Geçmişe bir ağıt...
Biyografi, anı, günlük gibi insan
yaşamını temel alan türlerde Batı edebiyatına yaklaştığımızı
söylemek pek mümkün değil. Joan Didion'un ölen kızının
ardından yazdığı Mavi Geceler'i okurken neredeyse her sayfada
bunu düşündüm.
Doğar doğmaz evlatlık aldıkları
kızları Quintana'nın uzun süren bir hastalık dönemi sonrası
ölmesinin ardından içini dökmek için yazmış Joan Didion Mavi
Geceler'i. Bir süre sonra bu iç dökümü ölüm ve ölümsüzlük
üzerine felsefi bir metne dönüşmüş.
“İnsanın çocuk sahibi olamadan
ölmesi, korkunç bir şey. Bunu
Napoléon Bonaparte söylemiş.
Ölümlüler için, çocuklarının
ölümünü görmekten daha büyük bir acı olabilir mi? Bunu
da Euripides söylemiş.
Ölümsüzlükten söz ederken,
çocuklarımızdan söz ederiz.
Bunu ben söyledim.”
Kızının
ölümünden sonra yaşadığı rahatsızlıklar, her yaşadığı
rahatsızlıkta yıllarca hastane odalarında boğuşan kızının
çektiklerini düşünmek, birden yaşlandığını fark etmek,
aslında ölümsüz olmaktan her geçen gün uzaklaştığını
anımsatır Didion'a.
Bu aslında bir
hesaplaşmadır, çocuk büyütmenin vicdan azabına eşit olmasının
getirdiği bir hesaplaşma. Didion, Quintana'nın yaşadığı
sorunların temeline inmeye çalışır yazdıklarıyla. Bu arada
okura kendini tamamen açar, çok çalıştığından, kızına
yeterince vakit ayıramadığından, Quintana'nın daha beş
yaşındayken farklı kişilik özellikleri gösterdiğinden ama
kendisinin bunları anlayamamış olmasından tutun da evlatlık
olmasını söylememek mi gerekirdi'ye kadar yaşamının her adımını
sorgular.
Yirmili yaşlarında
bipolar teşhisi konan Quintana'nın çocukluğuna gideriz hep
beraber, anne babasının ilgisini çekmek için roman yazmasını,
beş yaşındayken bir akıl hastanesini arayıp delirirse ne yapması
gerektiğini sormasını, uydurduğu ve korktuğu hayali
kahramanları, beraber çektirdikleri fotoğrafların tarihini
öğreniriz. Joan Didion bunları son derece içten bir biçimde
anlatır, sorular sorar, bazen yanıtlar bulur, bazen kendini suçlar,
bazen kimi suçlayacağını bilemez, sadece hissettiklerinden
bahseder.
Aynı yıl içinde
kocasını ve kızını kaybeden yazar, duygu sömürüsü tuzağına
düşmeden cenaze hazırlıklarını hatta cenazede okuduğu şiiri
ve niye onu seçtiğini anlatır. Sonra korkunç geçen o yılı O
Yılın Büyüsü adlı oyununda anlatır, kendi kurgusunda farklı
bir son seçer. Oyun büyük bir başarı kazanır, uzun süre
sahnelenir. Her şeyi unutmaya çalıştığı bu yoğun günler
aslında anlatının en duygusal yerlerinden birini oluşturur çünkü
başrol oyuncusu Vanessa Redgrave'le aynı kaderi paylaşmış iki
annedir onlar. Yakın arkadaş olan iki anne çocukluktan beri
arkadaş olan kızlarını erkenden kaybetmişlerdir ve O Yılın
Büyüsü onları için bambaşka bir anlam taşır.
Oyunun son
sahnelenişinden sonra Joan Didion evinde bayılır ve uzun süre
teşhis konamadan hastanelere taşınır durur. Mavi Geceler'in
yazılmasını bir bakıma bu dönem sağlar. Cenazelerden sonra
kendisini işine vererek aslında olmayan enerjisini sonuna dek
kullanmış ve sonra dibe vurmuştur.
“Şu
an hissettiklerimin ne olduğunu biliyorum.
Acizliğin ne
olduğunu, korkunun ne olduğunu biliyorum.
Bu, kaybedilmiş
olan için duyulan bir korku değil.
Kaybedilen,
duvardaki yerini aldı bile.
Kaybedilen, çoktan
kilitli kapıların ardında.
Korku, hâlâ
kaybedilecek olan için.”
Anlatının son
satırlarında Didion hâlâ neyi kaybetmekten korktuğunu da
açıklıyor okurlarına, boğazda bir yumru bırakarak.
İçten, doğal,
duygu sömürüsü yapmayan, sorgulayıcı, şiirsel bir metin Mavi
Geceler. En başta da söylediğim gibi Türkiye edebiyatında
yazılmış anılar var, hatta kaybedilen çocuklardan sonra yazılmış
anılar var ama bu denli cesur bir biçimde ruha ayna tutan bir eser
var mı, tartışılır.
Banu Yıldıran
Genç
Mavi Geceler, Joan
Didion, çev. Püren Özgören
Domingo Yayınları,
195 s.
* Bu yazı Agos Kirk'te 30 Ocak 2015 tarihinde yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder