Hatıralar, yalnızlık ve kaçış: Belleğin Girdapları
Hiç unutamadığım bir anım var yalnızlığa dair... Yalnızlık da değil aslında kendimi hiç tanımamama dair mi desem... Hatırlayınca film sahnesi gibi geliyor, abartıyor muyum, olduğundan farklı mı hayal ediyorum bilemiyorum bazen. Belleğin girdaplarında kaybolmak böyle bir şey olsa gerek. On sekiz yaşımda bir bayram tatiliydi, ilkbaharın sonlarına denk gelmişti. İstanbul’dan çok gidesim vardı, insanlardan bıkmıştım -on sekiz yaşında!-, yalnız kalmak istiyordum. Sanırım yine dokuz günlük tatillerden biriydi, ailem Çanakkale’deki yazlık evimize ancak bayrama gelebilecekti, sıkılmışlığımı, ısrarlarımı ve gitme isteğimi görünce beni babamın çok eski arkadaşı yaşlı bir çiftle beraber gönderdiler, onlar tatil başlamadan gidiyordu. Ben bayram gelene dek, şimdi tam bilemiyorum ama belki üç dört gün boyunca, bu yaşlı karı kocanın torunuymuş gibi üst katta yaşadım, yemeğe çağrılınca indim yedim, yürüyüş yaptım ve geceleri üniversitede ödev olarak seçtiğim Tehlikeli Oyunlar’ı okudum. Oğuz Atay bir yandan, romandaki yalnızlık duygusu bir yandan, benim günlerce “Elinize sağlık”ın ötesinde bir cümle kurmamam bir yandan... üç günün sonunda arife gecesi sabaha kadar camın önünde oturup siteye giren arabaları izledim. Ailemin yolunu gözledim. İlk o zaman aslında “düşündüğüm kişi” olmadığımı hissetmiştim. Lise yıllarımdan kalan aykırılık, insanlardan kaçmak, kimseyi sevmemek, aileye başkaldırmak, üniversiteye uyum sağlayamamak... bütün hepsi geçti gitti, bana sabah uzaktan geldiğini gördüğüm arabamızı koşa koşa karşılamak kaldı. Aradan yirmi yıldan fazla geçtiği halde Tehlikeli Oyunlar’ı yeni bitirmiş hıçkıra hıçkıra ağladığım, alacakaranlıkta pencere önüne oturup farlardan kimin geldiğini anlamaya çalıştığım o gece Belleğin Girdapları’nı okur okumaz zihnimden fırlayıp bir film sahnesi gibi gözümün önüne yerleşti sanki.
Behçet Çelik’in son romanı Belleğin Girdapları’ndaki adsız anlatıcı orta yaşlarında, hayatındaki pek çok şeyden kaçabilmek adına çalıştığı reklam ajansındaki işini bırakıp şehrin çok uzak bir noktasına, varoş tabir edilen bir mahalleye taşınıyor. Kendisinin Serpmetepe adını verdiği bir mahalle burası. “Dedemle gittiğimiz köyle askerlik yaptığım kasabayı bir çuvala koyup karıştırmışlar, bir ölçek de şehir -camekânların bazısının kıyısında köşesinde, günün ilk ışıkları altında iyice solgunlaşmış da olsalar neşeliymişçesine pır pır eden, kırmızılı yeşilli led lambalarıyla polis merkezinin yepyeni, parlak binası ve önündeki devasa araç mesela- ekledikten sonra bu tepeye serpmişler.”
Kahramanın kaçtıklarını, kaçıp da geride bıraktıklarını biliyoruz bilmesine ama bir yerde sayfalar boyunca duraklamadan, soluksuz okuduğumuz çok iyi bir döküm yapmış Behçet Çelik. İşin acı tarafı o kadar tanıdık geliyor ki, şehirde, istemediğimiz bağlarla bir biçimde içinde olduklarımız, görüştüklerimiz, görüşmek istemediklerimiz, iş hatırına, dostluk hatırına, bambaşka şeyler hatırına çekmek zorunda kaldıklarımız bir bir çarpıyor suratımıza. “...söylediklerini, önerdiklerini, dikte ettiklerini, kafalara kaktıklarını yapmayanlardan sürekli şikâyet edenler, yapmadığımız şeylerin ne sonuçlar doğurduğundan da haberdar olmadığımız şekvasını en üst perdeden dile getirenler, artık dillerinde tüy bittiğinden dem vurup bir daha bunları söylemeyeceklerini, bıktıklarını, umutlarını yitirdiklerini, karanlığa çekildiklerini iddia ederken nedense susmayıp konuşmayı sürdürenler... bir derdinizi açtığınızda -baş ağrısından ekonomik sıkıntıya, gece uyuyamamaktan patron zulmüne- o derdin katmerlisinin onda da olduğunu söylemeden duramayanlar, duramamak ne kelime, insana sorunlarını unutturacak kadar uzun uzadıya kendi sorunlarını anında sayıp döküverenler..” Cümleler uzadıkça her virgülüne katıldığımız, kimlerle niçin bir arada olduğumuzu sorgulatan satırları okumak herkese bir kaçma isteği veriyor.
Oysa benim yukarıda anlattığım kaçışımın sonrası üç günde geldiğim kırılma noktasına gelecek kahramanımız da. Normal olan da bu belki. On sekiz yaşında olmayınca o noktaya gelmek üç gün gibi kısa ve komik bir sürede gerçekleşmiyor elbet. Daha ilk haftalarda geçirilen ateşli bir grip bulmaya çalıştığı ya da bulmayı amaçladığı dengesini sarsıyor. Bir melankoli, bir kimsesizlik duygusu peyda oluyor hastalandığımızda çoğumuza olduğu gibi. Neyse ki grip bu, çabuk geçiyor. Bir sonraki denge şaşması ise gittiği mahalle kahvesinde oluyor. Bir garip mahalle Serpmetepe, kimse kimseyle ilgilenmiyor gibi. Kahveye bir yabancı gelip oturuyor ve filmlerde, romanlarda olanın aksine kimse hal hatır sorulmuyor. Vebalı ya da kaçak gibi hissediyor kendini anlatıcı. Yok ya da yok hükmünde. Kendi sözcükleriyle içinde bulunduğu durumu böyle tarif ederken hem bu duruma düşmesine hem de canının bu kadar sıkılmasına takıyor kafayı bu kez de. “Halimin hatırımın sorulmasına bile ihtiyacım vardı o anda, yapmadılar. Bana ilişmemelerini istediğimi zanneder, bir yakınlık, göz aşinalığı olmasın diye üst üste aynı bakkaldan, manavdan alışveriş yapmamaya özen gösterirken derinden derine ilgilerini beklediğimi fark etmek -bu kendini bilmezlik- ayrı bir bozgundu, başka bozgunlarla yer değiştiremezdi üstelik, bozgunlar matrisine bir satır olarak eklenebilirdi.”
Bu satırlar nedeniyle belki de yirmi yıl önceki bozgunum geldi benim de aklıma. Belki de ömrümüz boyunca kendimizle ilgili varıp varacağımız nokta “bu kendini bilmezlik”.
Geçmişi mi anmak geleceği mi kurmak?
Aslında isimsiz anlatıcının kaçıp geldiği ısınmayan, köhne giriş kat dairesinde önündeki hayata dair tek bir beklentisi var: Yazabilmek. Yazının belleğini bileyebileceği düşüncesi, yazdıkça hatıraların canlanıp parıldaması umudu var içinde. Mahallede oturduğu sürece yazma konusunda çok başarılı olmasa da geçmiş günlere dalacak, sürekli iki isim etrafında dolanacak hatırladıkları: Serhat ve Nuray. Hatıralarının peşine düştüğünde ne çocukluğunun ne de ilk gençliğinin dehlizlerinde dolaşıyor. Aklına ilk düşen Serhat. Üniversiteden ev arkadaşı, yoldaşı, nasıl koptuklarını kendisinin bile bilmediği, bir gün ansızın kimselerin gitmek istemediği o bölgeye gazetecilik yapmaya gittiğini söyleyen, hayatından çıkıp giden Serhat. Anlatıcı hatıralarını didikledikçe aslında Serhat’a, kopuşlarına, gidişine değil -yine- kendisine kızdığını görüyoruz. Zaten roman boyunca belleğin girdaplarında dönen anlatıcının dolaşıp geleceği yer burası: Kendisinin bir şeyleri değiştirmek uğruna herhangi bir çaba göstermemesi, her şeyi -anlamasa bile- kabullenmesi. Serhat kadar kendini yakın hissettiği başka bir arkadaşı olmamasına rağmen onu arayıp sormaması, hayatından çıkarması. Yine üniversite yıllarındaki aşkı, onca sevdiği Nuray’a kendisini bırakıp giderken “Neden?” diyememesi. Nuray’la tanışmaları, yakınlaşmaları, sevdaları roman ilerledikçe burunda tüten hatıralar oluyor ama onu da unutuluşa terk etmiş, hemen vazgeçmiş. Belleğin Girdapları’nın ana karakteri bu davranış biçimiyle aslında Yusuf Atılgan’ın, Ayhan Geçgin’in kahramanlarına benziyor. Yabancı’yı içinde taşımaktan bir an olsun vazgeçmeyen karakterler.
Anlatıcımız gün geçtikçe Nuray’ı ve Serhat’ı daha çok hatırlarken kentten kaçarken tek umudu olan yazmayı başaramıyor. Bir süre sonra bir bakıyoruz bu konuda da kendisini deliler gibi didiklemeye başlıyor. Yazı yazmanın zorluklarını düşünürken bin bir düşünce geçiyor aklından... Ya belleği ona oyun oynarsa, anılarını kendi zaman çizgilerinden söktüğünde ya süreklilikleri kırılırsa, yapay olursa her şey... Behçet Çelik aslında anlatıcının belleğinde ve yazma tedirginliğinde gezerken herhangi bir yazarın yaşayabileceği tüm bilinmezleri seriyor gözler önüne.
Yeni insanlar, yeni korkular
Şehirden, o hayattan, yeni bitmiş bir ilişkiden kaçarak uzaklaşmış biri ne yapar? İnsanlarla tanışmak için fırsat mı arar? Üst kat komşusunun kızını beğenip çocuk gibi onunla karşılaşma planları mı yapar? Karşımızda derinliği olmayan bir karakter olsaydı, mantıklı çıkarımları, mantıklı davranışları, tıkır tıkır işleyen bir hayatı olan ideal bir insan olsaydı cevabımız “Hayır.” olurdu. Oysa Behçet Çelik’in tüm yaraları, tutarsızlıkları, saçmalamalarıyla gözümüzün önünde canlandırdığı kahramanının yaşamının özeti kendini bilmezlik. Önce yazdıklarını beğenmediği için yırtıp yırtıp bitirdiği defterleri aldığı kırtasiyeciyle monologdan diyaloğa dönüşen garip ilişkisi, sonra üst kattaki komşusu Tahir Bey’in kızı Nazlı’yı bir saplantı haline getirmesi günbegün ilerlerken bizim kadar kendisi de farkında dengesizliklerinin. Nazlı’nın üst kattan duyduğu terlik sesine bile genç bir delikanlı gibi heyecanlanması, sabahları karşılaşabilmek uğruna yaptığı planlar, hayallerinde yakıştırdığı diyaloglar aslında romanın trajikomik bölümleri. Sona doğru yaklaşırken aldığı, korkuyla almak zorunda kaldığı kararda bile Nazlı’yla kurulan hayali diyaloglar rol oynuyor.
Yalnızlık, bellek ve yazı hakkında dipsiz bir kuyuya benzer sorgulamalar içeren bir roman Belleğin Girdapları. Kahramanı son dönemde sıkça rastladığımız pek çok şeyden, en çok da kendinden kaçan erkek kahramanlara benziyor aslında. Bu romanı benzerlerinden ve o sıkıcı bunalımlı erkek hallerinden ayıran özellik kendini didikleyen kahramanın dürüstlüğü ve içtenliği diyebilirim. Çünkü her şeyi hatırlar, kaçtıklarını bir bir sayarken kendini de ayrı tutmuyor. Son sevgilisi Eylül’e karşı hatalı davranışlarının, uzaklığının farkında ve belleğinde dolaştıkça bu anlamsız tavırlarından da pişmanlık duyuyor. Hele içki masasında egosunun yükseldiği durumlardaki saçmalıklarını, sahtekârca muhabbetlerini, herkesi huzursuz edip sessizliğe boğduğu ortamları anlattığı bir bölüm var ki hem bunca tanıdık bir sahne olması insanın canını sıkıyor hem de o baskın ve yıkıcı erkeğin de aslında yaptıklarının farkında olması, kendinden de kaçmak istemesi bir nebze olsun rahatlatıyor.
Behçet Çelik oldukça deneyimli ve iyi bir yazar. Belleğin Girdapları başlarda sadece insanın içine odaklanan bir roman gibi görünse de geçmişte yaşananları yavaş yavaş açan kurgusu, üniversite günlerini hatırladıkça sezdirilen politik tarihi ve sonunun aslında bu politik tarihe ustaca bağlanmasıyla okudukça farklı katmanlara çekiyor okuru. Açmazları ve çıkmazlarıyla unutulmayacak bir karakter yaratılmış. Bu karakter sayesinde ben de yirmi küsur yıl önceki hatıramı bugün gibi hatırladım, neyse ki kendimi bilmez hallerim adsız kahramanımız kadar uzun sürmedi. Yalnızlığı sevsem, tanımadıklarıma soğuk gibi gözüksem de gayet sosyal bir varlık olduğumu kabullendim, kendimle barıştım. Şimdilik.
Romanda her bölümün ilk cümlesinden birkaç sözcüğün o bölümün başlığı olması ilk başta garip geldiyse de sonradan bölümleri hatırlamada çok büyük kolaylık sağladığını düşündüm. Yine tek bir cümlede Gezi’ye çakılan selam da İki Şehrin Hikâyesi’nin başlangıç cümlesine yapılan atıf da gülümsememi sağladı, bunu da ekleyeyim. Bu küçük selamlar okurla yazar arasında gizli bir bağ mı kuruyor nedir...
Banu Yıldıran Genç
* Bu yazı Temmuz 2019'da oggito.com'da yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder