Eski Türk filmlerinin
tadı...
Kırlangıç Dönümü
genç yazar Sinan Sülün'ün Karahindiba adlı öykü
kitabından sonra ilk romanı. İletişim Yayınları'ndan çıkan
kitabın kapağının hoş illüstrasyonu bile aslında okura nasıl
bir roman okuyacağına dair ipucu veriyor. Suda yansıyan birbirine
iyice yaklaşmış iki âşık, yerde ağaçlardan düşmüş
yapraklar ve hepsinin merkezinde küçük bir kırlangıç... Bir
film karesine benzeyen bu görüntü bizi çocukluğumuzda çokça
izlediğimiz Türk filmlerine götürüyor ki roman da aynı tadı
veriyor diyebilirim. Samimiyetini ve saflığını hâlâ aradığımız,
bir döneme damgasını vurmuş '70'li yılların Yeşilçam
sinemasından bir film izliyormuşum duygusuyla okudum kitabı,
bittikten sonra ise aynı kekre tat, aynı kavuşamamış âşık
hüznü, aynı kahreden dünya.
Sinan Sülün o içten ve alçakgönüllü
atmosferi 2000'li yıllarda, İstanbul'da ve üstelik Nişantaşı'nda
kurmayı ustalıkla başarmış diyebilirim. On sene hapiste haksız
yere yatan orta hâlli bir ailenin dâhi çocuğu Ali'yle zengin bir
aileden gelen Verda'nın kısa süren aşkı diye kabaca
bahsedebiliriz olay örgüsünden.
Oldukça klişe diye tabir
edebileceğimiz bu olay örgüsünü gayet aşina olduğumuz bir
biçimde işliyor Sinan Sülün. Üçüncü şahsın her şeyi bilen
bakış açısıyla anlatılan olaylar, tarih sırası da
gözettiğinden hiçbir biçimde okuru zorlayacak bir roman değil.
Hatta aşk romanları seven öğrencilerime rahatlıkla tavsiye
edebileceğim, gençlerin çok seveceği bir kitap diyebilirim.
Romanda bu klasik akışı zaman zaman
bozan tek şey Ali'nin rüyaları. Oldukça farklı, hatta çocukken
otizmli sanılmış olan Ali, gördüğü işkenceler sonucu
işlemediği suçu sahiplenmiş, yine de koğuş arkadaşları
sayesinde yaşama sıkıca tutunmuş naif bir karakter. Suçsuz yere
hapis yatmasının üzerine bir de Türkiye tarihinin utançlarından
biri, Hayata Dönüş Operasyonu denk gelince psikiyatrik tedavi
görerek akıl sağlığını korumaya çalışmış. Ona sonuna
kadar destek çıkan anne saydığı ablası ve eniştesine, yalnız
bırakmayan arkadaşlarına rağmen yaşadığı zor günler
bilinçaltından rüyalarına süzülüyor ve Sinan Sülün bu
rüyalarla aslında Ali'nin göründüğü kadar huzurlu olmadığını
imliyor bize.
Ali'nin ilk görüşte âşık olduğu
Verda ise geçmişte aldatılma acısı yaşamış, akademik kariyer
yapmaya çalışan, apolitik ama vicdanlı bir Nişantaşı kadını.
Kendi adıma Verda'nın dünyasına Ali'ninki kadar giremedim
diyebilirim. Her ne kadar Verda o güne dek bihaber olduklarını
yavaş yavaş öğrense ve anlasa, Ali'nin gecekondu mahallelerinde
yaşayan arkadaşlarıyla tanışsa, devrimci bir mahallenin yardım
kampanyasında gözaltına alınsa da, bir türlü ortama uyamama
hâli var sanki.
Romanda Verda ve Ali'nin tanışmalarına
vesile olan Başak karakteri ise kurgu ilerledikçe daha da
işlevsizleşiyor, hatta değişmeye başlayan Verda'nın her gün
onunla görüşmesi pek de mantıklı gelmiyor okura. Ailesinin
Ali'ye tepkisini gayet sert karşılayıp onların sağladığı
konfordan; evinden, arabasından bir celsede vazgeçen Verda,
ilişkisini baştan beri onaylamayan apolitik Başak'la o steril
hayatı daha fazla paylaşmaz gibi hissediyoruz ama öyle olmuyor.
Başak işlevsiz bir biçimde Verda karakteriyle iç içe durmaya
devam ediyor.
Sinan Sülün'ün klasik kurgunun
dışına çıktığı 18. bölüm romanın en parlak bölümü gibi
duruyor. Ali'yle Verda'nın aşklarının en güzel anlarının peş
peşe, hızlıca, çarpıcı ara başlıklarla, yağmurun sağanak
halinde yağması gibi anlatıldığı bu bölüm, genç bir yazardan
beklediğim yaratıcılığın ve farklılığın yansıması
diyebilirim.
Genç okurlarca romanın çok
sevileceğini tahmin etmemin bir nedeni de çok yaygın bir biçimde
kullanılan aforizmamsı cümleler, okura pek de tahmin şansı
bırakmayan benzetmeler. “Aşk o an, iki göz bebeği arasındaki
en kısa mesafeydi. Bir kelebeğin çiçeğe dokunuşu gibi sessizce
eğildi. Kendini dudaklarının arasındaki boşluğa bıraktı. İki
güzel ihtimal gibiydiler birbirlerinin hayatında. İhtimal
gerçekleşti. (...) Kollarını Ali'nin boynuna doladı. Bakışları
güneşte ısınmış bir su gibi parıltılarla doluydu. Verda
elinden tuttu, yatak odasına götürdü. Ali büyülü bir ülkeden
çıkıp geldi. Yeni açmış bir gül tüm yapraklarıyla titredi.”
Özellikle yeni kuşak yazarların daha
farklı anlatım biçimleri denemeleri, klasik ve hatta artık
eskimiş cümle tiplerinden vazgeçmeleri, karakterleri en içsel
özellikleriyle anlatıcılara aktarmak yerine okurun çözmesini
sağlamaları gerektiğini düşünüyorum. Onun dışında evet,
çocukluğumuzun filmlerini izler gibi kolayca okuyoruz,
duygulanıyoruz ama Türkçe edebiyatın okuru kolayca tavlayacak
klişelerden, her şeyi aktaran anlatıcı kolaylığından çok,
zoru ve yeniyi deneyen cesur yazarlara ihtiyacı var.
Sinan Sülün yaşadığımız kirli
çağda pek de bulamadığımız temiz duygular, birbirine sıkıca
kenetlenmiş aile gibi ruhsal ihtiyaçların anlatımına öncelik
vermiş. Bunun üstesinden başarıyla geldiğini söyleyebilirim.
Özellikle 1 Mayıs Mahallesi'nden bahsetmesi, Hayata Dönüş'ün
kirli yüzünü anlatması ve kısacık bir paragrafta Ali İsmail'e
gönderme yapması okuru gülümseten, okura iyi gelen ayrıntılar.
Umarım bir sonraki kitabında biz okurları biraz daha fazla zorlar.
Banu Yıldıran Genç
Sinan Sülün, Kırlangıç Dönümü,
İletişim Yayınları, 2015, 257 s.
* Bu yazı Notos'un 56. sayısında yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder