Ölmüş bildiğiniz
bir gün çıkıp gelirse...
Romanın politikliği, yazarın
toplumsal bir meseleyi nasıl işlemesi gerektiği edebiyatta hâlâ
tartışılan bir konu. Kendi adıma, herkesin sessizliğe büründüğü,
iktidarın tam da istediği gibi “apolitik” gençler yetiştirdiği
bir dönemde, özellikle '70 ve '80'lerde yaşananları anlatan
politik romanlar kimliğimi bulmamı sağlamıştı, var olsunlar
diyebilirim. Bugün biliyorum ki tartışılan aslında dilin,
biçemin anlatılan hikâyenin neresinde durması gerektiği.
Geçtiğimiz ay yayımlanan Ara Tonlar, dil ve biçemin tam da
nasıl olması gerektiğini örnekleyen bir roman. Ayşegül
Devecioğlu derdini, hikâyesini, kendi kurduğu ustalıklı dille,
insanı merkeze alarak anlatan bir yazar. Önceki romanları Kuş
Diline Öykünen ve Ağlayan Dağ Susan Nehir'den sonra
bir kez daha '80'lerde yaşananları arka plana alarak insana dair
duyguları didikliyor.
Üniversite yıllarında örgütlü
mücadelenin içinde var olmuş, sonrasında gözaltılar, kayıplar,
ölümlerle yüzleşmiş bir arkadaş grubunun, yirmi yıldır ölü
bildikleri Demir'in bir anda çıkıp gelmesiyle yaşadıkları
anlatılıyor kısaca. Ayşegül Demircioğlu okuru bu arkadaşlardan
yola çıkarak birçok kavramla yüzleştiriyor.
Romanın merkezinde adını
bilmediğimiz ama en ince duygularını, en gizli sırlarını
öğreneceğimiz kadın kahramanı var. 80'leri gözaltı ve
işkenceyle atlatabilmiş, tutuklanmamış, sonrasında yayıncılık
sektöründe çalışmış, geçmişiyle hesaplaşmalarını anbean
yaşayacağımız ve yanında durmaktan gurur duyacağımız bir
kadın.
Her biri bir tarafa savrulmuş, eski
inançlarından ödün vermiş, eleştirdikleri gibi “burjuva”
olmuş bir arkadaş topluluğu. Evlenmemiş, hayatta arkadaşları
gibi yırtamamış, geçmişini unutamamış kahramanın artık bir
araya gelmekten çok da hoşlanmadığı bu topluluk, Demir'in
gelmesiyle geç kalınmış yirmi yıllık hesaplaşmalara başlar.
Devecioğlu'nun o döneme dair
anlattıkları ne abartılarak romantize edilmiş ne de üstten
bakarak hor görülmüş. Darbe dönemlerine ait anlatılar bu iki
yargıdan biriyle yola çıkıldığı için gerçekliğin ötesine
savrulmuş hissi verir genellikle. Oysa Ara Tonlar'da
üniversiteye babasının arabasıyla getirip bıraktığı ilk
günden itibaren burjuva diye burun kıvrılmış bir kadının
duyguları, örgütlendikleri gecekondu mahallesindeki evinin
bahçesinde beslediği kedi yavrusunu öldüren mahalle çocuklarının
hoyratlığı, mahallede yoldaş bildiği evli barklı bir adamın
tacizkâr bakışlarını yok sayması çünkü örgütün buna
inanmayacağı gerçeği var. Yazar iyiyle kötü gibi zıtlıkların,
siyahla beyaz gibi ana renklerin dışında yol alıyor usul usul.
Tüm bunlar romanın ustaca belirlenmiş
kurgusunda bazen geri dönüşlerle veriliyor. Yazar üçüncü
kişili anlatımı tercih etmiş ki Tanrı anlatıcı herkesin ne
düşündüğünü, hissettiğini bilen bir anlatıcı demektir fakat
bu romanda anlatıcı sadece adını bilmediğimiz kahramanın her
şeyini biliyor, yaşananlar, gelişmeler, konuşulanlar hep onun
aracılığıyla aktarılıyor. Ayşegül Devecioğlu bunu “ben
anlatıcı” kullanmayı tercih etmeden, oldukça başarılı bir
biçimde kotarabilmiş. Yazarın bu tekniği kullanım ustalığı
özellikle Demir'in anlattığı bir hikâyenin ana karakter
tarafından miş'li geçmiş zamanla tekrarlandığı bölümde belli
oluyor. Başkasından duyulanın bire bir aktarıldığı bu bölüm
romanın dilinin de ne denli önemli olduğunu okura hatırlatır
nitelikte:
“Oğlanı oradan çıkarıp daha
güvenli bir yere götürmek istiyormuş, onu kucaklamış, babayiğit
bir oğlanmış, çalılıklara doğru biraz taşımış, ama oğlan
beş-altı metre bile gitmeden ölmüş. 'Ay anacığım,' demiş
ölürken, tüy gibi hafifmiş, halbuki ölüler için ağır olur
derlermiş, ama oğlan ağırlığı yokmuş gibi düşüvermiş
kollarından.”
Ansızın geri dönen Demir'in
anlattıklarında '90'lı yılları bir kabus gibi anımsamamıza
neden olan vahşeti bire bir yaşarız. Demir'i yaralandıktan sonra
iyileştiren Kürt nine ve torununun başına gelenler, belki de
romanı okurken ağzımızda kalan en kekre tat...
Yazarın başarısı romanın kurgusunu
bu acı dolu anılara dayamaması, “Biz her şeyin diyetini ödedik;
işkenceyse işkence, hapishaneyse hapishane.” diyen ve önüne
bakan karakterlerle kurulmuş bir roman. Demir'in gelmesi
gruptakileri sarsıp kendileriyle hesaplaşmalarına yol açsa da
önünde sonunda seçtikleri yolda ilerlemeye devam edeceklerdir.
Roman birbirinden pek de hoşlanmayan
kahramanla Serpil'in buluşmasıyla açılıyor, yine onların
buluşmalarıyla kapanıyor. Romanın döngüsünü tamamladığı bu
son buluşma, aynı zamanda kitaba adını veren bölüm. Uzun yıllar
süren arkadaşlıklarına rağmen bir türlü yakın olamamış bu
iki kadın, bu bölümde yaşamlarının en samimi konuşmalarından
birini yaparlar. Demir'in gelmesi en azından biri için doğru bir
hesaplaşmaya yol açmıştır.
Ayşegül Devecioğlu Beyoğlu'ndaki
dilsiz kadın dilenci gibi tanıdık kişilerle karşılaştırıyor
okuru, bol bol filmlerden, müzikten bahsediyor. Bazen Woody Allen'ı,
bazen Joan Fontaine'i, bazen Tom Waits'i anımsatıyor bir detaydan
bahsederken. Ama özellikle kitabın adının çağrıştırdığını,
hiç unutturmuyor. Her bölümde, betimlemelerde, benzetmelerde
mutlaka renklere yer veriyor, genellikle de ana renklere değil ara
tonlara, Serpil'in şu dediklerine karşı çıkarcasına:
“...biz devrimin neferleriydik, ölüm
her an etrafımızdaydı, belki bu yüzden sert ve ciddi renkleri
yakıştırıyorduk kendimize; lacivert, kahverengi, siyah, gri.
Aslında sonraları sık sık ana renklere tutkun olduğumuzu
düşündüm, ara tonlar kayboluyordu çünkü. Devrimden yana
olanlar, devrime karşı olanlar, proleter devrimciler, burjuvalar,
arada bir şey yok.”
Ara Tonlar, Türkçe edebiyatta
usta işi ve iyi bir roman okumak isteyenler için, gözden
kaçmamalı.
Banu Yıldıran Genç
Ara Tonlar
Ayşegül Devecioğlu, Metis Yayınları,
Şubat 2015, 200 s.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder