Anlatanlar ve dinleyenler
Son on iki yılımın yaz aylarını bir kampta geçiriyorum. Bilenler vardır belki, kamplarda bayağı hiyerarşik bir yapı bulunur. Tüm sezon kalan karavancılar, üç beş günlüğüne gelen karavancılardan ve pek tabii ki çadırcılardan daha üst konumdadır. Yerleri ya sabitlenmiştir ya da denize yakındır. Kampın sahiplerinden sonra onların lafı sorulur, park edene, toz kaldırana, gelene geçene laf etme hakları her zaman bakîdir.
Tabii ki sözü edilen ağır topların çoğu emeklidir, neyse ki kampımızdaki emekliler asker, polis filan değil, genellikle tiyatrocu, eczacı gibi daha rahat mesleklerin erbabı. Ben hasbelkader karavan hayalimi yirmilerimin sonlarında gerçekleştirebildiğim ve öğretmenlik sebebiyle iki ay tatil yapabildiğim için bu toplululuğa bir anda karıştım. Biraz sessizliğim, hiçbir şeye karışmayışım biraz da oğlumun o dönemki tatlılığı ve herkesin torun hasreti çekmesi sebebiyle birkaç haftalık bir test süresinden sonra sınıfı geçip kalıcı yerimi aldım.
İşte on ay hasret çektiğim, sayelerinde başka hiçbir yere gitmek istemediğim komşuluğumuz böyle doğdu. Kitap okuyorsam kimsenin yanaşmadığı ama yardıma ihtiyacım varsa herkesin koşuşturduğu pek de alışkın olmadığımız bir topluluk aslında. Sınırlara saygılı olmak toplumca pek de becerebildiğimiz bir davranış değil, ben bunu ilk kez burada yaşadım diyebilirim. Yine de tabii herkese aynı mesafede olduğum için incir çekirdeğini doldurmayan meseleler yüzünden birbiriyle didişen komşularımı ayrı ayrı dinlemem gerekebiliyor.
Bu küçük dertlerin dışında en büyük sohbetlerimizi aslında on ay boyunca yaşananlar oluşturuyor. Kaybettiğimiz komşular, kaybedilen ana-babalar, evlenen ve artık boşanan çocuklar başlıca konular. Geçirdiğimiz iki aya sığdırıyoruz bu on ayı, tabii laf lafı açıyor çocukluktan bugünlere bambaşka şeyler de konuşuluyor. İyi bir dinleyici olduğumu söylüyorlar, bazen göz ucuyla saate ya da hasretle kitabıma baksam da bu sohbetlerden pek çok şey öğrendiğimi düşünüyorum.
Geçtiğimiz hafta peşpeşe okuduğum iki roman işte bana dinleyici olmanın önemini anımsattı aslında. Rachel Cusk’un Çerçeve ve Geçiş adlı romanları kısacık ama yepyeni. Her iki romanda da ana karakter Faye adındaki yazar. Yine her iki romanda da Faye kocasından yeni boşanmış, Londra’ya yeni taşınmış olduğundan bahsediyor. Çerçeve daha sonraki bir zaman dilimini anlatıyor gibi dursa da aslında her iki roman da aynı izleri taşıyor. İki romandan birinin ana karakteri başkası da olabilirdi hiç fark etmez, zaten romana yepyeni dememin sebebi de bu. Faye’in yaşamının romana herhangi bir katkısı yok. Çerçeve’de Faye’in dinledikleri, Atina’ya yaratıcı yazarlık dersi vermeye giderken havaalanından önce buluştuğu zengin işadamıyla başlayıp uçak komşusuyla ve kaldığı sürece tanıştığı insanlarla sürüyor. Romanın merkezinde bir olay yok, mekân Faye’in birileriyle buluşup onları dinlediği yerler, zamanın anlatıya hiçbir katkısı yok. Faye kayıt tuşuna basılmış bir cihaz gibi dinliyor, olabildiğince az yorum yapıyor ve bizlere aktarıyor.
Geçiş’te ise Faye’in şehir dışında yaşadığı evden ayrılıp Londra’ya taşınma süreci var ama burada da tamirat süresince babalarıyla yaşamaya gitmiş çocuklar olsun, Faye’in yaşadığı zorluklar olsun birer ayrıntı. Bu kez Faye’in yeni tanıştıklarından çok eski arkadaşlarının anlattıklarını dinliyoruz. Aslında her iki roman da birer sözlü tarih çalışması gibi derinlikli, sadece olaylardan çok duygulara, politik tarihten çok aile ilişkilerine odaklanılmış.
Rachel Cusk bu anlatım biçimini bulmak için epey kafa yormuş, anlatıcının Tanrısal hâkimiyetini silip atan, merkezden olayı çıkaran, son derece incelikli hikâyelerle örülmüş bu romanlarda daha önce anılarını yazan Cusk’ın kendi yaşamından ilham aldığı besbelli ama Faye’in yaşadıkları da zaten hiçbir biçimde kurguya etki etmiyor. Çatışmasız, kahramansız bu romanlar o denli etkiledi ki beni, ince sayılabilecek, 150 sayfalık bu kitaplara anlatılanların ağırlığı sebebiyle sık sık ara verdim. Anlatan herkesin yaşamında bir trajedi var, Faye’in saçlarını boyayan kuaförün artık dışarı çıkmayı kesmesi bile öylesine detaylı aktarılıyor ki o karar yüreğime oturmuş gibi hissediyorum.
Faye’in çocuklara ve çocukluklara dair dinledikleri genellikle en yaralayıcı hikâyeler, ünlü bir yazarın dayakla geçen çocukluğunu anlatırken ettiği şu sözler gibi: “Ana babaların, çocuklarına, kimse görmüyormuş gibi davranmaları çok tuhaf” dedi. “Çocuk onların bir uzantısıymış gibi davranıyorlar: Çocukla konuştuklarında kendileriyle konuşuyorlar; çocuktan nefret ettiklerinde nefret ettikleri kendileri.”
Faye romanlarda tarafsız dinleyiciyi temsil etse de anlatanı anlatmaya teşvik edici cümleler kuruyor ve merakı ve ilgisiyle anlatıcı-dinleyici ilişkisini farklı bir boyuta taşıyor. Kurulan o bağ sayesinde insanın bir yabancıya ya da yıllardır görmediği birine açmayacağını düşündüğümüz hayatlara konuk oluyoruz. Rachel Cusk’ın bu diyalogları tipik soru cevap biçiminde değil, mekâna, etrafındakilerin hareketlerine yedirerek vermesi ise romanların üzerlerinde çok çalışılmış metinler olduğunun kanıtı sanki.
“Birgid’e içinde hâlâ o gerçekdışılık hissinin olup olmadığını ve bu hissi ilk başta neden hissettiği hakkında ne düşündüğünü sordum. Ella dönmüş yanımızda oturuyordu, ardından Birgid’in kucağına süzüldü ve başını onun göğsüne dayayıp başparmağını emmeye başladı. Birgid dalgın dalgın onun siyah saçlarını okşarken o tuhaf gözlerini kaldırdı ve gözleri benim gözlerimle buluştu.
‘Bu soruları sormanız hoşuma gidiyor,’ dedi, ‘ama bunları neden öğrenmek istediğinizi anlamıyorum.’”
İki romanda da dinleme fırsatı bulamadığımız, belki de en az tanıdığımız Faye’i -ki aslında Faye’i kimse tanımıyor çünkü en yakın arkadaşları bile romanların farklı yerlerinde boşanmasına ne kadar şaşırdıklarını yineliyor- umuyorum üçlemenin son romanı olan Kudos’da uzun uzun dinleriz. Çerçeve üçlemesi farklılığı, yeniliği, diliyle okunmayı hak ediyor. Çevirmen Lâle Akalın da bu dilin uzaklığını, tedirginliğini ustalıkla vermiş.
...
İşte romanları bitirdiğimde, dinlediğimi varsaydığım bu hikâyelerin ardından bir de baktım karşı komşum -belli ki uyuyamamış- bir şeyler anlatmaya geliyor. Bir tanıdığının tanıdığının ikizlerinden biri şimdilerde moda olan, tüm yüzü kaplayan deniz maskesiyle iskeleden atlayıp nefessiz kalmış, kalbi durmuş, on gün yoğun bakımda kalıp ölmüş. “Uyuyamadım.” diyor komşum, ağlamaya başlıyor, “Çocuklara bir şey olmasın.” diyor çünkü daha bir önceki gün önümüzdeki denizden başka ülkelere kaçmaya çalışırken ölüp gidenler ve bebekleri toplanmış. Birer sigara yakıyoruz. Faye’i düşünüyorum.
Banu Yıldıran Genç
*Bu yazı Ağustos 2018 tarihinde oggito.com'da yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder