Yangınlar, mahzenler, yeraltı geçitleri: Bir zamanlar Beyoğlu
Ulusal Yunan Araştırmaları Vakfı tarafından 2017’de başlatılan Osmanlı Araştırmaları Projesi’nin bir parçası olan Beyoğlu Sırları romanı, 28 Haziran 1888’den 26 Ağustos 1889’a kadar Karamanlıca bir gazete olan Anatoli’de tefrika edilmiş. Rum yazar Epameinondes Kyriakidis’in romanı Türkçeye Evangelinos Misailidis tarafından çevrilmiş.
Derslerde konusu geçerse lise öğrencilerinin dahi alfabe ve dil konusunda kafalarının karışık olduğunu gözlemliyorum. Bu nedenle Karamanlıca dediğimiz dilin Yunan harfleriyle yazılan Türkçe olduğunu tekrar etmek lazım. Evangelia Balta’nın "Gerçi Rum isek de, Rumca bilmez Türkçe söyleriz" adlı araştırma kitabından şu bölümü alabiliriz:
“Gerçi Rum isek de Rumca bilmez, Türkçe söyleriz
Ne Türkçe yazar okur, ne de Rumca söyleriz.
Öyle bir mahludi hatt-ı tarikimiz vardır
Hurufumuz Yunanice, Türkçe meram ederiz
‘Karamanlılar’ olarak bilinen Türkçe konuşan Rumlar,19.Yüzyılın sonunda kendilerini yukarıdaki dörtlük ile tanımlamaktaydı. Karamanlılar, Türkçe konuşan Ortodoks Hıristiyanlardı ve yazı dili olarak Yunan alfabesi ile yazılan Türkçeyi kullanıyorlardı.”
1924 mübadelesiyle dillerini bile bilmedikleri Yunanistan’a gönderilen Karamanlılarla ilgili son yıllarda hem pek çok araştırma yapılıyor hem de Karamanlıca ya da Karamanlıların ana karakter olduğu romanlar yıllar sonra ilk kez yayımlanıyor. Tabii bunda en büyük pay sahiplerinden biri İstos Yayınları. Beyoğlu Sırları’nda da İstos, büyük emek harcayarak, ayrıntılı dipnotları, sözlükçesi, çeviri açıklamalarıyla iyi yayıncılık nasıl yapılır sorusunun cevabını veriyor biz okurlara.
Üç yüz sayfalık roman tabii ki döneminin şartları gereği bol açıklamalı, bilgiler veren, hiç durmadan okuru uyaran bir tarza sahip ama biz Tanzimat romanına alışkın olanlar bu tarzdan ayrı bir zevk alıyoruz bence. Hikâye büyük Beyoğlu yangınının olduğu gece başlıyor. Yazar yangının başlama sebebini romandaki kötü karakteri bir biçimde bağlıyor. Bu yangın İstanbul’un ve Beyoğlu’nun çehresini değiştiren en büyük olaylardan biri, üç binden fazla ev yanıyor, insanlar aylarca çadırlarda kalıyor, ölenlere mezar yeri zor bulunuyor. 24 Mayıs 1870 tarihinde bir pazar günü başlayan bu yangını ve sonrasını Kyriakidis o kadar detaylı ve gerçekçi betimliyor ki romanın en başarılı bölümlerinden bazıları bu yangına müdahale eden Rum kabadayıların maceraları.
Romanın başındaki açıklamalarda özeti de verildiğinden yazıda rahatça olan bitenden bahsedebileceğimi düşündüm. Zaten Tanzimat romanlarını hatırlarsak iyinin çok iyi, kötünün en kötü olacağını, yazarın da tabii ki iyiden yana taraf tutarak anlatacağını tahmin edebiliriz. Sonunda ise klasik bir biçimde iyiler ödüllendiriliyor, kötüler cezalandırılıyor. Romanın teknik olarak Romantizm etkisindeki Tanzimat romanı olduğunu söyleyebiliriz. Bizi asıl ilgilendiren şey olaylar ki oldukça karışık bir olaylar dizisi var ve bu olayları anlatırken verilen detaylar.
Roman üst sınıftan bir hanımın Feridiye Caddesi’nde kötü ünüyle bilinen bir eve gizli saklı gitmesiyle başlıyor. Bu hanım ünlü işadamı Andreas Zinovios’un karısı Ermioni. Ermioni’nin arkasından onu takip eden kocasının eve baskın yapması, hemen arkasından genç bir delikanlının da süslenmiş bir biçimde gelmesi yanlış anlamalar silsilesini başlatıyor. Andreas, karısının “Günahsızım.” demesini kesinlikle dinlemiyor ve açıklama yapmasına izin vermeden delikanlıyı vuruyor. Bundan sonra karısını öldürmeye çalıştığı bir sahne var ki Andreas’ın romanın gidişatında kötülerden mi iyilerden mi olacağını tahmin etmemizi zorlaştırıyor. “Lakin o vazife edinmeyerek, kudurmuş kelb gibi üzerine sıçradı ve oracıkta ümitsizlikle boğuşmaya başladılar. Erkek tırnakları ile hatunun etlerini tırmalar, dişi de dişleri ile rast geldiği yeri ısırır idi. Hain herif, kemâl-i memnûniyetle acı acı kahkaha çekerek, ‘Elhamdülillah öcümü aldım,” dedi.” Burada “hain herif” tamlamasıyla Andreas’ın yazarın çok da favorilerinden olmadığını anlayabiliyoruz ki romanda onu öldürüp aradan çıkaracak.
Andreas izlerini kapatmak için evi yakacak ve büyük Beyoğlu yangınını başlatan kişi olacak. Her ne kadar kendisi intihar etmek istese de olaylara dahil olan Mösyö Baron tarafından kurtarılıyor. Mösyö Baron ortaya çıkınca anlıyoruz ki Kyriakidis’in kahramanı, gönlündeki iyi, işte budur. Neler mi yapmıyor Baron? Andreas’ı ve evde kilitli kocakarıyı kurtarıyor, çıldırmış adamı sakinleştirip başında bir gözcüyle bırakıyor, yangının büyüdüğünü görünce Kalyoncu Kulluk Sokak’taki meyhanelerden Rum gençleri yardıma topluyor, onlarca aileyi yangından kurtarıyor, birçok yaralı insanı evinde barındırıyor... Ahmet Mithat Efendi için Râkım Bey neyse Epameinondas Kyriakidis için de Mösyö Baron yani Yeorgidas Kallimahis odur.
Rum delikanlılarla birlikte yangına yardım etmeye başladıklarında Feridiye Caddesi’nde başlayan yangın Aynalıkavak’a, İstiklal Caddesi tarafında ise Sakızağacı Sokak’a kadar yayılmış, öyle büyük bir yangın. Yazar bu arada tulumbacıların aslında ne kadar organizasyonsuz bir ekip olduklarını, taşıdıkları suyla bir şey yapılamadığını, her mahallenin ayrı ekibi olduğunu, bunların da habire kavgaya tutuştuğunu açıklar. En sonunda da ecnebilerin anlaması için şöyle bitirir: “İstanbul’un tulumbacılarının ne yolda olduklarını taşralarda olanlar anlamak isterlerse, akılları ile hesap etmelidirler ki 15-20 yalınayak başı kabak göğsü açık adamlardan mürekkep bir alayın dört tulumbacı sırtında bir tulumba ile ve acı acı bağırarak seğirttiklerini ve birtakım çoluk çocukların takip ettiklerini hesap etmelidir.”
Romanın iyisi Mösyö Baron ama bu dönem romanlarına bir de kötü gerekiyor, hem de öyle bir kötü ki bir yerden sonra neyi niye yaptığını bile anlamayalım. Yazarın Büyükada’da zengin koca avına çıkmış Madam İvi Allain’i anlatış tarzından romanın “kötü”sünü bulduğumuz izlenimine kapılıyoruz. “Mesela Allain bunu izdivaç etmezden evvel âdi bir karı imiş...” Yazar rahmetli koca Allain’den de hoşlanmayıp saydırmaya devam ediyor: “‘Hımhım ile burunsuz, birbirinden uğursuz’ fehvasınca, encamki ömrü dahi şüpheli, nisâ taifesi Allain ile İvi hakkında pek meşkûk fıkralar tanırlarmış.”
Ve roman içinde Baron’un yani aslında Yeorgios Kallimahis’in, çok önemli ama fakir düşmüş bir “familyanın” son temsilcisinin gençliğine yolculuk ediyoruz. Kiracı kaldığı evin yeğeni güzel Efrosini ile aşkı, kızının doğumu ve feci son, Efrosini’nin kızını da alıp bir başka adama kaçması... Tabii yazar tüm bunları Yeorgios’un tarafını tutarak aktarıyor bize ama âşık olunca cebinden annesinin mezarına diktiği ağacın dalını çıkarıp onun üzerine yemin eden, karısının hamile olduğunu duyunca ağlamaktan bitap düşen bir adam biraz fazla mı sıkıcı ne? Artık öyle bir hâl alıyor ki lohusa Efrosini, kendisine övgüler düzen Yeorgios’a sanki bizim iç sesimizle cevap veriyor. “Teşekkür ederim muhibbem! Zenginler lohusa zevcelerini parlak hediyelerle memnun ederler. Ben fakir olduğumdan, sana kalbimden başka bir şey teslim edemeyeceğim. Onu ise zatından teslim etmiştim... dedi. Efrosini dahi, Ne boş ve zevzek heriftir! Kalbin senin olsun der gibi gülümsedi.”
Neyse ki Yeorgios yıllar içinde kimliğini gizleyip Baron’a dönüşürken bu mıymıylığı da gitmiş gerçek bir erkeğe dönüşmüş, öyle ki koca Beyoğlu yangınının harap ettiklerini neredeyse tek başına üstlenmiş, olayı başlatan gizemi çözmüş, sonrasında da tabii ki her şeyi düzeltmiş. Tabii bu iş düzeltilirken İvi’nin gerçek kimliğini, Ermioni’ye niye tuzak kurduğunu, Ermioni’nin aslında kimin kızı olduğunu öğreniyoruz. Yine dönem romanlarından alışık olduğumuz üzere akrabalık bağları sürpriz olarak karşımıza çıkıyor. Sonunda ise karmakarışık pek çok olay tek tek çözülüyor, babalar kızlarına kavuşuyor, kötüler ise cezalarını çekiyor.
İstanbul Sırları romanı tam da o dönemler meşhur olduğu gibi Londra, Paris gibi büyük şehirlerin gizemlerini anlatan romanlara benziyor. Yangın sahnelerinde Talimhane’den Elmadağ’a hatta Beyoğlu’na uzanan mahzenler, kapalı demir kapılar, gizli geçitler var. Samatya’da geçen bölümlerde alt sınıfın suçluları tüm pislikleri ve vahşetleriyle betimleniyor. Tarabya’da geçen bölümlerise masal gibi, bu balıkçı kasabası, kilisenin huzur veren varlığı ve yeşille mavinin birleşimi, Boğaz’ın eşsizliği aktarılıyor uzun uzun. Kısacası Kyriakidis İstanbul’un bin bir yüzünü de göstermiş okurlara.
Romanda yazarın ustalığını en çok bu İstanbul bahislerinde görebiliyoruz. Bunun dışında romanın sonunda tüm düğümlerin çözüldüğü Yeorgios ve Madam İvi’nin neredeyse elli sayfa süren bir diyalog bölümü var ki aslında olayların anlatımındaki bunca açıklamaya, bilgiye hiç gerek yokmuş diyor insan. Epameinondas Kyriakidis’i bence çağdaşlarından ayıran bölüm bu olmuş, ne tek bir fazla sözcük var ne de eksik. Müthiş akıcı, tiyatro oyunu izlermiş gibi hissettiren bir diyalog.
Roman tamamen Rumlar arasında geçiyor, bahsi geçen semtlerde az da olsa yaşayan Müslümanlar ortalıkta yok, tıpkı bizim Tanzimat romanlarında azınlıkların olmaması ya da sadece belli rollerde olmaları gibi. E zaten Osmanlı’da halkların bir arada ve kardeşçe yaşadığı masalına hiçbirimiz artık inanmıyoruz. Beyoğlu Sırları Tanzimat romanlarına, eski İstanbul’a ve Rumların yaşamına meraklı her okuru tatmin edecek denli kapsamlı bir roman. Kitapta sözlük olsa bile iyi anlayabilmek için Osmanlı Türkçesine biraz aşina olmak gerekir, bunu da ekleyeyim.
Beyoğlu Sırları
Epameinondas Kyriakidis
Karamanlıcaya çeviren: Evangelinos Misailidis
Yayına hazırlayan: Evangelia Balta & Sada Payır
İstos Yayın, Şubat 2020, 388 s.
* Bu yazı 25 Eylül 2020 tarihli Agos gazetesinde yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder