Ev
hanımı
değil ev anası
Zamanında
iki sene ev analığı yapmış biri olarak Birgül Özcan’ın Ev
Anası
adlı romanını
görür
görmez
aldım. Ev analığımın üzerinden yıllar geçmiş
olmasına rağmen romandaki kadınların mutsuz yaşamlarını
okuyunca o iki yılı,
hiç
hazzetmediğim halde içine çekildiğim
komşuculuk oyunlarını anımsadım. Birgül Özcan, Nur’un
ve apartmandaki komşularının yaşamını o denli gerçekçi
detaylarla işlemiş ki anımsamamak mümkün olmazdı zaten.
Kendisi
gibi Radyo-Televizyon bölümünü
bitirmiş, birkaç sene dergilerde çalışmış
ama daha sonra çocuk
doğurup ev analığını seçmiş
Nur’un
yaşamını anlatıyor Birgül Özcan. Nur’un yaşamı bu ülkede
yaşayan hiçbir
kadına uzak değil.
Kadınların
çalışma hayatında nasıl silkelenip atıldığını, Türkiye’deki
çalışma şartlarının ne olduğunu hepimiz biliyoruz. Bunların
üstüne, yemek dergisinde çalışırken
de, life style dergisinde çalışırken
de uyumsuz bir kadın
Nur, çünkü
çok okumuş, çok
bilmiş, bildiklerini kendine kariyer basamağı yapmak için
değil
kendisi için
öğrenmiş, vicdanlı bir anne babayla büyümüş, doğruları,
tabuları sorgulamış bir kadın.
Evlendikten
sonra birkaç kez taşındıktan sonra şu anki evine, “Âkiller
Apartmanı”na taşınıp rahat etmiş. Biri çalışmayan
hemşire, biri kilo aldığı için
işten
atılan hostes, iki yakın komşusu var. Üçünün de ortak özelliği
meslek sahibi ev hanımı olmalarının yanında “haşimato”ları
olması. Eğer bunun ne olduğunu bilmiyorsanız roman boyunca o
kadar çok
tekrarlanacak ki bakıp
öğrenmek
zorunda kalacaksınız. Çalışan yegâne komşusu kocası çekip
gidince oğlunu tek başına büyütmek zorunda kalan emlakçı
Kamuran Teyze ki o da Virginia Woolf’tan tutun dünya sinemasına
kadar bilmediği olmayan bir kadın. O nedenle Nur’un aslında
Türkiye şartlarında oldukça
şanslı bir ev anası olduğunu söylesek
çok
da yanılmış olmayız. Nur ve arkadaşları arka kapak yazısında
da söylendiği
gibi zekâları,
hünerleri
ve emekleriyle hapsedildikleri alanları aşmışlar.
Ev
Anası tam bir roman bütünlüğüne sahip değil. Nur’un anne
sözü
dinleyerek içinde
birikenleri yazmaya karar vermesi ve bu yazdıklarını apartman
yöneticiliği
kadrosundan apartmanın panosuna asmaya karar vermesiyle, kitapta
Nur’un yazdıklarını ayrı parçalar
hâlinde okuyoruz. Hemen her yazıda başka bir soruna el atan Nur’un
dilinden kimler kimler kurtulamıyor: Özel sektör
çalışanlarından
tutun performans sanatçıları Marina Abramovic ve Ulay’ın olaylı
aşk hayatına,
Virginia Woolf
ve kocasına kadar aklına geleni, eteğinde biriken taşları
yazıyor Nur.
Bu
yazılarda da romanın
diğer
bölümlerinde
de gereğinden fazla anlatıyor sanki Birgül Özcan. Nur’un bir
yazısında söz
ettiği editörünün
söylediklerini
belki de aynen alabiliriz buraya. “Atlı
kovalıyor gibi yazıyorsun Nur, hiç yavaşlamıyorsun,
derinleşmiyorsun, yazdıkların soluk almaya izin vermiyor. Sen
yavaşlamayı bilmiyorsun.” Romanın
başlangıcında
sadece televizyonda izlenen bir ünlünün, Defne Bücüroğlu’nun
hayatı (kim olduğunu buldum!) kurguya hiçbir
katkısı olmamasına rağmen, sadece Nur’un söylenmeleriyle
sayfalar boyunca devam ediyor. Yine kitabın sonunda, tam da
karakterler biraz daha okurun kafasında oturmaya başlamışken,
her şeyi
yediği hâlde
hiç
kilo almayan sunucu Damla Fitol’un Nur ve arkadaşları tarafından
kaçırılması hiç gereği
yokken absürtlük katıyor romana diyebilirim. Okurlar olarak o
örnek
alınan sunucunun da çok
mutsuz olduğunu, aldatıldığını kadın dayanışmasıyla hoş
bir biçimde
öğreniyoruz ama gerek var mıydı?
Tüm
bunların yanında yaşamını ve düşüncelerini her şeyiyle okura
açan
Nur’un
kocası Kerem hakkında hiçbir
fikir sahibi olmamamız romanın “geveze”liğine
ters düşüyor diyebilirim. Kerem kimdir, Nur’la ilişkisi
nasıldır, hayatla, çocukla
bu kadar boğuşan
Nur’u
kıyısında
nasıl
bir yan karakterdir, öğrenemiyoruz. Birkaç kere vicdanlı, iyi ve
işkolik olduğu söyleniyor
laf arasında o kadar. Romanda konu komşunun yaşamına, Kamuran
hanımın çekip
giden kocasına kadar bilince, ana karakterin kocası sanki koca bir
boşlukta diyebilirim.
İlk
romanda böylesi
küçük kusurların olması doğal, fakat şunu söyleyebiliriz ki
Birgül
Özcan inanılmaz bir gözlemci.
Kadınların yaşamlarında, günlük rutinlerinde kendilerinin bile
fark etmediği onca ayrıntıyı öyle bir sığdırmış ki
anlattıklarına, insanın kendinden bir şeyler buldukça
satırların altını çizesi geliyor… Otelde oda toplamalar,
babamız diye konuşan anneler, herkesi saran led ışık çılgınlığı,
“Yıkanmayı
Sevmeyen Çocuklar” kitabını
okumuş biri olarak zorla çocuk
yıkamalar… Her sayfa bunun gibi birçok
ayrıntıyla dolu. Yaşamlarımızın ve hatta varoluşumuzun
çelişkisini
sorgulayan bir kitap olmuş Ev
Anası.
Roman
sonlara doğru
bambaşka
bir yol çiziyor.
Birgül
Özcan’ın duyguları anlatma ustalığını ve dilinin
kıvraklığını asıl olarak Nur’un son yazdığı yazıda
bulabileceğimizi düşünüyorum. Kaç kere okuduysam ağladığım
bu yazı bence biz okurlara Birgül
Özcan’ın bundan sonra yolunun açık olduğunu muştuluyor.
Banu
Yıldıran
Genç
Birgül
Özcan, Ev
Anası,
Sel Yayıncılık, Şubat 2016, 115 s.
* Bu yazı Notos'un 58. sayısında yayımlanmıştır.
Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
YanıtlaSil