Dipteki yaşamlar...
Okudukça dertleneceğiniz,
dertlendikçe okumaya devam edeceğiniz, bittiğinde yüreğinizdeki
taşın ağırlığıyla bir süre hareket edemeyeceğiniz bir kitap
yayımlandı yakınlarda, İlker Aksoy'un Ölümden Beter
Yaşamlar'ı.
Express
ve Roll dergilerinde de yazan İlker Aksoy'un ilk romanı Ölümden
Beter Yaşamlar,
fakat ustalıklı kurgusu, derin konusu, hiçbir zaman elden
bırakmadığı mizahı, farklı farklı anlatım türleriyle göz
kırptığı postmodernizmi ve tek bir fazlalık dahi barındırmayan
sade diliyle bir ilk romandan çok daha fazlasını sunuyor okura.
Yaşamında tek bir gün bile kaderin yüzüne gülmediği Diler'le
sistemde var olmaya çalışan üniversite mezunu Âdem Ziya'nın
arkadaşlıklarıdır anlatılan. Bu arkadaşlığın kurulması
sancılıdır, Âdem Ziya hayatta akıllı olmayı öğrenmeye
çalışmaktadır, yaşadıklarından sonra herkesten her şeyden
şüphe duyar ama yine de mayasındaki iyilik kısa sürede ortaya
çıkar, kendinden çok daha kötü durumdaki Diler gün gelir en
yakın arkadaşı olur. Âdem Ziya'nın dışarıya göstermeye
çalıştığı umursamaz, ters tavırlarının değişmesi yazar
tarafından öyle incelikli işlenir ki okura önce duvar ördürür
sonra da o duvarı cümleleriyle paramparça eder.
Diler'in muhabbetinden kaçmak için çay koymaya gittiğinde evde
sadece üç küp şekerin kaldığını özellikle belirtir Âdem,
ikisini kendi çayına, birini Diler'in çayına atar. Okur, duvara
bir tuğla daha koyar. Oysa Âdem Ziya çayları verirken bir anda
iki şekerli olanı Diler'e uzatır. Duvar sallanır. Bu ince ayrıntı
aslında son derece insani olanı hatırlatıyor bize, “bencil”
olmaya, yaşam karşısında sert olmaya karar vermişken olamamak bu
denli basit işte. Romanın sonundaki tiradında Âdem Ziya bunu uzun
uzadıya anlatır:
“Kürt
olsam mesela, dağa falan çıkardım. Ölünce rahmetle anılırdım.
Çingene olsam, çalgı çalardım, millet durup durup fotoğrafımı
çekerdi. İlkokul terk olsam, mafyaya katılırdım. Akademisyen
olsam, gazetelerde, dergilerde insan hakları üzerine yazardım.
Ama ben
sıradan, alt orta sınıfa mensup bir adamdım.
Ve bana biçilen
görev, oralardan düşmemek, mümkünse de üst orta sınıfa
çıkmaktı.”
Âdem Ziya bu amaç için politik ortamları, bir zamanlar komün
olarak yaşanan evini bırakır, bir süre kafasını dinler,
sonrasında ise köle düzenindeki işine başlar.
Bu arada Âdem Ziya'nın iç sesi, ona akıl veren dış sesler
olarak tiyatro formunda belirir romanda. Kendisiyle çeliştiği
yerlerde farklı farklı kişiler ona ders verir, “adam”
olmasını, gerçekçi olmasını, bu dönemde iyi olmanın mümkün
olmadığını söyler. Bu çelişki ve yansıtılış biçimi romanı
bir yanıyla Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ına yaklaştırmaktadır.
Romanda karakterler yaşadıklarını birinci kişi ağzından
anlatırlar fakat İlker Aksoy bunda da farklı bir biçem
denemiştir. Her karakter diğerinin lafını bittiği yerden alır,
anlatıcı değişir. Böylelikle Âdem Ziya'nın gözünden bir
olayı öğrendiğimizin hemen ardından Diler'in lafı almasıyla
onun bu olayı nasıl gördüğünü ve sonrasını öğrenebiliyoruz.
Bu farklı biçem sayesinde uzun zaman birbirine güvenemeyen bu iki
karakterin her şeyi nasıl farklı yorumladığını da
anlayabiliyoruz.
Diler'in
hayatını ta en başından, annesinin genç kızlığından
başlayarak dinleriz onun anlattığı kısımlarda, Âdem Ziya'nın
inanmaya inanmaya dinlediği masalsı ve sevgi dolu bir hikâyedir
ana-oğulun hikâyesi. Sevgi ve şanssızlık dolu, birbirine
tutunmuş bu iki insanın başına gelenler, her şeyin günbegün
kötüye gitmesi, Diler'in ameliyat ve para umudunu bir reality
show'a bağlamasına kadar gidecektir. Roman adını bu programdan
alır: Ölümden Beter Yaşamlar.
Diler bu yaşamları izledikçe kendisinin bile iyi durumda olduğuna
inanmaya başlar, programa çıkar da bahtsız yaşamını anlatırsa,
seyirci de bu bahtsızlığı beğenip reytingleri yükseltirse
ameliyat parası kanal tarafından karşılanacaktır. Bu umudunu da
yitirmesi hayatla, gerçeklikle bağını yitirmesine yol açar.
Hangi birine üzüleceğimizi bilemediğimiz karakterler yaratmış
İlker Aksoy. Çaresizce debelenen, yaşama tutunmaya çalışan,
devrimci dostlarından kazık yedikçe hayaller dünyasına kapılan
Diler, gençliğinin tüm enerjisi, umudu tükenmiş, kötülüğe
karşı koymaya çalışan ama gücünü kaybeden Âdem Ziya ve bu
karakterlerin ardında bir yandan vahşi kapitalizmin tırmanışa
geçmesi, bir yandan ekonomiyi çökerten 2001 krizi... Her şeyin bu
kadar gerçek ve bu kadar kötü olması alıkoyacak mı bizi
okumaktan? Tabii ki hayır, her satırda yediğimiz darbelerle
beraber, ağzımızdaki kekre tatla okumaya devam edeceğiz çünkü
Diler'in Ölümden Beter Yaşamlar'ı izleyip durması gibi, belki
bizim de daha kötüsünü okumaya ihtiyacımız var.
İlker Aksoy'un anlatıcı değiştirdiği bölüm geçişleri,
aradaki italikle yazılmış kısımlarda anlattığı farklı ve
mutsuz yaşamlar, bu yaşamların arasında kurduğu bağ, tiyatro
oyunu formundaki bölümlerin içerdiği kara mizah, Diler'in
söylediği türküler, romanın çaktırmadan bizi sürüklediği
gerçeküstü ortam... hiçbiri anlatılanların acılığını
unutturmuyor fakat anlatımdaki farklılık ve özgünlük bu
acılığın üstünü kapatıyor.
Sel Yayıncılık bir kez daha usta işi bir ilk romanla gönlümüzü
kazanıyor. İlker Aksoy'un bundan sonra ne yazacağını merakla
bekleyeceğiz.
Banu Yıldıran Genç
İlker
Aksoy, Ölümden
Beter Yaşamlar, Sel
Yayıncılık, 317 s.
* Bu yazı Notos'un 52. sayısında yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder