Ölülerin ağırlığı
Son beş yılda bir ülkede yaşanabilecek her şeyi yaşadık mı acaba diye düşünüyorum sık sık. Belki 70’lerde de böyle düşünüyordu insanlar, 80’lerde de, bilmiyorum, insan o kadar kendiyle ilgili bir varlık ki hep yaşadığının biricik olduğunu düşünüyor. Biz o yılları anlatan romanlar, öykülerle büyüdük, belli ki bu son yıllar da uzun süre sanatın farklı dallarına konu olacak, olmalı. Gezi zamanı çok sık yazılıp çiziliyordu o günlerin edebiyata nasıl yansıyacağı, genelde aklı başında olan herkesin görüşü yaşananların sindirilmesi, sanata konu olabilmesi için belli bir süre geçmesi gerektiğiydi. Tabii herkesin görüşü kendine ama Gezi sonrası bir iki ay içinde kitapçılarda boy gösteren öyküleri, romanları da görmedik değil. Olayların hararetiyle ve popülaritesinden nemalanma isteğiyle yazılan bu kitaplar işte daha şimdiden silindi gitti, kalıcılığı olmadı.
O nedenle Menekşe Toprak’ın Arı Fısıltıları romanını okumaya başladığımda, 10 Ekim 2015 katliamını merkeze aldığını gördüğümde biraz tedirgin oldum ama okudukça rahatladım. Toprak yavaş ve sakin bir biçimde, yaşananların olgunlaşmasını bekleyerek yazmış.
10 Ekim sabahını, o haberi almamı, Ankara’ya otobüslerle giden arkadaşlarımı, sonra tek tek edilen telefonları, günü nasıl devirip geceye yol aldığımı, gittikçe yükselen, havsalamın almadığı ölü sayısını, öncesindeki tedbirsizliği, sonrasındaki kini unutmam mümkün değil. Yaşadıkça en fazla geriye atıyoruz, o kadar. Menekşe Toprak da bu parçalı romanında bir köye cenazesi getirilen üç ölüyü konu edinmiş, bu üç ölüden biri Suna, 10 Ekim’de ailesinden habersiz erkek arkadaşının peşinden gittiği Ankara’da hiç tahmin edemeyeceği bir biçimde hayata veda eden... Suna’nın öldüğünü anlamaması, evini, annesini, babasını, erkek arkadaşını arayışı romanın en duygusal bölümlerini oluşturuyor. 10 Ekim’in acısını her şeyiyle hatırlıyorsunuz ama yine de Suna’nın o havada süzüle süzüle yaşamının peşine düşmesi bambaşka bir duyguya evriliyor. Gerçeğin acısı kurmacanın güzelliğinde eriyor, o nedenle aslında Thomas Bernhard’ın sözüne geliyoruz: “Gerçeklik öyle kötüdür ki tarifi imkânsızdır, hiçbir yazar onu gerçekten olduğu haliyle tarif edemedi, korkunç olan da bu.”
Menekşe Toprak’ın önceki romanı Temmuz Çocukları’nı da okumuş ve beğenmiştim. Romanda parçalı yapıyı iyi kullanabilen yazarlardan biri. Arı Fısıltıları’ndaki parçaları yukarıda bahsettiğim Suna ve kendini arayışı, yıllarca bir bankada mutsuz çalıştıktan sonra emekliliğe hak kazanır kazanmaz memleketine çiftçilik yapmaya dönen Derviş’in yaşadıkları ve insanla garip bir bağ kuran bal arıları oluşturuyor. Roman yedi günde geçiyor, yedi sayısının kutsallığına yapılan bu atıf aslında bir yandan da yas sürecini işaret ediyor. Birinci Gün sekiz alt bölümden oluşurken, bu bölümler her gün azalıyor, Yedinci Gün’ün ise sadece bir alt başlığı var, aynı yasın da zamanla azalması, yedi günün sonunda cenaze evinin artık yavaş yavaş yalnız bırakılması gibi.
Derviş, oğlunun üniversiteye başlamasıyla artık çoğu kentlinin hayal ettiği gibi köyüne göç etmiş, badem ağaçları dikip arıların da yardımıyla bu işi büyütüp para kazanabileceği hayalini kuran bir adam. Rahmetli annesinin en yakın arkadaşı, yıllardır Almanya’da yaşayan Zahide’nin cenazesinin köye geleceği gün başlıyor roman. Zahide’nin cenazesinden önce sabahın erken bir vakti bambaşka misafirleri oluyor Derviş’in. Eski bir tanışı, köylüsü Erkan yanında iki kişiyle akıl danışmaya geliyor Derviş’e. Böylelikle romanın ikinci ölüsünü tanıyoruz, Erkan’ın askerlik arkadaşı Olcay hayatına son vermeyi seçmiş, kardeşine yazdığı mektupta bir zamanlar beraber gezmeye gittikleri Erkan’ın köyüne gömülmeyi vasiyet etmiş. Daha ikinci cenazenin işlemleriyle uğraşırken bir telefon geliyor ve Ankara’daki büyük patlamanın haberi veriliyor köydekilere. Hemen ardından da köyden bir genç kızın da orada öldüğü... Böylelikle iki gün art arda cemevinden cenazeler kalkıyor, manzaralı mezarlığa gömülüyor.
Menekşe Toprak özellikle ritüellerin anlatımında çok başarılı, Zahide ve Olcay’ın helvaları kavrulurken herkesin kavurmaya yardım etmesi, yakınlarının mezarlıktaki ilk geceyi ölülerinin başında ateş yakarak geçirmesi gibi... “‘Eski bir inanç,’ dedi yine ilk konuşan. ‘Ölen kişi daha ilk gecede üşümesin, geldiği yeri unutup yeni yerine yerleşsin diye...’” Zahide’nin canlılar dünyasında süzülüp durması sırasında Suna’nın annesini kendini parçalarken gördüğünde düşündükleri gibi... “Evine git, elbiselerini topla kızının. Yattığı yeri temizle! Kokusunu kaldır odalardan, eşyadan! (...) Lokmasını dağıt, yedisini ver kızının. Git evine, yap bunları! Yap ki kızın da artık yeni yerinin bir yer olduğunu bellesin, aramaları dursun, ruhundaki bu keder son bulsun.”
Zahide, Suna’nın kederli halini biliyor çünkü ölüler canlıları görebildikleri gibi birbirlerini de görüyorlar ta ki toprağa yerleşmeye karar verene dek. Olcay pek ortalarda görünmüyor çünkü kendi iradesiyle yaşamına son vermiş, Zahide beş çocuğuyla, geride bıraktığı kocasıyla vedalaşmanın derdinde. Oysa Suna, henüz yirmisinde ve hiç hazır değilken ölmeye bir türlü ikna olmuyor, kendini annesine, babasına, kardeşine göstermeye çalışıyor ve o gün hastanede yaşadıklarının, evinin, odasının, daha sonra cenazesinde gördüğü annesi, babasının anlatıldığı her sayfa can yakıyor, 10 Ekim’i ve Suna gibi ansızın göçüp giden yüz dokuz kişiyi tekrar tekrar hatırlatıp ağlatıyor.
Bu ölülerin sesini arada duyan, yanından geçtiklerinde soğukluğu hisseden biri daha var köyde, o da çocukken ölümden dönen Derviş. Derviş güçsüzlüğü, kendini beceriksiz görüşüyle aslında bir anti kahraman gibi ama romanda yaşanan yedi günden sonra o da başka birine dönüşüp seslerin sırrına eriyor... “Zahide susmuştu, çünkü bu dünyaya dair bildiklerini unutmaya karar verip tıpkı Olcay gibi ota, böceğe karışmaya razı olmuştu.” Suna ise belirsiz, acısı ayrı, ilk kız duyduğu aşkı ayrı, âşığından uzak düşüşü ayrı, annesini özleyişi ayrı... hepsi taş olup çöküyor yüreğimize.
Menekşe Toprak aslında romanda çok daha güçlü olabilecek karakterleri geri planda tutmuş, Azime’nin Ermeni atalarından, sonra Hıristiyan olmasından, Suna’nın annesinin bitmek bilmeyen egzaması ve kaygısından bahsetmiş ama derinleştirmemiş, belki romanın kurgusunu dağıtacak detaylar olurdu bunlar ama benim hissettiğim aslında hikâyeleri yazılmamış bu kadınların Derviş’ten çok daha derin birer karaktere dönüşebilecek potansiyelde oldukları. O nedenle bu azıcık anlatılıp geçilen hayatlar bu biçimde romana bir katkı sağlamıyor, hatta eksiklik duygusu uyandırıyor.
Köyüne geri dönmüş atanamayan öğretmen, ihraç edilen akademisyen, cenazeye adı karışan Berkin, devletten hiçbir yardım alamayan cemevi gibi ince detaylarla politik bir yönü de olan ama edebiyattan uzaklaşmayan, doğayı insana ustalıkla bağlayan bir roman Arı Fısıltıları. Sırtımızdaki yükü biraz olsun hafifletiyor.
Banu Yıldıran Genç
Menekşe Toprak, Arı Fısıltıları, İletişim Yayınları, 2018, 204 s.
* Bu yazı Notos'un 72. sayısında yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder