Yıllar sonra gelen bir
ilk roman
Semih Gümüş'ün romanını “yeni
çıkanlar” listesinde gördüğümde birçok okur gibi ben de
şaşırdım. Tabii ki hemen okudum. Bugüne dek, tanıdığım bir
yazarın kitabı hakkında yazmadığım için bu yazıyı yazsam mı
yazmasam mı emin değildim, ya beğenmezsem, objektif olamazsam
diyordum... Neyse ki romanın daha ortalarında bu kuşkularım uçtu
gitti, Semih Gümüş tanıdığım Semih Abi olmaktan çıkıp
yepyeni bir yazar oldu benim için.
Belki Sonra Başka Şeyler de
Konuşuruz, iki yönüyle farklı bir roman. Öncelikle, doğanın
bu denli anlatının içinde yer alması, çok de alışık olduğumuz
bir şey değil. Yaşadığı zor yılı ardında bırakmak için
evini, karısını terk edip bir Ege kasabasına giden Sinan'ın
hikâyesi anlatılan, bu hikâyenin en önemli kahramanlarından biri
de her şeyiyle doğa; başta zeytin ağaçları, türlü türlü
kuşlar, deniz, yılanlar, meyve bahçeleri, köpekler...
Sinan politik sebeplerle atıldığı
zindanda yaşadıklarının üstesinden gelmeye çalışırken bir
yandan da doğa-insan ilişkisinin nasıl bu hâle geldiğini
sorgular roman boyunca. Taşındığı kasabada yolu kapatıyor diye
kadim zeytin ağaçlarını kestiren yazlıkçılar da vardır, doğru
düzgün meyveyle sebzeyle ilgilenmeyen, zeytinliklerine bile
bakmayan köylüler de... Temiz havası, maviliklerin ortasındaki
adası, kutsal ağaçları, sabahı güzelleştiren bülbülleri,
akşam ziyaretlerine gelen baykuşlarıyla bir armağandır bu kasaba
insana. Oysa insan, nedense doğadaki her şeyin sahibi ve en
akıllısı olduğu yanılgısıya bu armağanları hora
kullanmaktadır. Sinan yaşadığı cehennemden doğayla
çıkabileceğini düşünür, doğa sağaltır, umut verir ona. “Tek
tek almıştı yaprakların tozlarını, parlatmış, bozulanları
koparıp toplamış, dallarını sıvazlayıp temizlemiş, düzenli
sulayarak canlarına can katmıştı. Beni burada en çok bu ağaçlar
getiriyor kendime. Ben onların meyvelerini de alırım, yaparım
bunu da. Narlarım benim, derim onlara, şeftalilerim, kayısılarım.”
Belki de kentte yaşıyor olmak bu
denli duyarlı yapıyor insanı doğaya karşı, Sinan kasabalıyla
kaynaşmaya çalıştığı her an doğaya bakıştaki farklılığın
duvarına toslayıp duruyor. Armağanlarının değerini bilmeyen bu
insanlar cahil mi kurnaz mı, karar veremiyor. Neyin ne olduğunun
anlaşılabilmesi için ise kasabada neden hiç köpek olmadığı
sorusunun sorulması gerekiyor romanda.
Romanın ikinci farklı yönü ise
70'lerden, 80'lerden beri yazılan işkence romanlarında olmayanı
anlatmak diyebilirim. İşkencelerde neler yapıldığını maalesef
hepimiz fazlasıyla biliyoruz, bunun edebiyata yansımasını da uzun
süredir görüyoruz. Nedense kadınlara yapılan cinsel tacizleri,
tecavüzleri, bunun yaşamlara nasıl yansıdığını çokça
okuduk, belki de çoğunu kadın yazarlar cesurca yazdığından.
Oysa biliyoruz ki yaşanan cinsel şiddet sadece kadına yönelik
değil, romanlarda diğer tüm işkence yöntemlerini, elektrikleri,
suları sıkça okumamıza rağmen, erkeğe yönelik taciz ve
tecavüzleri dillendiren, hele bunun sonraki yaşamı nasıl
etkilediğini anlatan pek olmadı. Belki Sonra Başka Şeyler de
Konuşuruz'da Sinan yaşadıklarını tüm açıklığıyla
anımsıyor, anımsıyor ama anlatamıyor. Yirmi yıllık karısı
Leyla'yı iyileşebilmek umuduyla terk ediyor.
Aynaya bakarken, tavanı seyrederken,
duvardaki çatlağı fark ettiğinde bir anda hücum eden anılar,
kendine, bedenine yabancılaştırıyor Sinan'ı. Haksız yere
tutulduğu o üç ayda başına gelenlerin insanın kendisine
saygısını yitirmesi için yapıldığının farkında olsa da
düşüncelerini değiştiremiyor.
İşte bu zor günlerinde yaşamına
umut ışığı gibi giriveriyor Mina. Aynı kasabada evi olan,
boşanmış, orta yaşlarda, akıllı, güçlü bir kadın Mina.
Sinan'a iyi gelecek bir kadın. Okuru da içine alan bir heyecanla
başlayan bu ilişki, yapılan yemekler, mezeler, kahveler, içilen
şaraplar, rakılar, edilen sohbetler derken Sinan'a yaşadıklarını
unutturmaya başlıyor. Gerçekten de romanın ilk yarısında daha
çok sözü edilen, anımsanan işkenceler, Mina'dan sonra azalıyor.
Sinan yıllar sonra yeniden bir kadına
âşık olmaktan hem tedirgin hem mutlu. “Sevgisini göstermeyen
bir hâli var. O zaman ben giderim yanına, dibine oturur, başımı
kucağına koyarım, seni istediğim zaman öpebilir miyim, diye
sorarım. Yanlış bir şey yapar mıyım. Kendimi kontrol edemeden.
Zihnimde çakan siyah ışık kör ederse bilincimi, nasıl
davranırım.” Durmaksızın sorular soran, kendini sorgulayan
Sinan, günlük yaşamda değilse de cinselliğin söz konusu olduğu
anlarda, zihninde çakan siyah ışığın etkisine girebileceğinden
korkmaktadır. Gerçekten de en ateşli sevişme anlarında farkına
varmaksızın kendi işkencecilerine dönüşmeye başlar. O
heyecanlı umutlu aşk dolu günlerin tam tersine dönüşünü
ustalıkla verir Semih Gümüş. “Mutluluk nedenleri azalırken
mutsuzluk nedenlerinin çoğalmasıymış aşk.”
Semih Gümüş'ün eleştiri yazılarını
takip edenler uzunca bir süredir “anlatıcı” sorununun
çözümüyle uğraştığını bilirler. Romanında bunun hakkından
gelmiş görünüyor, aynı paragrafta anlatıcılar durmaksızın
değişebiliyor, okuru zorluyor, ama okumak zaten çaba isteyen bir
iş. Romanda diyalogların, hatta köylülerle sohbetlerin bile
doğala uzak, edebi olması göze batabiliyor ama Sinan'a “Bazen
kitap gibi mi konuşuyorum” dedirten Gümüş'ten cevabımızı
almış olabileceğimizi düşünüyorum.
Anlattıklarının çarpıcılığıyla,
üzerinde çok düşünülüp emek harcanmış ve okurdan da aynı
emeği isteyen diliyle, okuru anlatının içinde başka yazarlar
başka kitaplarla karşılaştırıp yüzleştirmesiyle olgun bir
“ilk roman” diyebiliriz Belki Başka Şeyler de Konuşuruz
için.
Banu Yıldıran Genç
Semih Gümüş
Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz
Can Yayınları, Ekim 2015, 300 s.
* Bu yazı Agos Kirk'in Kasım 2015 sayısında yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder