güzel şeyler bir bir kaybolmazdan evvel Radikal’da Elif
Türkölmez’in yazılarını okumayı çok severdim. Küçücük
bir detaydan yola çıkıp kurduğu yazıları nasıl olurdu
bilmiyorum illa bam telime dokunur, yazıdaki renkler, kokular, anlar
üst üste peş peşe beynime anıların üşüşmesini, unuttum
sandığım şeylerin aslında oralarda bir yerlerde beklediğini
anlamamı sağlardı. Ayın anı yağmurunu bu kez Türkölmez’in
ilk öykü kitabı Anne
Kız, Harikasın’ı
okurken hissettim. Gazete yazılarında bir biçimde güncele
bağlanan o detaylar bu kez kurmaca bir dünyaya yelken açmış ama
kurmaca dünya gerçeğinden pek de farklı olmuyor, özellikle de
gerçeklerin bu denli fena olduğu bu memlekette, o nedenle aynı
gazetedeki yazıları gibi bu öyküler de Adile Naşit-Münir Özkul
filmleri gibi aynı anda hüznü ve sevinci yaşatıyor.
Bu
ara nedense hep çocukluk üzerine bir şeyler okudum, hatta yazdım.
Şimdilerde çok moda oldu geçmişten, çocukluktan bahsedip
edebiyatın, yazının dümenini nostaljiye kırmak, eskiden her şey
bambaşkaymış, çok güzelmiş gibi anımsamak. Elif Türkölmez’in
farkı biraz burada aslında, eskiden de çoğu şeyin iyi olmadığını
gösteriyor bize, gecekonduda büyüyen çocuklar için, Kürtler
için, küçük yaşta evlendirilen çocuklar için... Türkölmez
öyküleri özellikle 80’lerde büyüyen çocukları etkileyecek.
Geçmişe özlem insana has duyguların en baskınlarından,
gerçeklikten kaçma mı, yalanlara inanma mı, çocukluğun
masumiyetinin çekiciliği mi bilmiyorum ama öykülerde bir yandan
eski evlerimizdeki o eşyaları, ritüelleri, ailemizin gençliğini
anımsayıp o özlem duygusunu sonuna dek yaşarken bir yandan da
unutmaya çalıştığımız, beynimizin arkasına attığımız
umursanmamayı, şiddeti, ne olursa olsun her şeyin toz pembe
olmadığı günleri bilinçüstüne çıkaracağız.
Şu
hayatta var olan herkes kendine yer bulabilir Elif Türkölmez’in
öykülerinde. Eski İstanbullu hanımefendiler, köyden kente göç
etmiş aileler, evlilik programı sırası bekleyen genç kızlar,
işten atılıp da tazminat bekleyenler, kocasının ikbali için
kapanmak zorunda kalan kadınlar, memleketin doğusunda doğduğu
için utananlar... Kitabı bitirince hem "batsın
bu dünya"
deyip kederlenmek hem de iyi insanların, iyi anların, iyiliğin
hâlâ var olduğu inancıyla dolup taşmak ise Elif Türkölmez’in
alametifarikası.
Yazarın
kullandığı dilin ve diyalogların doğallığı öykülerin bu
denli etkili olmasının başlıca nedenlerinden. Bu diyaloglar
yaşadığımız absürt durumları, hatta keşke yaşamasak
dediklerimizi de gözler önüne seriyor bazen.
“Börekçi,
tezgâhın başında, bebeği kolayca yutsun diye ekmeğini lokma
lokma yapan bir anne misali pideleri ve poğaçayı şerit şerit
doğradı.
Serkan,
Nergis’in ellerini tutup, ‘Şuna Kürt böreği demesen,’ dedi.
‘Neye?’
dedi Nergis. ‘Kürt böreğine mi?’
O
sırada böreği geldi, üzeri şekerli...
‘Ya
ne bileyim... Biz de solcuyuz tamam ama Kürt deyince tüylerim diken
diken oluyor be.’
Nergis
çayından bir yudum aldı.
Sustu.”
Nergis,
Şekerli
Börek
öyküsünün başında çocukluğunun börekçilerini, abisini
anımsarken, güzel gidecek dediğimiz öykü yukarıdaki tanıdık
diyalogla devam ederken, abinin kayboluşu, abiyi aramaya gelenlerin
yaptıkları, örgüt delili kabul edilen havuçlu patatesli bezelye
yemeği bir anda her şeyi ters yüz ediyor. Elif Türkölmez derdini
hiçbir biçimde okurun gözüne sokarak anlatmıyor, satır
aralarında, yukarıdaki gibi diyaloglarda, akla bir an gelip hemen
gidiveren anılarda buluyoruz bu dertleri.
“‘...
Kavaklar’ın pastası da çok güzel oluyor. Hele krokanlısı’
diyor. ‘Oğlum getiriyor bana her ay başında. Yenmiyor tabii,
çöpe gidiyor. Ama alıyor getiriyor sağ olsun.’ Yanındaki genç
kızı gösterip, ‘Gürcü bu,’ diyor. Gürcü bakıcı limonlu
dondurmasından küçücük lokmalar kaşıklıyor sessizce. Mukadder
Hanım sade kahvesini içiyor. Gözü dondurmada. Gürcü bakıcı
önüne bakarak dondurmayı kaşıklamaya devam ediyor.”
Yaşlısı
çok olan semtlerde yaşayanlar bu sahneyi çok rahatlıkla
gözlerinin önünde canlandıracaklardır. Kuşburnu
Dondurması'nda
gençlikte nefret edilen, orta yaşlara gelindiğinde az daha anlayış
gösterilen, yaş almaya başlandığında biraz da endişeyle empati
kurulabilen Mukadder Hanımların yalnızlığını, sese, söze
hasretliğini, birbirini kovalayan sineklere, tavanda dönen eski
pervaneye, havada asılı kalan sessizliğe kadar hissettiriyor Elif
Türkölmez.
Alıntıladığım
öykülerden yazarın hep hüzünden, dertlerden beslendiğini
sanmayın sakın. Yazarlar normalde anlattıklarının kullandığı
sözcükler sayesinde okurun gözünün önünde canlanmasını
ister, Elif Türkölmez ise gözümüzün önünde canlanmasından
başka anlatılanların kokularını duymamızı sağlıyor.
Öykülerin içinde yaz helvasının, sarımsak soslu düdük
makarnanın, anne patatesinin, balık ekmeğin kokusunu duyacaksınız.
O güzel yaz günlerinde toplanıp gidilen kadınlar plajının,
babadan habersiz yapılan planların heyecanı olacak üstünüzde.
“Leyla,
tabii ki, bayıldı bu fikre. Gitti yıllar evvel giydiği mayoları
çıkardı hurçların içinden. Evi lastik yanığına benzer eski
mayo kokusu sardı. Yalıkavak’taki yazlığımız, Leyla’nın
gençliği, güzelliği, alımı çalımı, mangal kokusu, buz gibi
bira, babamın sesi, tabakta karpuz...”
Eski mayo kokusu burnunuzda, "Tabii
ya, mayo kokusu, aynı lastik, ben nasıl bulamadım bunu!"
diye diye Leyla, Simay ve Aslı’yla Kadınlar
Plajı
öyküsündeki yerinizi alacaksınız.
Banu
Yıldıran Genç
Elif
Türkölmez, Anne
Kız, Harikasın, Çınar
Yayınları, Nisan 2017, 75 s.
* Bu yazı Notos'un 64. sayısında yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder