Can acıtan
bir büyüme hikâyesi...
Suzan
Samancı “Neler
yaşandığını bilmiyorduk”
dediğimiz 90’lardan artık her şeyi bildiğimiz ama hiçbir şey
yapamadığımız 2016’lara dek Kürtlerden, yaşananlardan,
coğrafyasından, hikâyelerinden, dilinden bahsetmeyi seçmiş bir
yazar. Son romanı Koca
Karınlı Kent
için doğup büyüdüğü topraklardan kopmak zorunda kalan bir
ailenin en büyük kızı Havin’in gözünden anlatılan bir
kentin, her şeyi yiyip yutan ama yine de doymayan kentin korkunç
masalı da diyebiliriz.
Romanı
okumaya başladığım andan itibaren Latife Tekin’in Sevgili
Arsız Ölüm’üne
benzettim, belki her iki romanda da ötekileştirilmiş, yok
sayılmış insanlar büyülü bir biçimde anlatıldığı için.
Rüyalar, gerçekle birbirine karışan hayaller, romana hâkim olan
kadınların canlı bir dille andıkları geçmiş, okuyanı
karamsarlığa sürükleyecek içeriğe bir nebze olsun neşe
getiriyor. Eğer babaannenin Türkçe-Kürtçe küfürleri, anneyle
didişmeleri, Havin’in genç kız olurken keşfettiği feminizm
sayesinde cümle esnafa kafa tutması olmasaydı, mayına basarak
parçalanan ve durmaksızın rüyasına giren arkadaşı Cudi’nin
elleriyle topladığı ciğerleri, kente göç ettikleri andan beri
yaşanan ayrımcılık, büyürken arkadaşlarının birer birer
ortadan yok olması kolay kolay okunamazdı.
Okula
başlama yaşı gelen bir çocuk düşünün, öğretmenini ilk
olarak sınıftaki başka öğrencileri uyarırken hatırlayan bir
çocuk... “Şışşt
çok ayıp onlar da bir insan.”
Sonrasında ellerini kontrol eden bir öğretmen... “Hımmm,
elleriniz taşları iyi tanıyor, kalemi değil.”
Adını öğrenmeye zahmet bile etmeyen öğretmen... “Ha
Kavin Ha Havin, ne fark eder?”
Zaten bu çocukla öyle söylenegeldiği gibi kardeş mardeş
olunmadığı uğur böceğine söylediği tekerlemeden de ortaya
çıkar. Ülkenin batısında yaşayanlar “Uç
uç böceğim annen sana terlik pabuç alacak.”
gibi masumane şeyler söylerken, Kürt çocukları “Kezê
bazde esker hat! (Koş böcek asker geldi)” diye
uyarırlar böceği.
İşte bu nedenle okulda diğer çocukların yanında olsun, çok
okuyup sorguladığı için evde ve mahallede olsun, hep yalnızdır
Havin. Ailesiyle mutludur ama her şeyi konuşmak mümkün değildir,
bu nedenle Ermeni komşuları Bayzar’a gider sık sık. Bayzar
romanda başka bir azınlığı temsil eder ve küçük arkadaşına
1915’ten başlayarak hayat hikâyesini anlatırken bu toprakların
bitmeyecek utancını yineler.
Hem
göç, hem büyüme, hem de aşk hikâyesi var Koca
Karınlı Kent’te.
Suzan Samancı duygu sömürüsü yapmadan herhangi bir Kürt’ün
hayatında var olabilecek acıları büyülü gerçeklikle anlatıyor.
Havin’in bir Newroz sonrası dağa çıkmış amcaları her zorlu
günün gecesinde rüyasına girerek ona umut vermeye çalışır.
Ninenin her günü onları anarak geçer. Aynı acıyı biraz farklı
bir biçimde Havin de yaşayacaktır, her cumartesi öğlen
Galatasaray Lisesi’nin önüne gidip kaybolanları anmak,
sonrasında derneğe gitmek demektir büyümek onun için. Dernekte
tanıyıp sevdiği Cuma da baskıların artması, derneğin
kapanmasından sonra birçokları gibi radikal kararı almış, dağa
çıkmıştır. Havin’e de ninesi gibi bitmeyecek bir hasret kalır.
Havin’in
yalnızlığı kentte kalmaz elbet, ablukalar artıp ailesi
mimlenince Giresun’a bir tanıdığın yanına gönderilir. Suzan
Samancı Karadeniz coğrafyasını, mevsimlik fındık işçilerini
oldukça etkileyici bir biçimde anlatmış. Havin’in yanlarında
misafir kaldığı Taha askerlik yaparken Kürt Alevisi Kevê’ye
âşık olup evlenmiş, memleketine gelin getirmiştir. Günlük
olağan işlere yansımayan fakat en ufak bir gerilimde ortaya çıkan
ayrımcılık, şehre birbiri ardına gelen asker cenazeleri,
kadınların yaşadığı baskı Havin’in bir birey olarak
olgunlaşmasına çok şey katar.
Suzan
Samancı romanında sık sık değişmesi gereken feodal ve ataerkil
düzene atıfta bulunuyor. Nine her ne kadar romanın en sempatik
karakterlerinden olsa da oğlan çocuklarını kızlara tercih eden,
anneye kaynanalık yaparak hayatı zehir eden biri. Anne ise
kocasına, kaynanasına başkaldıran, kocası hapisteyken çalışıp
özgürleşip politikleşen rolüyle Havin için bir idolken ailenin
zenginleşmesiyle bu rolünü kaybeder. Yine yazar pek değinilmeyen
bir konuyu, Havin’in bir genç kız olduğunu, cinsel ihtiyaçlarını
oldukça cesurca ifade etmiş: “...Cuma
geliyor aklıma, fındık ağaçlarının gölgesinde bekliyor Cuma,
dal gibi bedenine sarılıyor, terli yüzünü avuçluyorum,
boynundaki kefiye yere düşüyor, âdemelmasını emiyorum...”
Kadınlık rollerinin sürekli gözlemlendiği ve sorgulandığı
roman sonuyla ise bizi gülümsetmeyi başarıyor, belki de
bugünlerde en çok ihtiyaç duyduğumuz şeyle, “kızkardeşlik”
duygusuyla ve umutla bitiyor.
Suzan
Samancı çok iyi bildiği coğrafyayı, göçü, ötekileştirilme
duygusunu hayaller, gerçekler, rüyalarla anlatmış, bunu
aktarırken hem Kürtçe hem Türkçe argodan, küfürden, yerel
dilden olabildiğince yararlanmış. Bir çocuğun genç kızlıktan
kadınlığa doğru evrilmesini kadınlarla dolu bir dünyadan
anlatmış. Maalesef bu farklı anlatıma ket vuran, okuyucuyu
uzaklaştıran bir sorun var ki kitapta, bu yazardan değil
yayınevinden kaynaklanıyor. Umarım Ayrıntı Yayınları bir
sonraki baskıya daha özenli olur ve neredeyse her sayfada bulunan
yazım yanlışlıklarına, düzeltilmemiş anlatım bozukluklarına
dikkat eder.
Banu
Yıldıran Genç
Koca
Karınlı Kent,
Suzan Samancı
Ayrıntı
Yayınları, Ekim 2016, 160 s.
* Bu yazı Notos'un 61. sayısında yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder