Yerli bilimkurgu nasıl olur?
Metis Yayınları’nın 90’lı yıllarda en önemli serilerinden biri Metis Bilimkurgu’ydu. Yıllarca kötü ve özensiz, hatta bazen eksik çevrilmiş bilimkurgu klasiklerinin bazılarını yeniden, hiç çevrilmemişleri ise bildiğimiz Metis özeniyle ilk kez yayımlıyordu. 1996 yılında yayımlanan Son Tiryaki, bu serideki tek yerli bilimkurguydu. Aslında yazıya belki de miş’li geçmiş zaman ekiyle başlamalıydım çünkü o yıllarda hemen ilerideki Küçükparmakkapı Sokak’ta başka bir yayınevinde çalışırken, işte ergen ukalalığı mı demeli bilmiyorum, bilimkurguya hiç yüz vermiyor, burun kıvırıyordum, bu nedenle bu seriyi tabii ki biliyordum, hatta kitabevinde satıyordum ama başka bir ilgim yoktu.
Tabii ki hayat büyük konuşmamak gerektiğini, zevklerin hiç durmadan değiştiğini öğreten bir büyük öğretmen. Yıllar içinde tahmin edilebileceği üzere bilimkurgu okumaya başladım ama yine de Müfit Özdeş’i okumak bu yeniden basıma kısmetmiş.
Müfit Özdeş aslında bu öyküleri Bülent Somay’ın ısrarıyla göz önüne çıkarmış ki Somay’a da bu isabetli ısrarı için teşekkür etmek gerekir. 2000’ler sonrası sık sık yerli bilimkurgu okuduysak da Özdeş’in öyküleri “gerçekten ‘yerli’ bilimkurgu nasıl yazılır”ın cevabı olmuş sanki. Yeni kuşak okurlar cep telefonunun zenginler tarafından yeni yeni kullanılmaya başlandığı, metronun olmadığı, Matrix’in bile vizyona girmediği yıllardan bahsettiğimizi bilirlerse öykülerin hayal gücü zenginliğini daha net anlayacaklar. Müfit Özdeş hem iyi bir bilimkurgu okuru hem de yazarı olmanın hakkını veriyor. Öngörülerinde son derece isabetli ve okura sık sık “vay be” dedirtiyor. 1996’daki ilk baskıda on beş öykü varmış, yeni basıma sekiz öykü eklemiş Müfit Özdeş, böylelikle son derece özgün ve bizden yirmi üç öykü okuyoruz Son Tiryaki’de.
Daha ilk öykünün ilk paragrafındaki yemek sahnesi “özgün ve bizden” derken neden bahsettiğimi anlatır nitelikte. İki Kısa Bir Uzun’da kahramanımız Yalçın tepsisine tavuk tandır, pilav üstü az kuru, lahana sarma, çoban salata, ayran ve kadayıf alıp hepsine yumulur, ellerinden yağları aka aka yer ve içinden o halde kimseyle karşılaşmamayı umarken hop diye masasına yıllardır görmediği platonik aşkı Sema oturuyor. Sema’nın dayısından kalma bir garip icat var, Sema bu icadı Yalçın’a ve tabii bize, zaman zaman çizimlerle, torus’tan, Möbius şeridinden, Klein şişesinden bahislerle açıklıyor. Boyutlar arası yolculuğu amaçlayan ama dayının ömrü vefa etmediğinden başarılı olamayan bu icat aslında öykünün önemli bir parçası ama kahramanımız Yalçın tüm erkekliği ve “yerliliğiyle” bence her şeyin önüne geçip öyküye damgasını vurmuş. Yalçın’ın içinden çıkan kıskanç canavar ve en olmadık yerlerde ettiği iğrenç laflar hem durumun absürtlüğüne hem de aslında memleket erkekleri dolayısıyla hiç şaşırmayacağımız bu öyküye Aziz Nesin mizahı katıyor.
Mizah demişken bunun en güzel örneklerinden biri kitapta yer alan masallardan Peri Kızı Nurcihan’da veriliyor. Seçilen kişilerin -bin bir heves Nurcihan, babası yaprak hışırdatıcı ustası Mehmet Sadullah Efendi, seccadesine atlayıp uçan Aysel Sultan- acayipliği zaten ilk dikkatimizi çeken unsur. Hele Nurcihan’ın gönül verdiği, önce 40 gün 40 geceyi peri kızlarıyla, sonraki 40 gün 40 geceyi ise Fettah Çavuş’un muhafız kıtasıyla geçirip de ancak peri oğlana dönüşebilen âdem oğlu Ahmet, en komik ve dengesiz (belki de âdem oğlu olması dolayısıyla) karakter. Aynı masalda Nurcihan’ın havvâ kızı olup da yaptıkları -dünya güzeli olması, romancı, şarkıcı, politikacılığa el atması, cumhurbaşkanı olup rakibi genelkurmay başkanını kendine âşık etmesi, BM Genel Kurulunda anadan üryan soyunup dünyayı barış içindeki tek bir devlette birleştirmesi- bu mizahi masalın aslında ciddi mesajlar da taşıdığının göstergesi.
Kitabın son iki öyküsü bence en unutulmayacak öyküler olmuş. Kitaba da adını veren Son Tiryaki müthiş bir gelecek öngörüsü. Ne zamanda geçtiğini bilmediğimiz öyküde insanların meslekleri altı yaşındayken bilgisayar tarafından atanıyor, tüm dünya sağlıkla kafayı bozmuş durumda, dünyaya uyum sağlayamayanlar başka gezegenlere göç edebiliyor. Kahramanımız Selim de bilgisayarın ona verdiği meslekle, bir ozan. Doğru düzgün şiir yazamasa da mesleğini sorgulamıyor, evlenmiş, bir oğlu var, Bulut. Fakat bir baba olarak duygusal dengesizlikleri sebebiyle çocuğunu görmesi yasaklanıyor, aynı şekilde vakti zamanında evlenmesi için de Adalet Bakanlığından zor izin çıkmış, yine duygusal sebepler... Devletin gözden çıkarmak istediği bir anti sosyal olan Selim’in başka bir gezegene gitme izni de hemencecik çıkıyor, çünkü Selim dünyada sigara içen son tiryakilerden biri. Öykünün başından itibaren devlet dairelerinde, taksilerde sigara kokusu yüzünden yaşadığı aşağılanmayı okuduğumuz Selim o günlere nasıl gelindiğini anımsıyor: “O yıl sokaklarda ve parklarda sigara yasaklanmış, tiryakilere tuvaletin hemen yanında bir iki karanlık masa ayıran son birkaç lokanta da bu geleneksel uygulamaya son vermişti. Sigara satışı karneye bağlanmış, karaborsacılara verilen cezalar eroin kaçakçılarına verilenlerle aynı düzeye çıkarılmıştı. Tütün fiyatlarına akıl almaz vergiler bindirilmişti. Öyle ki, iki karton sigara parasına neredeyse ufak bir elektromobil alınabilirdi. İnsanlar TV dizilerindeki kötü adamları, sigarasından bilir olmuşlardı. Bir süre sonra böyle sahneler de müstehcen diye yasaklanacak, kötüler sanki bir sigara yakacakmış gibi elini cebe atmasından tanıtanacaktı.” Selim ise dünyada inatla içmeye devam ettiği sigarasını Rousseau gezegeninde -biraz da oranın tütününü beğenmediği için- yavaş yavaş bırakacak. Bu kararı şöyle de ifade edebiliriz: “Toplum refahına ve kamu yararına herkesin secde ettiği günümüz toplumunda, insanın tek başına karar verme ve acı çekme hakkını yücelten çağdışı bir evren köşesi” Rousseau’da bu başkaldırısına gerek görmeyecekti.
Müfit Özdeş’in daha sigaralar ve içkiler ve hatta Hababam Sınıfı’ndaki en masum küfürler bile sansürlenmeden önce yazmış olduğu bu öykü, öngörüsüne hayran olmamı sağladı. Toplum sağlığı kavramının iktidarlarca nerelere çekilebildiğini gördüğümüz bugünlerde bence sigara içsin içmesin herkesin okuması gereken bir öykü Son Tiryaki.
Son öykü Yeraltı İnsanları ise insanların işinin, seksinin, uykusunun Ana adı verilen bir bilgisayar tarafından düzenlenip sistemce denetlendiği bir geleceği anlatıyor. Bu kez değişik ve huzursuz rüyalar gören ve bu rüyaları yüzünden sistemde uyarı veren aykırı kahramanımız, Osman 382201. Sistem uyarısıyla iki güvenlik görevlisi tarafından emniyet müdürlüğüne çağrılan -bazı şeyler hiç değişmiyor- ve psişik manipülatörle görüşmesi gereken Osman’a aynı zamanda tarih ve coğrafya dersi de verilmesi gerekiyor. Bugünden binlerce yıl sonra olsa bile insanın yaşadıklarını bilmesi, dünyayı nasıl mahvettiğini görmesi ve ders çıkarması şart. “Engin ufukları, dantel bulutları olan masmavi bir gezegendi dünya. Rüzgârı bir sevgilinin nefesi gibi ılık ve sevecendi. Denizi utangaç okşamalarla yaltaklanırdı anakaraya. Her yerinden hayat fışkırırdı. Otlar, ağaçlar, balıklar, kuşlar... Sonra insanoğlu gelmişti. Gözü karaydı. Vahşi ve uygar, çirkin ve güzeldi. Gururluydu. Otlaklara, ormanlara, yerin altındaki minerallere ve uzayın derinliklerine el atmış, İstanbul’u ve daha nice megakentleri kurmuştu. Ama şimdi yeryüzü, Dante’nin cehenneminden farksızdı. (...) Ne yazık ki antikçağda megakentleri ve ülkeleri anabilgisayarlar değil, tuhaf tuhaf görüşleri olan insanlar yönetiyordu. Bunlar, sıradan insanlarda ve bilgisayarlarda bile bulunan lojistik devrelerden yoksundular. Üç beş yıl sonrasını düşünemezlerdi. Nükleer enerjiye, yenilenebilir kaynaklara yönelselerdi ya! Hayır, öyle yapmadılar! Ucuz fosil diye yakıtları tüketerek pisliğini ha babam havaya saçtılar.” İşte böylelikle insanlık arada işe gidip, sanatsal faaliyetlerde bulunup, hep mutlu olan, bolca sevişen, dolap gibi odalarda uyuyan -Japonya’da aynen böyle bir otelin varlığı tedirginlikle aklıma geliyor-, arada dengesi bozulsa da Ana tarafından tespit edilip düzeltilen bir forma dönüşüyor.
Bilimkurgu kitapları genelde sinirimi bozar, dünyanın gidişatı, anlatılanların gerçekleşme ihtimali, genellikle karanlık bir distopya biçiminde çizilen gelecek, savaşlar... gözümü korkutur. Ama Müfit Özdeş’in öyküleri bana bu etkiyi yapmadı. Şu an, şu zamanda, dünyada o kadar seçeneksiz bir çıkmazda görüyorum ki kendimi ne yalan söyleyeyim Rousseau gibi bir gezegen de bilgisayarlar tarafından denetlendiğim ama mutlu olduğum bir gelecek de bana oldukça makul geliyor.
Yirmi iki yıl aradan sonra hem de daha zengin bir biçimde okurlarıyla buluşan Son Tiryaki, umarım çok okunup daha nice baskılar yaparak bilimkurgunun bize has rengini hep hatırlatır.
Banu Yıldıran Genç
Son Tiryaki
Müfit Özdeş
Metis Yayıncılık, Kasım 2018, 221 s.
*Bu yazı Agos Kirk'in Aralık 2018 tarihli sayısında yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder