6 Haziran 2016 Pazartesi

Ev Anası

Ev hanımı değil ev anası

Zamanında iki sene ev analığı yapmış biri olarak Birgül Özcan’ın Ev Anası adlı romanını görür görmez aldım. Ev analığımın üzerinden yıllar geçmiş olmasına rağmen romandaki kadınların mutsuz yaşamlarını okuyunca o iki yılı, hiç hazzetmediğim halde içine çekildiğim komşuculuk oyunlarını anımsadım. Birgül Özcan, Nur’un ve apartmandaki komşularının yaşamını o denli gerçekçi detaylarla işlemiş ki anımsamamak mümkün olmazdı zaten.
Kendisi gibi Radyo-Televizyon bölümünü bitirmiş, birkaç sene dergilerde çalışmış ama daha sonra çocuk doğurup ev analığını seçmiş Nur’un yaşamını anlatıyor Birgül Özcan. Nur’un yaşamı bu ülkede yaşayan hiçbir kadına uzak değil. Kadınların çalışma hayatında nasıl silkelenip atıldığını, Türkiye’deki çalışma şartlarının ne olduğunu hepimiz biliyoruz. Bunların üstüne, yemek dergisinde çalışırken de, life style dergisinde çalışırken de uyumsuz bir kadın Nur, çünkü çok okumuş, çok bilmiş, bildiklerini kendine kariyer basamağı yapmak için değil kendisi için öğrenmiş, vicdanlı bir anne babayla büyümüş, doğruları, tabuları sorgulamış bir kadın.
Evlendikten sonra birkaç kez taşındıktan sonra şu anki evine, “Âkiller Apartmanı”na taşınıp rahat etmiş. Biri çalışmayan hemşire, biri kilo aldığı için işten atılan hostes, iki yakın komşusu var. Üçünün de ortak özelliği meslek sahibi ev hanımı olmalarının yanında haşimato”ları olması. Eğer bunun ne olduğunu bilmiyorsanız roman boyunca o kadar çok tekrarlanacak ki bakıp öğrenmek zorunda kalacaksınız. Çalışan yegâne komşusu kocası çekip gidince oğlunu tek başına büyütmek zorunda kalan emlakçı Kamuran Teyze ki o da Virginia Woolf’tan tutun dünya sinemasına kadar bilmediği olmayan bir kadın. O nedenle Nur’un aslında Türkiye şartlarında oldukça şanslı bir ev anası olduğunu söylesek çok da yanılmış olmayız. Nur ve arkadaşları arka kapak yazısında da söylendiği gibi zekâları, hünerleri ve emekleriyle hapsedildikleri alanları aşmışlar.
Ev Anası tam bir roman bütünlüğüne sahip değil. Nur’un anne sözü dinleyerek içinde birikenleri yazmaya karar vermesi ve bu yazdıklarını apartman yöneticiliği kadrosundan apartmanın panosuna asmaya karar vermesiyle, kitapta Nur’un yazdıklarını ayrı parçalar hâlinde okuyoruz. Hemen her yazıda başka bir soruna el atan Nur’un dilinden kimler kimler kurtulamıyor: Özel sektör çalışanlarından tutun performans sanatçıları Marina Abramovic ve Ulay’ın olaylı aşk hayatına, Virginia Woolf ve kocasına kadar aklına geleni, eteğinde biriken taşları yazıyor Nur.
Bu yazılarda da romanın diğer bölümlerinde de gereğinden fazla anlatıyor sanki Birgül Özcan. Nur’un bir yazısında söz ettiği editörünün söylediklerini belki de aynen alabiliriz buraya. Atlı kovalıyor gibi yazıyorsun Nur, hiç yavaşlamıyorsun, derinleşmiyorsun, yazdıkların soluk almaya izin vermiyor. Sen yavaşlamayı bilmiyorsun.” Romanın başlangıcında sadece televizyonda izlenen bir ünlünün, Defne Bücüroğlu’nun hayatı (kim olduğunu buldum!) kurguya hiçbir katkısı olmamasına rağmen, sadece Nur’un söylenmeleriyle sayfalar boyunca devam ediyor. Yine kitabın sonunda, tam da karakterler biraz daha okurun kafasında oturmaya başlamışken, her şeyi yediği hâlde hiç kilo almayan sunucu Damla Fitol’un Nur ve arkadaşları tarafından kaçırılması hiç gereği yokken absürtlük katıyor romana diyebilirim. Okurlar olarak o örnek alınan sunucunun da çok mutsuz olduğunu, aldatıldığını kadın dayanışmasıyla hoş bir biçimde öğreniyoruz ama gerek var mıydı?
Tüm bunların yanında yaşamını ve düşüncelerini her şeyiyle okura açan Nur’un kocası Kerem hakkında hiçbir fikir sahibi olmamamız romanın geveze”liğine ters düşüyor diyebilirim. Kerem kimdir, Nur’la ilişkisi nasıldır, hayatla, çocukla bu kadar boğuşan Nur’u kıyısında nasıl bir yan karakterdir, öğrenemiyoruz. Birkaç kere vicdanlı, iyi ve işkolik olduğu söyleniyor laf arasında o kadar. Romanda konu komşunun yaşamına, Kamuran hanımın çekip giden kocasına kadar bilince, ana karakterin kocası sanki koca bir boşlukta diyebilirim.
İlk romanda böylesi küçük kusurların olması doğal, fakat şunu söyleyebiliriz ki Birgül Özcan inanılmaz bir gözlemci. Kadınların yaşamlarında, günlük rutinlerinde kendilerinin bile fark etmediği onca ayrıntıyı öyle bir sığdırmış ki anlattıklarına, insanın kendinden bir şeyler buldukça satırların altını çizesi geliyor… Otelde oda toplamalar, babamız diye konuşan anneler, herkesi saran led ışık çılgınlığı, Yıkanmayı Sevmeyen Çocuklar” kitabını okumuş biri olarak zorla çocuk yıkamalar… Her sayfa bunun gibi birçok ayrıntıyla dolu. Yaşamlarımızın ve hatta varoluşumuzun çelişkisini sorgulayan bir kitap olmuş Ev Anası.
Roman sonlara doğru bambaşka bir yol çiziyor. Birgül Özcan’ın duyguları anlatma ustalığını ve dilinin kıvraklığını asıl olarak Nur’un son yazdığı yazıda bulabileceğimizi düşünüyorum. Kaç kere okuduysam ağladığım bu yazı bence biz okurlara Birgül Özcan’ın bundan sonra yolunun açık olduğunu muştuluyor.

Banu Yıldıran Genç

Birgül Özcan, Ev Anası, Sel Yayıncılık, Şubat 2016, 115 s.
* Bu yazı Notos'un 58. sayısında yayımlanmıştır.


27 Mayıs 2016 Cuma

Cadıbostanı Cinayeti

Her şeyiyle bizden bir dedektif: Berna Pekdemir
İlk romanlarını keşfettiğim yazarların yeni kitaplarını daha bir heyecanla beklediğimi kabul etmeliyim. Esra Türkekul’un ilk romanı Kapalıçarşı Cinayeti’ni çıkar çıkmaz okumuş ve Kasım 2013 tarihli Kirk’e yazmıştım. Kitap okumaya neredeyse polisiyeyle başlayan, dönüp dolaşıp en sevdiği Agatha Christie’leri tekrar okuyan benim gibi bir okur için bu geçen sürede sadece polisiye basan bir yayınevinin ve polisiye dergisinin edebiyatımıza dahil olması oldukça sevindirici gelişmeler.
Türkekul’un bu romanında Kapalıçarşı Cinayeti’nde tanıştığımız Berna’yla maceramız devam ediyor. İlk kitapta turist rehberliği yaparken bir anda içinde bulunduğu bir cinayeti çözme yolunda bulmuştu kendini, heyecanlı gelişmeler, polisle koşuşturmalar derken on dört yıllık bir evlilikten sonra boşanma, tekrar anne evine dönme, aldığı kiloları ve depresyonuyla uğraşma gibi dertlerinden uzaklaşmıştı. 
Kitap adını nereden aldığıyla başlıyor. “… bugünkü Göztepe, Erenköy, Fenerbahçe semtleri arasına rastlayan bölge büyük bir bostanla, tarla ve ağaçlarla kaplı olduğundan, 18. yy. ortalarına değin asker kaçaklarının, hırsızların ve diğer kanundışı unsurların saklandıkları, bostancı devriyelerinin kol gezdiği bir yerdi. Bu niteliğinden ötürü Cadı Bostanı olarak adlandırılan bostan ve çevresinde önce Bağdat yolunu koya bağlayan Cadıbostanı yolu (bugünkü Caddebostanı Caddesi) açıldı, sonra tarlalar şahıslara bağışlandı ya da satıldı ve yavaş yavaş yerleşime açıldı.” 
Bu kez yaşadığı mahallede işlenen cinayete tamamen kendi isteğiyle dahil oluyor Berna, bu nedenle ilk kitaba göre ipleri daha çok eline alıyor diyebiliriz. Hayatına biraz heyecan katmak için soruşturmalara başlayan amatör dedektif, gözlemleri, kendine has yalanları, komşu teyzeler ve amcalarla girebildiği garip sohbetleriyle bu macerasında kişiliğini iyice oturtuyor. Örneğin Caddebostan sahilinde bütün gün güneşlenen “zenci” amcalarla girdiği diyaloglar ayrı, Berna’nın iç sesi ayrı cezbediyor okuru. “İkisi de pişmiş kelle gibi sırıtıyordu şimdi. Yetişkin bir kadın olarak, cinsel cazibemle hitap ettiğim yegâne kitlenin birkaç yıl sonra çişini tutamayacak olması böğrüme bir hançer gibi saplansa da bu düşünceleri aklımdan kovaladım.” 
Kocasıyla boşandığından beri kendisiyle pek de barışık yaşamayan Berna’nın aşk hayatına dair düşündüklerine, yeri geldiğinde erkeklere ve kadınlara dair yorumlarına, içten içe ettiği küfürlere yani kitapta italikle yazılmış iç sese özellikle dikkat etmek gerekiyor. Bu ses, temsil ettiği kadın dünyasını o kadar net bir biçimde yansıtıyor ki Esra Türkekul’un gözlem ve mizah gücü kendisini tüm ustalığıyla belli ediyor. Kendisi bir röportajında iyi bir dedektif olamayacağından, dikkatli olmadığından bahsetse de kadın dünyasını -anneler, teyzeler, komşularla- bu denli bilmek bile yanıldığını gösteriyor. 
Berna sıradan ve mutsuz bir kadın, antidepresanlarla ve içkiyle arası bayağı iyi. Etrafımızda rastlayabileceğimiz, annesiyle yaşamaktan bıkmış ama onu üzmekten de çekinen herhangi bir kadın olabilir. İşlenen cinayet de öyle Jo Nesbo romanlarında rastladığımız türden girift olaylarla dolu değil. Bunu yazar da oldukça makul bir biçimde ifade etmiş: “İleride fikrim değişebilir ama ben şimdilik sıradanlığı tercih ediyorum. Kahramanım Berna da bu tercihin bir ürünü. Çözeceği cinayet de onun yetenekleri ve karakteriyle uyumlu ve orantılı olmak zorundaydı.”
Bu tercihin bir sonucu olarak meraklı Miss Marple nasıl küçük bir İngiliz köyüne yakışıyor ve yirminci yüzyılın başına ait soğukkanlı suçlarla uğraşıyorsa, Berna da 2000’li yıllarda İstanbul’da işlenebilecek cinayetlerle uğraşıyor. İlk romanda bu şehir neredeyse ana karakterlerden biriydi, bu kez şehri ele geçiren korkunç canavar “kentsel dönüşüm” romanda oldukça büyük yer kaplıyor. Hafriyat kamyonlarından tutun da hiç bitmeyen toza, gürültüye kadar günümüze dair bir roman Cadıbostanı Cinayeti.
Romanda Berna’nın bir yerden sonra yardım aldığı karakter en son seviştiği erkek olan avukat Levent oluyor. Levent’in gey olduğuna karar vermiş olması Berna’yı kendisiyle ilgili küçük bir bunalıma soksa da bunu çabuk atlatıyor, avukat ve amatör dedektif olarak yollarına devam ediyorlar. Kurgu ve olayların ilerleyişi ilk romana göre daha başarılı, fakat “kim yaptı” polisiyelerinde biraz daha uzamasını beklediğimiz merak duygusunu romanda çabuk tatmin ediyoruz çünkü suçlunun kim olduğu erken belli oluyor. Katili bu denli kolay ve çabuk tahmin etmesek, yolumuzu şaşırtacak başka yan yollara sapsak daha heyecanlı bir son olurdu diye düşünüyorum. Yine de ikinci romanda olgunlaşmış, dilini ustalaştırmış, karakterini artıları eksileriyle ve tüm komikliğiyle bize sevdirmiş bir yazar var karşımızda. Ben de bir okur olarak Berna’nın bir sonraki macerasını heyecanla bekliyor ve kitapların adına “Bir Berna Pekdemir Macerası” eklenmesini umuyorum.

Banu Yıldıran Genç

Cadıbostanı Cinayeti
Esra Türkekul 

Mylos Kitap, Nisan 2016, 196 s.
* Bu yazı Agos Kirk'in Mayıs sayısında yayımlanmıştır.

29 Nisan 2016 Cuma

Asiye Kabahat'ten Şarkılar Dinlediniz

Asiye Kabahat'in dinleyeni ağlatan şarkıları
Okuması kolay bir kitap değil Asiye Kabahat'ten Şarkılar Dinlediniz. Karin Karakaşlı'nın anlatısı. Aklımdan çıkaramadığım, yatınca anımsadığım, rüyamda gördüğüm, okudukça utandığım, utandıkça soluk alamadığım günler yaşattı bana. Şikâyetçi olduğum sanılmasın, yazanı da okuyanı da sağaltan bir kitap bu, içimizde biriktirdiğimiz zehri bir nebze de olsa akıtmamızı sağlayan, her şeye rağmen yaşamı, edebiyatı savunan bir kitap.
Bir iç dökümü Asiye Kabahat'ten Şarkılar Dinlediniz. Karakaşlı'nın Hrant Dink'le tanışmasından, ondan öğrendiklerinden, o berbat 19 Ocak gününe kadar yaşananlardan, “o gün”den ve hissettiklerinden bahseden, bugüne dek içinde tuttuklarını bir dosta anlatır gibi samimi, hiç bilmeyene anlatır gibi açıklayıcı bir metin... Düz bir zaman çizgisinde ilerlemeyen, bazen şimdiye bazen önceye, bazen gerçeğe bazen kurguya meyleden sarmal bir anlatı bu.
Bugüne kadar yazdığı şiirlerden, gençlik romanlarından, öykülerden başka bir kitap Asiye Kabahat'ten Şarkılar Dinlediniz. Hiçbir şey kalmasın içimde demiş sanki, acılarla, pişmanlıklarla, kaybedilenlerle ama hep sözcüklerle, edebiyatla geçen bir yaşam... Çoğunluktan farklı bir dil konuştuğunu fark eden iki örgülü küçük Karin'e de rastlıyoruz anlatılanlarda, gençliğinde kulağında walkman'le aşk şarkıları dinleyen Karin'e de, aldatılmaktan yaralanmış, incinmiş bir genç kadın olan Karin'e de... Berlin'deki aşk acısını fısıldıyor kulağımıza mesela, sırdaşıymışız gibi, kimseye söylemeyeceğimizden emin, onu anlayacağımıza güveni tam... İstediği kadar dost bildiklerinden yediği kazıklardan, hep dert dinleyen olmaktan bıkmasından, iyi niyetinden çektiklerinden bahsetsin, değil mi ki biz okurlarına da bu denli güveniyor, içini döküyor, değişmeyecek Karin, hep o naif kız çocuğu olacak.
Bu toprakları anlatan bir kitap Asiye Kabahat'ten Şarkılar Dinlediniz. Bu memlekette doğmuş olmak demek çocukluktan itibaren tembihlerle büyümek demek. Büyüyüp de Hrant'la tanışınca, Agos'u çıkarmaya başlayınca, davalar, yargılanmalar, mahkeme kapıları, tehditler, cezalar ve göz göre göre gelen cinayet demek. Cinayet sonrası devletin yaptıklarını saklamak için elinden geleni ardına koymaması demek. Üstünden geçen dokuz yıla rağmen yılan hikâyesine dönen mahkemeler silsilesi demek... “Öldürüldüğü günü çok feci sahnelerle yaşadım. Hayat olamayacak denli kurguydu sanki. Hani yazsam nasıl da sahne yaratmış, edebiyat yapmış diyecekleri cinsten. Oysa hayattı işte. Şu bizim kara mizah, şu bizim hoyrat hayat. Bazı şeylerin sözcüğü yokmuş diye düşündüm ilk kez. O an hayat, edebiyata beş basar dedim. Aklım, yüreğim ve kalemim durdu.” Bu cümleleri kurduğu Melek Mikael'in “Sen de tam bunu yazar ve altıdan başlarsın o zaman...” diye cesaret vermesiyle, bunca zaman sonra Hrant'la tanışmasını, çalışmasını ve 19 Ocak'ı anlatıyor Karin Karakaşlı, altıdan başlayarak, sıra gözetmeyerek, farklı bir kurguyla acısına ortak ediyor bizi.
Çok yakın tarihte yazılmış bir kitap Asiye Kabahat'ten Şarkılar Dinlediniz. Bu nedenle daha sindiremediğimiz birçok acı çıkıyor karşımıza... Başka bir bölümde gömülme hakkı gasp edilen Taybet Ana'yı, Hrant gibi göz göre göre katledilen Tahir Elçi'yi okuyoruz, okudukça soluğumuz kesiliyor, ara veriyoruz. Neyse ki yazarımız insaflı, biraz vurucu başlayan bölümleri atlattıktan sonra Thomas'la tanıştırıyor bizi. Thomas daha yazılamamış bir kahraman, sırasını bekliyor ama Karakaşlı'nın can yoldaşı olma yolunda. Yazarın kafasında kurgulanmış hikâyesi gün yüzüne çıkmayı bekliyor, Thomas da yazarının peşini bırakmayacak denli hırslı, beni yazmadan hiçbir yere gidemezsin, diyen bir delikanlı. Bir roman kahramanının nasıl oluştuğuna şahit oluyoruz yavaş yavaş, kaybettiği annesi, cinsel kimliği, sevgilisi, tikleri derken Thomas kanıyla canıyla var oluyor gözümüzün önünde. Thomas'ın ortaya çıkmayı beklediği kadar biz okurlar da bekliyoruz artık onu, hevesle.
Karin Karakaşlı'nın dilindeki inceliğini, kurgudaki mahirliğini hissettiğimiz bir kitap olmuş Asiye Kabahat'ten Şarkılar Dinlediniz. Bölümler arasındaki ilişkinin hiç kopmaması, en vurucu anılardan sonra Hrant Dink cinayetiyle ilgili gerçek mahkeme kayıtlarına, ifadelere, gazete kupürlerine yer verilmesi Karakaşlı'nın kitabı ne denli ustalıkla kurduğunun bir göstergesi. Bölümler demişken, internet sitelerinden alınmış Rüyada Ermeni Görmek başlığındakileri okuyup insanlığınızdan utanabilir, Soru İşareti, Virgül ve Nokta bölümlerinde yanaklarınızdan süzülen yaşları silebilirsiniz.
Kolay bir kitap değil Asiye Kabahat'ten Şarkılar Dinlediniz. Eminim yazması da kolay olmamıştır. Uzun zamandır bu kadar ağlayarak okuduğum başka bir kitap olmamıştı ama bittiğinde bana varlıklarına şükrettiğim Karin Karakaşlı ve onun can dostları Levent'le Yıldız kaldı. Hem Hrant'a hem gerçek dostluklara adanmış bu kitap adının hikâyesini de sona saklıyor. Asiye Kabahat hep şarkılarını söylesin, biz de hep dinleyelim. Bu hayat ancak böyle geçer.

Banu Yıldıran Genç
Karin Karakaşlı, Asiye Kabahat'ten Şarkılar Dinlediniz

Can Yayınları, Mart 2016, 303 s.
* Bu yazı Agos Kirk'in Nisan 2016 sayısında yayımlanmıştır.

4 Nisan 2016 Pazartesi

Kalabalıkta Yüzler

Kurmaca ve gerçek arasında edebiyat
Son dönemlerde en beğendiğim romanlar, en farklı kurgular Latin Amerika Edebiyatı'ndan çıkıyor. Bu nedenle Siren Yayınları'nın ocak ayında yayımladığı Kalabalıkta Yüzler'i hemen alıp okudum. Meksikalı genç yazar Valeria Luiselli'nin yazdığı bu küçük ama bambaşka romanı iyi ki gözden kaçırmamışım, diyorum. Politikası, geçirdiği zor zamanları, ekonomisiyle çokça benzetildiğimiz Latin Amerika ülkeleriyle aslında ne kadar farklı olduğumuzu, bu benzerliğin pek de doğru olmadığını oranın romanlarını, hikâyelerini, insanlarını okudukça daha iyi anlıyor insan.
Kalabalıkta Yüzler, adını Ezra Pound'un yazdığı Bir Metro İstasyonunda adlı şiirinden alıyor: “Belirişi bu yüzlerin, kalabalıkta; / Taç yaprakları, yaş, kara bir dalda.” Başka birçok edebiyatçı gibi Pound da bu romanın silik karakterlerinden biri. Kitap adını bilmediğimiz anlatıcının yazmaya çalıştığı romanla başlıyor. Bir yandan geçmişiyle hesaplaşırken hayaletler üzerine bir roman yazan, bir yandan iki çocuğu ve kocasıyla gündelik hayatını kotarmaya çalışan genç kadının yazdıkları kitapta asteriksle ayrılmış bölümlerle devam ediyor. Anlatıcı ve ana karakter, bir zamanlar özellikle üstünde sık sık durduğu gibi genç ve güzelken, Harlem'de yaşayıp bir yayınevi için Latin Amerika Edebiyatı'ndan keşfedilecek yazarlar araştıran, bir parka bakan evinde siyahilerle aynı mahalleyi paylaşan bir kadın. Arkadaşlarıyla, sevgilileriyle yaşadıklarını bir iç dökme gibi kurgusuna aktaran anlatıcı, hemen ertesinde kocasının yazdıklarını okuduğunu okura belirterek aralarındaki diyalogları aktarır: “Kocam bu sayfaların bir kısmını okumuş yine. 'Kadınlarla yattın mı?' diye soruyor.” Kocasının metne müdahalelerini oldukça mizahi bir üslupla anlatsa da bunlardan bıkan anlatıcı aynı anda iki roman yazmaya karar verir. “Bir dosyadaki hikâyeyi silip başka birinde yeni bir kurgu inşa etmek. Olanları ve olmayanları yazmak. Her çalışma gününün bitiminde paragrafları ayırmak, kopyalamak, yapıştırmak, saklamak ve kocanızın gelip okuyabilmesi, merakını dindirebilmesi için bu dosyalardan sadece birini açık bırakmak. Romanın, diğerinin adı Philadelphia.”
Böylelikle Luiselli aslında nasıl bir roman yazdığıyla ilgili ipuçlarının en detaylısını verir. Çünkü buraya dek metnin sessiz, bebek kalbi gibi yoğun ve gözenekli bir roman olması gerektiğini söylemiştir. Kalabalıktaki Yüzler'i anlatacak en net cümle ise bu ipucundan sonra gelir: “Dikey anlatılan yatay bir roman. İçeriden okunabilmesi için dışarıdan yazılması gereken bir roman.”
Bu ipucu ve kitabın nasıl olmasına dair son açıklamadan sonra yazar gerçekten de iki roman yazmaya başlar. Buraya dek anlatıcının Harlem'deki bohem hayatını, Latin Amerikalı yazar arayışını, şans eseri bulduğu şair Gilbert Owen'in takıntı haline gelmesini, şiirlerini İngilizceye Amerikalı yazar Zvorsky'nin çevirdiği yalanıyla kendisinin çevirmesini ve yayınevine kabul ettirmesinden sonra son anda yalanını itiraf edip işsiz kalmasını anlatmasıyla kurulan birinci anı-roman vardı. Altmış üçüncü sayfadan itibaren anlatıcının yukarıda söylediği gibi bir ikinci roman kurulmaya başlar, bu da Gilbert Owen'in romanıdır ve onun ağzından aktarılmaktadır. İşte buradan sonra edebiyat nedir, yaratıcılık nedir, kurmaca nerede başlar, nerede biter gibi soruları kendinize sormaya başlayabilir, eşsiz bir edebiyat şölenine tanık olmanın zevkiyle kitabı sindire sindire okuyabilirsiniz.
İkinci romanda Gilbert Owen'in gerçek yaşamında olmayan ama üst-anlatıcının Owen'i daha mutlu edeceğini düşündüğü ve olmasını istediği karakterlerle 1930'ların Amerika'sında geçen fantastik ve hüzünlü anlara tanık oluruz. Zvorsky'yle ve Federico Garcia Lorca'yla yakın arkadaş olan Owen'in çocuklarından ayrı kalışına, günbegün yalnızlaşmasına ve öldüğünü düşünmesine tanık olmak bu kurmacanın bir parçası.
İkinci romanla beraber her iki romanın ana karakterinin birbirleriyle karşılaşmasına da tanık oluruz ki, bunu da Luiselli birtakım oyunlarla daha önceden okura belli etmiştir. Ezra Pound'un şiirinin geçtiği metro istasyonunda birer hayalet gibi bambaşka yaşamlardan birbirlerini görür Owen ve kırmızı paltolu anlatıcı kadın. Çocuklarına yaptığı “hayaletlerle ilgili bir roman yazdığı ama ölü olmadıkları” açıklamasının ardından Saul Bellow'dan yaptığı alıntı da okuru oyunun içine çekmek için: “Bir seferinde, Saul Bellow'un bir kitabında yaşayanlarla ölüler arasında yalnızca görüş farklılığı olduğunu okumuştum. Yaşayanlar merkezden dışarıya doğru bakarken ölüler dışarıdan merkeze bakarmış.”
Tüm bunların dışında her iki romanda da beliren portakal ağacı saksısı, aniden ortaya çıkan ve sonra kuyruklarını kaybeden kediler, yanlış evlerde bulunan notlar, büyük çocuk “ortanca”nın garip kehanetleri gibi okura bir bulmacanın içinde olma tadını veren ayrıntılar var. Kitabın sonu ise Valeria Luiselli'nin yaratıcı gücünü ve Kalabalıkta Yüzler'i nasıl ilmek ilmek kurduğunu kanıtlar nitelikte. Tabii burada bahsettiğim bu ayrıntıların, oyunların tadı asıl olarak ikinci okumayla çıkıyor, bunu da belirtmem gerek.
Kalabalıkta Yüzler hakkında bugüne dek çıkan yazılarda eksik gördüğüm bir konudan bahsetmeden geçemeyeceğim. Valeria Luiselli, eşi ve kızıyla Harlem'de yaşayan bir yazar. Romanı ne denli otobiyografik ögeler taşıyor bilemiyorum ama iki çocuğuna bakarken roman yazmaya çalışan bir kadının yaşadıklarını bu kadar gerçekçi betimlemesi beni oldukça etkiledi. Kitapta anlatıcının ev hayatını anlattığı bölümler -benim bu yazıyı yazmayı bırakıp az evvel oğluma köfte kızartmam gibi- yaşamın içinden ayrıntılarla dolu. Günden güne uzaklaşılan bir koca, sürekli ilgi isteyen bir çocuk, emzirilmesi gereken bir bebek, sosyalleşilmesi gereken komşular, gençliğini ve güzelliğini kaybetmiş bir beden, yazdıkça anımsanıp özlenen bir geçmiş... Kitabın kurgusuna, iskeletinden odalarına özenle inşa edilen bir eve benzeyen yapısına hayranlığımdan başka, Luiselli'nin oldukça samimi bir biçimde verdiği, yaşamın zorluklarıyla baş etmeye çalışan kadın anlatıcısı da benim için unutulmaz olacak.
Türkçeye çevrilmemiş parlak yazarları bulup yayımlayan Siren Yayınları'na da, romanı ustalıkla çeviren Seda Ersavcı'ya da bu farklı, oyunbaz ve has edebiyat için teşekkür etmek gerekiyor...

Banu Yıldıran Genç
Valeria Luiselli, Kalabalıkta Yüzler, Siren Yayıncılık, 147 s.
* Bu yazı Notos'un 57. sayısında yayımlanmıştır.

25 Mart 2016 Cuma

Değişim

Kültür Devrimi'nden Bugünlere “Değişim”

Mo Yan 2012'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü aldığında birçoğumuzun yazar hakkında hiçbir şey bilmediği açığa çıkmıştı. Bütün eserleri İngilizceye çevrilen bu yazarı İsveç Akademisi biliyordu da biz ne onu ne de Çin edebiyatını biliyorduk. Neyse ki Can Yayınları çok kısa bir zaman sonra yazarın en ünlü romanı Kızıl Darı Tarlaları'nı yayımladı da Türkiye okuru Mo Yan'la tanıştı. Bunun ardından hemen hemen her yıl bir romanı çevrildi. Kendi adıma konuşmam gerekirse 500 sayfalık Kızıl Darı Tarlaları'nı okumaya bile fırsat bulamamışken arkasından gelen 1000'er sayfalık romanları okumaya hiç girişemedim. Sonra da bir gün okunması gerekenler listesine eklendiğiyle kaldı Mo Yan.
Bu ayın başında ince bir Mo Yan kitabı gördüğümde yazarın külliyatına başlayabileceğimi düşündüm. Değişim bir otobiyografik anlatı ve Mo Yan'ı okumaya başlamak için iyi bir seçim. 2005'te İtalya'da tanıştığı Kalküta'lı bir yayıncının yazardan Çin'in son otuz yılda geçirdiği değişimi anlatan bir yazı yazmayı istemesi üzerine ortaya çıkan bir metin. Mo Yan önce bu geniş konuyu yazamayacağını düşünse de yayıncının “Nasıl yazmak istiyorsanız öyle yazın.” demesi, bu yarı anı, yarı uzun öykü denecek kitabın yazılmasını sağlamış.
Bu değişimi anlatmaya çocukluğundan başlıyor yazar. Yaşam öyküsünden zor bir çocukluk geçirdiğini bildiğimiz Mo Yan ilkokulunu, okuldan atılmasını ve buna rağmen her gün okula gitmeye devam etmesini anımsıyor öncelikle. Kültür Devrimi zamanı, sınıfsal farklılıkların ve imtiyazların olmamasının hedeflendiği yıllar. Oysa Mo Yan'ın içten anlatımında çok fakir bir köylü çocuğu olduğunu ve okulda da bunun değişmediği anlaşılır. Öğretmenin birine takılan takma ad işte bu köylü çocuğunun okuldan atılmasına neden olur. “Ama çok geçmeden Koca Ağızlı Liu tarafından okuldan atıldığımda öyle üzüldüm, içim öyle ağırlaştı, okula olan bağım öyle güçlüydü ki endişeden öleceğimi sandım.” diyerek hayalleri yıkılan çocuğun duygularını aktarır.
Okulu yazarla aynı dönemde bırakan biri daha vardır, He Zhiwu. Ama He Zhiwu defter ve kitaplarını yırtarak çekip gittiği okulda bu cesur davranışı sebebiyle kahraman olur. Mo Yan aslında Çin'in son otuz yılda geçirdiği değişimi kendinden çok ilişkisinin hiç kopmadığı He Zhiwu üzerinden anlatır. Anlatının sonlarına doğru nasıl zengin olduğunu öğrendiğimiz He Zhiwu, Kültür Devrimi sonrası kapitalizme kucak açan Çin'in yükselen değeri olmuştur. Ticaretin yeni yeni parladığı dönemlerde hayvan alıp satarak zengin olmuş, oradan inşaat, oradan emlak işi derken 2000'li yıllarda örnek bir girişimci olmuştur.
Mo Yan çocukluğundan başlayarak kendi yaşamını aktardığında ise çok büyük bir değişiklik olmadığını görüyoruz. Okuldan atıldıktan sonra komünlerin elinde olan ama içlerinde yine kayırma ve eşitsizlik taşıyan halk çiftliklerinde çalışma ya da komün kadrolarının çocuklarının kontenjanları doldurduğu üniversitelere gitme şansı yoktur. Çiftçilikten bir kademe daha iyi sayılan geçici işçiliğe başlar, bu arada edebi yeteneği kendisini göstermeye başlamıştır. İşçilikte geleceği olmadığını bildiğinden yıllar boyu komün askeri olmaya çalışır ve en sonunda bunu başarır. Askerlikte yavaş yavaş öykülerini, yazılarını yayımlatmaya başlar. Bu arada Mao ölür, her şey biter diye düşünürlerken aslında yavaş yavaş daha iyiye doğru gitmeye başlar. Çin artık hızla değişmeye başlamıştır.
Bu kısacık anlatıda bile üçüncü dünya ülkelerinin kaderlerinin ne derece benzediği gözler önüne seriliyor. Yazarın 1979'da Vietnam'a karşı savaşmak istemesi bunun en net örneklerinden biri: “... eğer savaşı sağ salim atlatırsam yiğitlik mertebesine yükselecek, sağ çıkmazsam da en azından anne ve babamı şehit ailesi mertebesine çıkaracaktım.” Yine yıllar sonra gördüğü Shouguang şehri gökdelenler, yollar, geniş arazilere sıra sıra dizilen ve “Çin'in yeme alışkanlığını değiştirip sebze ve meyvelerin mevsimselliğiyle bölgeselliğini bozan” plastik çadırlı seralarla dolmuştur. Alışkanlıkların değişimi tüm dünyada olduğu gibi Çin'de de kendini gösterir: “O zamanlar domuz eti ne kadar yağlıysa o kadar makbuldü mantılar, şimdiyse vejetaryenlik moda.”
Mo Yan yerelle moderni ustaca harmanlayan yazarlardan. Okurla konuşur gibi içten, sade bir dili var. Eserlerini Türkçeye kazandıran Erdem Kurtuldu'yu da bu zor işin üstesinden başarıyla geldiği için kutlamak gerekiyor çünkü kitapta aynı harflerle yazılan birçok Çince sözcükle ilgili dipnotlar vererek okuru anlam karmaşasından kurtarıyor. Ayrıca Çincenin hep hayvanlarla özdeşlik kuran karmaşık deyimleri hariç -kenefte uzun kuyruklu bir kurtçuk gibi hareket eden soya filizi gibi- kitabın dili ve çevirisi gayet akıcı ve kolay anlaşılır. Bu nedenle Çin'in Kafka'sı olarak da adlandırılan Mo Yan'ın Çin edebiyatında normal sayılan ama bizim gözümüzü korkutan kalınlıklarıyla diğer romanlarını da bir an önce okumak istiyorum.

Banu Yıldıran Genç

Mo Yan, Değişim

Can Yayınları, Mart 2016, 94 s.
* Bu yazı Agos Kirk'in Mart 2016 tarihinde yayımlanmıştır.

18 Mart 2016 Cuma

Kadınların Hınzır Bilgeliği

Kadınlardan yaşama dair tüyolar
Aganta Kitap Yaşasın Orgazm'dan sonra biz kadınlara bir güzellik daha yaptı ve aforizmalardan hoşlananlara yüzlerce ünlü kadından sözler içeren Kadınların Hınzır Bilgeliği'ni yayımladı. Dünyaca ünlü birçok kadından hayat dersi alabileceğimiz cümleleri bir çırpıda okumak, bazen feyz almak bazen lafı gediğine koymak için hep el altında tutmalık bir kılavuz.
Erkekler Mars'tan kadınlar Venüs'ten tarzı klişelere hiç inanmazdım, ta ki bir oğlum olana dek. Onu büyüttüğüm bunca senede toplumsal rolleri göz ardı etsek bile gözlemlediğim çok net bir gerçek var: Kadınlar konuşarak iyileşiyor, erkeklerse genelde susarak.
Yuval Noah Hariri'nin yazdığı, antropoloji üzerine çok iyi bir kitap olan Hayvanlardan Tanrılara Sapiens'te Homo Sapiens'lerin Neandartel'lere üstün gelip onları yok etmesinin başlıca sebebi “dedikodu” olarak veriliyor. “Dedikodu sıkça kötülenen ama aslında kalabalık gruplar halinde işbirliği yapabilmenin de temelini oluşturan bir beceridir. Sapiens'in edindiği dil becerisi ona saatlerce dedikodu yapabilme şansı verdi; kime güvenebileceğine dair bilgi, küçük grupların daha büyük gruplara dönüşmesine, dolayısıyla da Sapiens'in daha sıkı ve karmaşık işbirliği yöntemleri geliştirmesine yol açtı.”
Demek ki genellikle ayrımcı bir biçimde “dedikodu” yapmakla suçlanan kadınlar, konuşa konuşa ilerlettiler insanlığı çıkarımı eksik olsa da çok yanlış sayılmaz. O kadar eskiye gitmesek, Anadolu geleneklerine baksak bile kadınların konuşması ritüelini birçok olayda görürüz. Annenin evlenmek üzere olan kızıyla resmiyetten konuşamadığı cinselliği “yenge” anlatır, gelini hazırlar. En önemli misyonu çocuğu hayata ve zorluklarına hazırlamak olan masalları “nine” anlatır. Ölümü de doğumu da kendine özgü sözlerle karşılayanlar kadınlardır. Kadın, erkeğin tersine çocuğunu konuşa konuşa anlata anlata büyütür, bildiklerini gelecek kuşaklara aktarır.
Kadınların Hınzır Bilgeliği de bize Virginia Woolf'tan Madonna'ya, Marilyn Monroe'dan Rahibe Teresa'ya birçok ünlü kadının öğüt niteliğindeki sözlerini konu konu veriyor. Konu başlıkları Aşkın Tarifi'nden Güzellik ve Moda Efsaneleri'ne kadar çeşitlilik sergiliyor. Her konu başlığı kendi içinde de okurun işini kolaylaştıran bölümlere ayrılmış. Gerçek Aşk bölüm başlığı Gerçek Aşk Öldü alt başlığıyla başlıyor, Karasevda ve Evlilik Yeminleri'yle devam ediyor, Kırık Kalpler ve Boşanma bölümleriyle sona eriyor. Neredeyse hayatla aynı sırayı takip eden bölüm başlıklarında başka insanların birbiriyle çelişen sözleri de olabiliyor. Kimi aşkın sonsuzluğundan dem vururken, kimi aşkın olmadığını savunuyor. Kime, neye inanacağı okuyana kalmış.
Kitapta en çok hoşlandığım sözler Doğurmanın Gururu başlığında toplanmış. Etrafımız annelik ve bebek güzelleyen romantiklerle, tepemiz sürekli doğurmamız gerektiğini söyleyen iktidar sahibi erkeklerle dolu, neyse ki bu konuda gerçekçi davranmış kadınlar da var. “Bazen çocuklarıma bakıp kendi kendime, 'Lilian, bakire kalmalıydın,' diyorum” diyen Lilian Carter da “Annelik biyolojik bir gerekliliktir, babalık ise toplumun icadı.” diyen Margaret Mead de duygularıma tercüman oldular diyebilirim.
Kitapta en çok şaşırdığım ünlülerden biri George W. Bush gibi nevi şahsına münhâsır bir politikacıyı doğurup büyütmüş ve bolca da konuşmuş Barbara Bush oldu. Çocuğu hakkında “Hayret etmeden duramıyorum, bir zamanlar patakladığım çocuk bu mu?” ya da evlilik üzerine “İlk öpüştüğüm adamla evlendim. Çocuklarıma bunu anlattığımda kusacak gibi oluyorlar.” demesi doğrusu beni hem güldürdü hem düşündürdü. Bunları söylemesi patavatsızlık mı içtenlik mi karar veremedim ama ülkemizde bir cumhurbaşkanı annesinden hiçbir zaman duyamayacağımız bu itiraflara hayran kalmamak da elde değil.
Agatha Christie'nin evlilik üzerine “Bir kadının sahip olabileceği en iyi koca arkeologdur – kadın yaşlandıkça, adam onunla daha çok ilgilenir.” dediğini okuduğumda cinayetler kraliçesinin kendisinden küçük arkeolog kocasını ve ne kadar doğru bir seçim yapmış olduğunu anımsadım bir kez daha.
Kadınlar konuşurken hep böyle masum sözler edilmez, laf tabii ki erkeklere gelecek, e dil de az biraz kabalaşacaktır. Kitapta bunu en iyi özetleyen cümle Kathy Lette'den geliyor: “Vajinam konuşabilseydi tek bir şey söylerdi: Seni yalancı, sahtekâr, ikiyüzlü piç.” Amerikan başkanlarından söz açılmışken Hilary Clinton'ın da kocası Bill Clinton hakkında “Kapı önünde tutması zor bir köpek.” dediğini öğrenmiş bulundum. Başkanların anneleri de eşleri de bayağı afili laflar ediyor Amerika'da.
“Hikâyemizin sonunu bilmeyi çok isterdim.” demiş Simone de Beauvoir. Hikâyemiz zordur, erkeklerden daha zor, sonunu bilemesek de iyi bir hikâye olması için konuşur kadınlar, acılarını azaltmaya çalışır, birbirini iyileştirmek ister. Yeter ki yalnız olmayalım çünkü Toni Morrison'ın dediği gibi: “Dünyanın en yalnız kadını yakın bir kadın arkadaşı olmayandır.”

Banu Yıldıran Genç

Kadınların Hınzır Bilgeliği, Michelle Lovric
Aganta Kitap

285 s., Ocak 2016  

16 Mart 2016 Çarşamba

Merhume

Kadınların cehennemine dair...
Neredeyse on yıldır beklediği roman çıkınca heyecanlanıyormuş insan. Murat Uyurkulak'ın 2010 yılından beri bazı röportajlarında yazdığından bahsettiği Merhume'nin yayımlanacağını önce transfer olduğu April Yayınevi'nin tvit'inden öğrendim. Bunca yıl beklenir de hemen alınıp okunmaz mı, tabii ki okunur. E kitaplarla azıcık haşır neşir olan insan mahalle komşusu yazarın son romanı hakkında yazmak isemez mi, tabii ki ister.
Nilgün Marmara şiiriyle başlayıp Didem Madak şiiriyle biten, ana karakteri bir kadın olan, kadınlara yapılan eziyetler, işkencelerle ilerleyen, “kızkardeşlik” hissiyle son bulan bir roman Merhume. Romanda iyi erkek karakter neredeyse yok, olanlar da ya eşcinsel ya trans diyebiliriz aslında. Uyurkulak her zaman ezileni, görünmeyeni anlatmayı tercih etmiştir ama ilk kez bu romanda lgbti bireyler bu kadar öne çıkıyor. Hatta Türk edebiyatında Mehmet Murat Somer'den sonra ilk kez yer verildiğini gördüğüm travesti karakterin, Şevket'in günlük tuttuğu özellikle belirtildiğinden, baştaki ve sondaki şiirler onun günlüğünden alıntılandığından, insanda sanki eksik anlatılmış gibi bir his bırakan bu karakterin hikâyesini daha sonra okuyabiliriz belki diye düşündüm.
Kısa bir süre sonra öleceğini öğrenen edebiyat eleştirmeni Evren Tunga'nın yaşamını anlattığı kasetlerin çözümü, romanın birinci kısmını; kasetleri çözmesini istediği ve bir zamanlar eleştirisiyle hayatını mahvettiği yazar Yusuf Sertoğlu'nun defterleri ikinci kısmı oluşturuyor. Evren'in anlattıkları kaset yüzleri gibi 1-A, 1-B gibi bölümlendirilmiş ve birçok bölüm romandan kopuk bir biçimde Tezgel Arif Efendi'den alıntılar ya da tarihi hikâyelerle başlıyor. Anlatılanlar arasında Alper Kenan ve arkadaşlarının hikâyeleri de var ki, bir süre apayrı kulvarlarda ilerleyen bu bölümler romanın ortalarına doğru ustaca bağlanıyor. Fakat Tezgel Arif Efendi ve diğerleri için aynı şeyi söyleyemeyeceğim, insan okudukça “gerek var mıydı” diye düşünmeden edemiyor. Önceden yayımlandığını bildiğim iki öykü var romanda. Gülsüm'ün trajik hamile kalış hikâyesine daha önce Bazuka'da da yer vermişti Uyurkulak ki okuyanın bu dünyaya lanet etmesiyle sonlanan, Evren'i daha iyi tanımamızı sağlayan bir metin. Diğeri Munathan Mungan'ın hazırladığı Bir Dersim Hikâyesi'nde yer alan Kaju. Bağlamdan kopuk, tam olarak nereye koyacağımızı bilemediğim parçalardan biri Kaju'ydu mesela, bir okur olarak gerekliliği sorgulanacak metinlerden biri.
Kitap genellikle gündelik dille yazılmış, yapacağım değil yapıcam, bir değil bi gibi. Ana karakterleri serseriler, sarhoşlar, fahişeler olunca bol bol da küfürün olması da normal sanırım. Birkaç sitede yer verilen Merhume'ye dair eril dil eleştirisi sadece küfürle ilgili değil, roman boyunca kadınların yaşadıkları -tecavüzler, dayaklar, uzun uzadıya anlatılan ensest, şiddetin bağımlılığıyla sarhoş olmuş erkekler, sallanan penisler- bir hayli zorluyor insanı. Hele bir de gerçek yaşama bu kadar benzer olunca, aşırı doz ilaç almış gibi hissediyor insan.
Biz okur olarak elbette kurgudan kopuk parçalardan, eril dilden ve maşizmden, tepemizde sallanan erkeklikten rahatsız olabiliriz. Murat Uyurkulak da usta bir yazar olarak romanının sonunda tüm bu eleştirileri peşinen bir karakterine yaptırarak bize göz kırpabilir. Okurunu tanıyan bir yazar olarak bu dilin insanları rahatsız edeceğini de, Tezgel Arif Efendi ve diğer parçaların gereksiz görüleceğini de Yusuf Sertoğlu karakterine söyletmiş, kasetlerin sahibi Evren Tunga'ysa tüm bu eleştirilere ağır bir küfürle cevap vermiş ve Sertoğlu'nu kovmuştur. E öyleyse biz okurlara da Tunga'nın seçimine saygı duymak düşer.
Tol'dan ve Har'dan Uyurkulak'ın kıvrak dili, alegoriyi, sonradan uçları birleşen sarmal hikâyeleri sevdiğini biliyoruz, fakat bu romanın girişinde özellikle okunması zor, anlaması karışık bir dille başlamış, sanki “bu sınavı atlatan okuyucu okusun romanımı” demiş. Bol Osmanlıcalı, serbest çağrışımlı ilk 30 sayfanın ardından bildiğimiz Murat Uyarkulak hınzır gülümsemesiyle bekliyor bizi. Öncelikle iki ana karakterin isimleriyle başlıyor oyuna, Evren Tunga ve Alper Kenan, bu topraklarda doğup büyümüş, eğitim görmüş insanların unutamayacağı isimlerin karışımı. Bu iki karakterin yaşadığı zaman belirsiz, mekân aynı. Üç Gezi ayaklanması, on üç darbe atlatılmış, dükkân duvarlarında, okullarda, parada Ulu Önder'in yanına Uzun Önder eklenmiş ama hiçbir şey değişmemiş. Evren Tunga'nın mutlu bir kız çocuğu olarak başladığı yaşamında çektikleri, okulda öğretmen tacizleri, annesinin müşterilerinin tacizleri, edebiyat dünyasının ağır abilerinin tacizleri, tecavüzler burada doğup büyümüş her kadının boğazına yumru gibi oturacak cinsten. Özellikle Evren'in kendisini keşfetmesini sağlayan ilk sevgilisi Zehra'nın devlet tarafından önce hapsedilip sonra diri diri yakılmasının anlatımı kitaba bir süre ara vermeyi gerektirtecek denli duygusal. Sonuç olarak polis aynı polis, asker aynı asker, erkek aynı erkek.
Murat Uyurkulak'ın kendisinden okurlarının Tol'cu ve Har'cı olarak ikiye ayrıldığını duymuştum. Ben hâlâ Tol'cuyum, yine de Merhume'yi okuduğumda yazarın dilini, anlatımını özlemiş olduğumu anımsadım. Biraz ağır başlayıp hızlı biten bu romanın sonunda da Tol'da hissettiğim o “İntikam soğuk yenen bir yemektir.” duygusunu hissettim.
Tüm bunların dışında arada bir girip çıktığı twitter'da kendisiyle ilgili iyi-kötü tüm eleştirileri paylaştığı, moda tabirle rt ettiği için bir teşekkürü hak ediyor Murat Uyurkulak. Çünkü edebiyat dünyamız şu ara maalesef bu olgunluğu gösteremeyen, sadece övgü rt eden, en ufak bir eleştiriyi görmezden gelen yazarlarla dolu.

Banu Yıldıran Genç

Merhume, Murat Uyurkulak
April Yayıncılık, Şubat 2016, 317 s.
* Bu yazı sanatatak.com sitesinde yayımlanmıştır.



Dorothy Parker - Tüm Öyküler

  Aşk Eski Bir Yalan Delidolu Kitap’ın son dönemde bizi tanıştırdığı öykü yazarlarını büyük bir zevkle okuyorum. Daha önce Notos’a ...