Biten
evlilikler, yıkılan devletler...
Jonathan
Safran Foer, keşfettiğim ilk andan beri herkese tavsiye ettiğim
bir yazar. Peş peşe okuduğum ve etkisinden uzun süre
kurtulamadığım, illa bir yerlerinde ağladığım, tekrar tekrar
okumayı istediğim romanları Her Şey Aydınlandı ve Aşırı
Gürültülü İnanılmaz Yakın’dan sonra -arada yayımlanan
deneme kitabı Hayvan Yemek’i çok pis bir etobur olduğum için
okumaya cesaret edemedim- son romanı Buradayım’ı okumaya
başladığımda eski bir arkadaşıma kavuşmuşum gibi hissettim.
Amerika’da
yaşayan Polonya kökenli bir Yahudi olan Foer’in romanlarında
anlatılanların arkasında hep “Yahudilik” yer alır. Bu dinle
ilgili de değildir aslında, çoğu karakterinin ateistliği mutlaka
vurgulanır romanlarda, o kimliğin getirdikleri, götürdükleri,
yaşam tarzıyla ilgilidir. Ve tabii Yahudilikle birlikte
soykırımdan, kaçıp kurtulan ya da ölen dedelerden, ninelerden
bahsetmek elzemdir ki Foer bunu okurun gözüne sokmadan ama en can
acıtıcı detayı en olmadık yerde vererek yapar genelde. O detay
romanda yediğiniz yumruklardan biri olur, sonra bir daha bir daha
derken, iki kahkaha bir gözyaşı arasında, sözcük tekrarlarıyla,
yer yer büyük harflerle, sayılarla, resimler ve fotoğraflarla
nasıl farklı ve görsel bir edebiyat yarattığını görürsünüz.
Foer’in
yumruklarına alışkın bir okur olarak Buradayım beni serseme
çevirdi diyebilirim. Çünkü bu roman okuduğum en kişisel ve en
acı dolu Foer romanı. Yazarların özel hayat dedikodularıyla çok
ilgili değilim ama Buradayım’ın daha yirminci sayfasında
Foer’in özel hayatını araştırmaya başladım ve çok kısa bir
süre önce yazar Nicole Krauss’la boşandıklarını, bu
evlilikten iki çocukları olduğunu öğrendim. O zaman taşlar
yerini oturmaya başladı çünkü en baştan söyleyeyim ki Jonathan
Safran Foer içindeki tüm acıyı, aklındaki tüm karışıklığı,
karısına ve çocuklarına duyduğu sonsuz sevgiyi bu romana ilmek
ilmek işlemiş. Yazdıkça iyileştiğini umuyorum çünkü belli ki
acıyla yoğrulmuş, gözyaşıyla ilerlemiş bir roman Buradayım.
Mutsuz
evlilikler
“Bütün
mutlu sabahlar birbirine benzer, tıpkı bütün mutsuz sabahlar gibi
ve bunca mutsuzluğun nedeni, bütün bunların yaşanmış olma
hissidir; kaçınma çabalarının en iyi ihtimalle mutsuzluğu
güçlendireceği veya muhtemelen artıracağı ve evrenin, birtakım
anlaşılmaz, gereksiz, haksız nedenlerden ötürü masumane bir
sıra uyarınca birbirini izleyen giysilere, kahvaltıya, diş
fırçalamaya, jöleyle yapıştırılmış korkunç saçlara, sırt
çantalarına, ayakkabılara, ceketlere ve vedalara karşı bir
komplo yürüttüğü hissi.”
Anna
Karenina’ya ve Tolstoy’a selam eden bu cümlelerle başladığı
Mutluluk
bölümünde on beş yıldır evli olan, Sam, Max ve Benjy adlarında
üç oğul sahibi Julia ve Jacob’ı iyice tanımaya başlarız.
Büyük bir aşk, ateşli bir cinsellik, kendilerine has ritüellerle
besledikleri sevgi, peş peşe üç çocuk ve çocuğa duyulan
sevginin her şeyin ötesine geçmesi, bir süre sonra evden kaçıp
gitme hissi, evden kaçıp gidince duyulan pişmanlık... Bu romanın
öncekilerden farklı olarak en büyük özelliği herkesin kendinden
ya da çevresinden görüp bildiği şeyleri bulması, tanıdık
hayatların, tanıdık duyguların okuru ele geçirmesi
diyebilirim... Foer her zaman yaptığı gibi birçok olayı düz bir
zaman çizgisine uymadan bitmeyen bir enerji, uzun cümleler, yoğun
duygularla aktarıyor, nelerle karşılaşıyoruz: Jacob’ın
başkasına yazılıp da yakalanan pornografik mesajları, ölen ve
İsrail’e gömülmeyi vasiyet eden bir büyükbaba, Sam’in bar
mitzvahı öncesi çıkan sorunlar, üstüne Ortadoğu’da patlak
veren büyük deprem ve savaş, İsrail'den Amerika'ya tatile
gelmişken memleketlerine dönemeyen kuzenler... Tüm bunların
arasında yazarın esas yaptığı ise Jacob ve Julia'nın
duygularını tartmalarını, artıları ve eksileri sonuna kadar
ölçüp biçerken yaşanan gelgitleri okura eksiksiz bir biçimde
anlatmak.
Jacob,
aynen Foer gibi çok genç yaşında Yahudi Yazar Ödülü’nü
kazanmış, dizi senaryosu yazarak geçimini sağlayan, her erkek
gibi geç büyümüş, her erkek gibi biraz ergen kalmış bir
karakter. Julia’yı “gerçek anlamda” aldatamayacak kadar
korkakken sanal dünyada bir iş arkadaşına gönderebildiği
pornografik mesajların yakalanmasıyla alt üst olan, başına
gelmekte olanı son âna kadar ertelemeye çalışan bir kaybeden.
Julia
ise Foer romanlarında rastladığımız türden kararlı, güçlü
bir kadın. Verdiği doğru kararlar, eşsiz öngörüsü,
etrafındaki üç oğul ve bir kocadan oluşan erkek topluluğunu
idare edişiyle özellikle kadın okurların en baştan kahramanı
olabilir.
Karakterleri
tanıdıkça, olaylar geliştikçe neredeyse kendi anne babamızın
boşanma hikâyesine tanıklık ediyormuşçasına arada kalıyor,
bir bölümde Jacob’ı tutarken başka bir bölümde Julia’nın
arkasında oluyor, kavga anlarında neredeyse “Keşke bunu
söylemeseydin!” derken buluyoruz kendimizi. Ve birbirine paralel
birçok hikâye ilerlerken, bu ilişkinin tüm sırlarına, mahrem
anlarına tanıklık ederek hayatın, zamanın ve evlilik kurumunun
acımasızlığını bir kez daha anlıyoruz.
Buradayız
Romanın
kilit karakterlerinden biri de en büyük oğul Sam. Bir Foer
karakteri olarak on üç yaşındaki Sam de aynı anda birçok
duygunun ve sorumluluğun etkisi altında; ailesinin çok önem
verdiği Bar Mitzvah'ının öncesi yapmadığı bir şeyle
suçlanmakta, ağır bir biçimde ergenlik yaşamakta, annesiyle
babasının arasında yaşananların farkında ve üstelik ilk aşkını
yaşıyor.
Bu
önemli törende Tevrat'tan bir bölüm (Tora) okuması gerekir,
Sam'e düşen bölüm romanın adını anlamamızı sağlar. "Sonra
Tanrı, İbrahim'i sınadı. Ona 'İbrahim!' diye seslendi. İbrahim
'Buradayım.' dedi. İbrahim, Tanrı'nın seslendiğini duyunca
karşılık olarak 'Ne istiyorsun?' demiyor. 'Efendim?' de demiyor.
Bir beyanatla karşılık veriyor: 'Buradayım.' Tanrı'nın neye
ihtiyacı olursa olsun, Tanrı ne istiyor olursa olsun, İbrahim onun
için her şeyiyle orada olduğunu ifade etmek istiyor; koşulları,
çekinceleri, açıklama yapma ihtiyacı yok." Jonathan Safran
Foer bu ifadeyi romanın mihenk taşlarından biri yapıyor çünkü
Foer böyledir, bazı sözcükleri, bazı anları roman boyunca
okurun karşısına çıkarıp durur, tekerrür hissi yaratır.
İbrahim'in hep hazır olması gibi Julia da çocukları için hep
"oradadır". Sam'in çocukken yaşadığı trajik kaza sık
sık geri dönüşlerle anımsanır, Julia, Jacob ve Sam bu konuda
ayrı ayrı hatıralara sahip ama en belirgin olan an Julia'nın
oğluna sarılıp "Buradayım, buradayım." demesi. Roman
Tevrat'tan anneliğe ustaca bağlanıyor.
Sam'in
bir önemi de büyük dedesi Isaac'la kurduğu ilişki. Isaac için
gerçekten "orada" olan tek insan, Sam. Ailede geri kalan
herkes onunla vakit geçirmeyi mecburiyet olarak görürken Sam
mutlaka haftada bir skype'la görüşür, beraber vakit geçirmekten
hoşlanır ve yaşlı adamın neredeyse fikri sorulmadan bir huzur
evine yatırılması kararına da en başından beri karşıdır.
Anne ve babasına tam anlamıyla ergen davranışları sergilerken
soyunun dayandığı yegâne insana, Isaac Bloch'a karşı çok
yumuşaktır, neden onlarla beraber yaşayamadığını anlamaz bir
türlü. Ve Bar Mitzvah'ını göremeden ölen büyük dedenin kaybı,
Sam'i bir anda büyütür.
"Isaac
Bloch hakkında ne diyebiliriz, onun yasını nasıl tutmalıyız?
Onun kuşağında iki tür Yahudi vardı; yok olanlar ve hayatta
kalanlar. Kurbanlara sadakat yemini ettik, onları asla
unutmayacağımıza söz verdik ve sözümüzü tuttuk. Fakat hayatta
kalanlara sırtımızı döndük ve onları unuttuk. Bütün sevgimiz
ölüler içindi."
Cenazede
hahamın söylediği bu sözler bir bakıma Foer'in ve Amerika'daki
Yahudilerin günah çıkarması gibi. Ansızın çekip giden Isaac'in
yaşarken yapamadığını ölünce yapması, defnedilene kadar aile
üyelerinin her gün sinagogda onun cesedi başında bekleyip onla
vakit geçirmeleri -buna şemira oturmak deniyormuş- ise yine
yazarın bizi gülümsettiği oyunlarından biri.
Foer'in
yumruklarından bahsetmiştim, bir tanesini de Jacob, Isaac'in mezar
yerini dolaşırken yiyeceğimizi söyleyeyim. Söylenmeyeni bir anda
okura sezdiren Foer, yaşlılara vakit ayırma ve huzurevi
konularında zaten rahatsız olan vicdanlarımızı iyice rahatsız
ediyor.
Ve
bir savaş daha
Roman
boyunca Jacob'ın düşünceleri ve İsrail'den gelen kuzenleri
sayesinde Amerika'da yaşayan Yahudilerle İsrail'de yaşayan
Yahudilerin farkları hakkında bilgileniyoruz. Toplumsal tavırlardan
bireysel tepkilere, parayla kurulan ilişkiye, azınlık olmaktan
çoğunluk olmaya değişen farklar bunlar. Jacob, kendisinden yola
çıkarak insani olanı bulmaya, doğruyu görmeye çalışırken
İsrail'de yaşayan kuzeni Tamir, özellikle Filistin'le ilgili
meselelerde bambaşka bir tavır sergiler, çoğu zaman tutunduğu
tek dalın güçlü bir devlete sahip olmak olduğunu sezeriz.
Aslında roman boyunca başımıza gelen şey yine olacak, bir o
tarafa bir öbürüne meyledeceğiz çünkü zamanında korkunç bir
eziyete uğramış, hâlâ da sürekli ayrımcılığa uğrayan bir
ırkın arkasında duracak bir devlet ihtiyacını dinlediğimizde
bir karaktere, İsrail'in haksız bir biçimde topraklarda
ilerlemesini başka bir karakterden dinlediğimizde ona hak
vereceğiz.
Güçlü
devlet derken bir anda Ortadoğu merkezli büyük depremlerin
yaşanması, İsrail'in bu depremlerden en çok etkilenenlerden biri
olması, Ağlama Duvarı'nın, Kudüs'ün büyük bir bölümünün,
askeri üssünün yıkılması roman boyunca ağır bir biçimde
ilerleyen çatışmayı bambaşka bir yere taşır. Etrafındaki
bütün ülkelerin -Türkiye dahil- teker teker savaş ilan
etmelerinin ardından bu güçlü devlet dünyanın dört bir
tarafındaki Yahudileri savaşmak üzere yurda çağırmak durumunda
kalır. Zaten büyükbabasının ölümünün yarattığı vicdan
azabı, boşanmanın eşiğinde olmak gibi türlü sorunla boğuşan
Jacob bu kez de ne derece Yahudi olduğunu ve "yuva"
kavramını sorgulamak zorunda kalacak.
Buradayım,
Jonathan Safran Foer'in diğer romanlarından farklı bir olgunlukta.
Anne ve baba olmanın verdiği sorumluluk, ömür boyu duyulacak
vicdan azabını gönüllü yüklenmiş olma hâli ve ebediyen
sürecek sanılan bir ilişkinin bitmesinin verdiği acı tüm roman
boyunca hissediliyor. Çaresiz ve zayıf Jacob'un hasta köpekleri
Argus'la kurduğu sembolik ilişki roman boyunca bir ilerleyecek bir
gerilecek, çözümsüzlüğü bazen kronikleşecek ve en sonunda
Argus hakkında "gerçeği" kabullenince her şey rayına
oturacak. Düşünmek, kendi içinde kavga etmek ve kabullenmek,
romanda her konuda iyileşmeye giden yol bu aşamaları kapsıyor.
Neyse ki tüm bu üzüntü verici ölümler, ayrılıklar,
savaşlardan sonra yazar biz okurlarına az da olsa acıyor, son
bölüm Yuva'da yüzümüze o huzuru, yuvaya dönmüş olmanın
huzurunu yerleştirerek bitiriyor romanını. Aykırı yazarı
Jonathan Safran Foer, usta çevirmeni Begüm Kovulmaz ve çok
sevdiğimiz yayınevi Siren Kitap'la Buradayım, okurlarını
bekliyor.
Banu
Yıldıran Genç
Buradayım
Jonathan
Safran Foer
çev:
Begüm Kovulmaz
Siren
Kitap, Nisan
2017, 678 s.
* Bu yazı Agos Kirk'in Mayıs 2017 tarihli sayısında yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder