Cevaplanamayan soru:
Dâhi mi deli mi?
Herhalde yaşadığı dönemden bugüne
bu denli konuşulmak, 250 yıl sonra bile savunmak mı gerekir
eleştirmek mi emin olunamamak, roman ve öyküleriyle başka sanat
dallarında başka başyapıtlara esin vermek, adından yola
çıkılarak psikolojide bir terim olmak herkesin başaracağı bir
şey değildir.
Marquis de Sade doğmuş olduğu 1740
yılından itibaren çocuk sayılabileceği on beş yıl dışında
hep bir olayın, sansasyonun içinde olmuş. Daha on beş yaşındayken
şehvet düşkünü diye anılmaya başlaması aslında gelecekteki
kişiliği hakkında ipucu vermekte.
Notos'un Klasik Kitaplar serisindeki
güzel özelliklerden biri olan kronoloji sayesinde hem Sade'ın
yaşamını, hem edebiyattaki gelişmeleri, hem de Fransız
Devrimi'nin yaklaşmasını ve yaşanmasını adım adım takip
edebiliyoruz.
Sade on beş yaşından sonra meslekten
men edilmeler, taciz ve eşcinsellik suçlamaları, hapishane ve akıl
hastanesi günleri, ölüm cezalarıyla dolu bir yaşam sürer.
Kronolojideki üç ayrı koldan takip ettiğimiz kadarıyla
edebiyatın ve dünya tarihinin en önemli dönemlerinden birinde
yaşıyor olması aslında onun için büyük şanstır.
Genelevde bir fahişeye kötü
davranmakla ilk kez iki hafta yattığı hapishane, bir süre sonra
onun için olağan bir yer haline gelecektir. Habire “adaba aykırı
hareket etmek”le suçlanmasının dışında, bir kadını şatosuna
hapsedip tacizde bulunması, yine eve kapadığı fahişeleri
zehirlemek, daha sonra hizmetçi kızları eve kapatıp taciz etmesi,
uzun bir süre hapiste kaldıktan sonra bir erkek mahkumu baştan
çıkardığı gerekçesiyle akıl hastanesine kapatılması,
kitapları yüzünden yayıncısıyla beraber tutuklanması... 74
yıllık bir ömre daha ne sığabilir diye düşünüyor insan?
Yukarıda yaşananlar, uzun yıllarını
tutsak olarak geçirmesi, Sade'ın yaratıcılığını hiçbir
biçimde sekteye uğratmamış, durmaksızın yazmış, yayınlamış,
eleştirilere karşı mektuplar yazarak kendini savunmuş, hiçbir
şey yapamasa akıl hastalarına tiyatro oynatmış.
Bu nedenle karşımızdaki yaratıcı
bir dahi mi, yoksa sapığın teki mi hiçbir zaman emin
olamayacağız. Ama bildiğimiz bir şey daha var ki şans diye bir
şey varsa onun Sade'dan yana olduğu. Taciz edip ölümüne sebep
olduğu hizmetçi kızlardan birinin babasının intikam almak için
ona doğrulttuğu silah tutukluk yapmasaydı genç yaşında ölmüş
olacaktı; Bastille Hapishanesinde kendi yaptığı basit bir
megafonla mahkumların öldürüldüğünü yaydığı için akıl
hastanesine gönderilmeseydi belki kısa bir süre sonra
devrimcilerin ele geçirdiği hapishanede soyu nedeniyle
öldürülecekti; son olarak ölüm cezasına çarptırılmasından
kısa bir süre sonra Fransa'da terör dönemi bitmeseydi “Madam
Giyotin”le tanışacaktı.
Şansının yaver gitmediği tek durum
en uzun süreli hapis cezasını kayınvalidesinin baskılarıyla
almış olması belki de. Eh, o da evlilik hayatının cilvelerinden
biri diyebiliriz.
Aşkın suçları ya da
Sade'ın fantezileri
Edebiyatın
katı kuralları olan Klasisizmin baskısından kurtulması, Antik
Yunan ve Roma'da yazılmış tragedya ve komedyalara, şiirlere
öykünme hâlinden çıkması belki de 18. yüzyılın en hayırlı
olaylarından biri olmuş.
İnsanın
var olduğundan beri en büyük gereksinimlerinden biri olan
“anlatma”nın, bir olayın başıyla sonuyla, kişileriyle var
edilmesinin doğurduğu türlerin olgunlaşması da bu yüzyıla denk
geliyor. Daha önceleri destanlar, masallar, halk ve şövalye
hikâyeleriyle giderilen bu gereksinim, yavaş yavaş yerini roman ve
öykü denen türlere bırakmaya başlamıştır. Klasisizmin
neredeyse yok saydığı bu türler birbiri ardına yayımlanan
kitaplarla yayılacak, Fransız Devrimi'ni doğuran ortama tam
anlamıyla hâkim olacaktır.
Aşkın Suçları,
on bir novella'dan oluşan kapsamlı bir eser, roman türü daha
emeklerken Sade, kitabını Roman
Üstüne Düşünceler adını
verdiği önsözüyle yayımlamış ve bu tür hakkında
derinlemesine düşündüğünü kanıtlamıştır. Önsözde roman
adının etimolojisinden ve nasıl olması gerektiğinden
bahsederken, kendisini ahlaksız olarak nitelendiren bir “gazeteci
parçasına” da bol bol veriştirmektedir.
Cemal
Süreya'nın yetkin ve kıvrak çevirisiyle Türkiye'de yayımlanan
versiyonda novella'ların üçü yer almakta. Memleketin en büyük
dertlerinden olduğunu düşündüğüm baskısı bitmiş kitaplardan
birine daha neyse ki Notos sayesinde kavuştuk. Kitapta novella'lara
ek olarak Kronoloji,
Sade'ın Roman
Üstüne Düşünceler'i
ve Iwan Bloch'un yazdığı Marquis
de Sade'ın Felsefesi
makalesinin dışında Cemal Süreya'nın önsözü var ki Aşkın
Suçları'nın
uzun
süredir okuduğum en güzel çeviri olduğunu eklemem gerek.
Novella'lardan
ilki Florville ile
Courval ya da Kadercilik adını
taşıyor. Doğduğu
günden beri üzerinde bir lanet taşırmışçasına şanssız olan
Florville'in yaşam hikâyesi, anlatının çatısını oluşturuyor.
Florville de Sade'ın diğer kadın karakterleri gibi yaşamında
önemli bir hata yapar ve bu kaderinde belirleyici olur. Romanın
daha emekleme döneminde olduğundan bahsetmiştik, kurguya tam hakim
olamamak, bazen lafı gereksiz yere uzatmak, betimlemeleri bir amaç
dahilinde değil de süsleme öğesi olarak kullanmak bu
acemiliklerden bazıları. Romanın 250 yılda nasıl bir yol kat
ettiğini anlamak adına klasikleri okumak oldukça faydalı oluyor,
benim en çok hoşlandığım acemilikler Sade'ın dipnotları oldu.
Florville yaşamını evleneceği Courval'a anlatırken rüyasından
bahseder: “Bir gece Senneval girdi düşüme... Senneval bir türlü
unutamadığım o mutsuz sevgilim, beni tekrar Nancy'e sürükleyen
varlık... Evet, Senneval iki ceset gösteriyordu bana, biri
Saint-Ange'a, öbürü tanımadığım bir kadına ait iki ceset.”
Sade burada ceset sözcüğü için bir dipnot ekler: “Bu deyim
unutulmasın; 'tanımadığım bir kadın' diyor. Florville,
gözündeki perde kalkmadan ve düşünde gördüğü kadını
tanımadan daha başka bazı yıkıntılara uğrayacak.”
Buradaki
dipnot okura güvensizlikten mi, anlaşılamama korkusundan mı
hiçbir zaman bilemeyeceğiz ama Sade bizi kitap boyunca uyarmaya
devam edecek. Aşkın Suçları'ndan
hemen hemen 80-90 yıl sonra Ahmet Mithat Efendi'nin de aynı
yollardan geçtiğini düşünürsek, hatta şu zamanda hâlâ lafa
karışmadan duramayan yazarlar olduğunu hatırlarsak, romanın
gelişebilmesi için bu yanlışların yapılması gerektiği
kanısına varabiliriz.
İkinci
novella Faxelange
ya da Hırsın Zararları'nın
kadın karakteri de bir suç işler ama bu suç Florville'inki gibi
“aşk suçu” değildir, Matmazel Faxelange aşk yerine hırslarına
yenik düşer ve maddiyatı tercih eder, tabii ki o dönemin edebiyat
anlayışında olduğu üzere kötüler cezalarını alır, Faxelange
da tek bir hatasının bedelini öder. Burada da Sade anlatının
kötü tipi Franlo'dan o kadar nefret eder ki Matmazel Faxelange'ı
evlendikten sonra da o adla anmaya devam eder ve bunu okura açıklar:
“Yine Matmazel Faxelange diyelim, çünkü kadınlık adından
artık tiksiniyoruz.” Çok değil bir 50 yıl sonra yazarın
tarafsız olması gerektiği Realistler tarafından ortaya konacaktır
neyse ki.
Kitaba
alınan son novella Dorgeville
ya da Erdemin Suç İşlettiği'nde
en kötü kadın karakterle tanışırız, Virginie. Son derece iyi
kalpli Dorgeville evleneceği kadının kendisine gönül borcu
olmasını tercih edeceğini söyledikten kısa bir süre sonra tam
da böyle bir kadınla karşılaşır ve evlenir. Büyük bir
tezgâhın içine düştüğünü anlaması ise uzun sürmez. Sade bu
hikâyenin sonunda ansızın bir vahşet sahnesiyle okuru şaşırtır
çünkü bu kitabında ne Juliette'teki,
ne Yatak Odasındaki Felsefe'deki
gibi okuru
rahatsız edecek fikirler, ilişkiler ve cinsellik yoktur. Hatta
hapishanede tamamlamaya fırsat bulamadığı Sodom'un
120 Günü'nü
düşündüğümüzde Aşkın Suçları oldukça
masum sayılır.
Sade yazdığı önsözde bu kitabın masumiyetinden bahsetmekten
çok, daha önceki romanlarını savunur, hiçbir biçimde suçluları
ve suçu savunmadığını, kötülüğün, pisliğin iyice
anlatılarak iyinin belirlenebileceğini söyler.
Sade'ın kişiliğini ve suçlarını düşündüğümüzde aslında
bu dediklerinin samimiyetini sorgulayabiliriz. İlk novella'da
Florville'in hata yapmasına sebep olan Madam Verquin zevkin, hazzın
dünyadaki en önemli şeyler olduğunu savunan Epikürcü bir kadın.
Anlatılan diğer ölümlerde hastalık, gözyaşı, günah korkusu
ve af dilenme varken Madam Verquin'in ölüme gidişi insanı suça
davet eder nitelikte: “Ben kadınlığımın gerektirdiği ölçüde
kâm almışım dünyadan. Şimdi ise yeterince zevk duyamayacağım
yılları kaybediyorum. Oysa o zevkler olmadan hayatın ne önemi
var? (...) Ölüm, yalnız inançlı kimseler için korkutucudur
yavrum. (...) İşte ölümü böyle istiyorum Florville'ciğim,
ölürken yanımda papazlar, acılar, umutsuzluklar yerine böyle bir
ezgi istiyorum... Senin o papazların, o sahte yobazların bilsinler
ki onlarsız daha rahat ölünebilir; bilsinler ki rahat bir ölüm
için din değil, cesaret ve mantık gereklidir.”
Ateist
olduğunu beyan eden Sade'ın bu sözlerinde kötülüğü, pisliği
iyice anlatmayı amaçlamadığı az çok belli aslında. Sürekli
suçlandığı ve eleştirildiği için gizliden gizliye romandaki
sevdiği karakterlere istediği şeyleri söyletmektedir. Simone de
Beauvoir da Sade'ı
Yakmalı mı adlı
deneme kitabında “Aslında kendini yazılarında savunurken ileri
sürdüğü fikirlerin tam tersini düşünmektedir; iyinin
aldatıcılığını kavramamış okurlara kötünün tatlarını
aşılamaya çalışmaktadır.” diyerek bu düşünceyi destekler.
Aşkın
Suçları Marquis de Sade'la tanışmak için iyi bir fırsat, bu zararsız
hikâyelerden sonra onu daha iyi tanımak isteyen okurlar diğer
kitaplarına geçip “sadizm” sözcüğünün nereden geldiği
hakkında fikir sahibi olabilirler. Roman türünün gelişimine,
geçirdiği değişikliklere meraklı olan edebiyatseverlerin dışında
Cemal Süreya'nın akıp giden çevirisini tatmak isteyenlere
hararetle önerilir.
Banu Yıldıran Genç
Aşkın Suçları, Sade
Notos Kitap Yayınevi, Kasım 2014, 199 s.
* Bu yazı Radikal Kitap'ın 19 Aralık 2014 tarihli sayısında yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder