4 Eylül 2019 Çarşamba

Dört Köşeli Kambur


Herkesin bildiği, kimsenin demediği şeyler...
Geçtiğimiz ay yayımlanan Dört Köşeli Kambur adıyla da kapağıyla da dikkat çeken kitaplardan. Ali Özgür Özkarcı’nın öykü kitabı için yüzleşememenin kitabı da diyebiliriz.
Son yıllarda 1915 hakkında daha çok roman, öykü, anı gibi kitapların yazıldığını görüyoruz, bu tabii ki yüzleşebilme adına iyi bir adım ama hem samimiyetini hissettirecek hem de bunu edebiyattan, yaratıcı yazıdan ödün vermeden yapacak roman ve öykülerin sayısı o kadar çok değil. Dört Köşeli Kambur bu az sayıdaki kitaplardan. Ali Özgür Özkarcı dört öyküde de anlattığı coğrafya ve karakterleri ustalıkla kurmuş, bazen birbirine bağlamış, o coğrafyada işlenmiş suçu ve suçu hâlâ üstlenmeyenleri yepyeni bir teknikle öykülerine konu etmiş.
İlk öykü “Siryanuş da Kim Oluyor Lan?” kitabın en eğlenceli öyküsü aslında ama okuruna derdinin ne olduğunu da gayet net hissettiriyor. Öykünün anlatıcısı memleketteki çoğu çocuk gibi mutsuz, dayakçı baba sessiz anne arasına sıkışıp çareyi sokaklarda buluyor, adını bilmiyoruz ama en yakın arkadaşı öykünün asıl kahramanı: Talat. Talat’ın yaptıkları, yaramazlıklarının ünü arşa çıkmış, durmadan yediği haltlar yüzünden başka şehirlerdeki akrabalara gönderiliyor. En son mezarlık macerası ise aslında herkesin her şeyi bildiği ve bilmezlikten geldiği gerçeğini daha çok çarpıyor yüzümüze. Olayı duyduğunda anlatıcının o sessiz annesinin  kıkırdayarak “İsmi de Talat üstelik,” demesi, babasının “Siryanuş değil, onun doğrusu Siranuş!” diye kükremesi bu gizli bilginin en büyük kanıtı. 
Amcam Yok Ülkede yazarın bambaşka bir teknik denediği ve okurların bu yeniliğe bir iki sayfadan sonra rahatça alışabildiği bir öykü. Öyküdeki mekânların, olayların, kişilerin altta dipnotlarla açıklanması diyebiliriz bu teknik için. Bir yandan tüm dipnotlar öykünün parçası, öyküyü bütünlüyor ama bir yandan onlarsız da olabiliyor. Oldukça şiirsel başlıyor bu öykü: “Ve insan ölülerine aittir. Benim adımsa Ali. Buralıyım. Utancım, sevincim, ölülerim de buralıdır.” Okudukça, dipnotlar serçe neneyi tanıttıkça, amcayla nene arasındaki özel yakınlığı anladıkça, melankolik amcanın annesi öldükten sonra adım adım yaklaştığı trajedinin midemize bir taş gibi oturacağını biliyoruz sanki, bu kamburlarını yük gibi taşıyan neneleri biliyoruz, evlerin kilerlerini biliyoruz... 
Bu öyküdeki anlatıcı Ali, Adana’da büyüyen, ailesi orayı terk etmeyen çocuklardan... Son öyküyü ise Ali’nin kuzeni Murat anlatıyor. Bu iki öykünün bağlantısı kitapta kurulmuş bir köprü gibi. Kendime Vedamın Uzun Mektubu adındaki son öykü işte o melankolik amcaya -bu öyküde dayı oluyor- odaklanıyor. Yıllar sonra Adana’ya geri dönen Murat bir şekilde bir komşudan dayısından bir günlük kaldığını öğreniyor, günlüğü okumaya başlıyor ve dayının o umarsız mutsuzluğu, yalnızlığı, sevdiği kızdan mecburen ayrı kalışı, annesiyle arasındaki sır bu kez Murat’ın üstünde kambur oluyor kalıyor. Adana’da geçen çocukluğunu, komşusu madamı, konuşulmayanları hatırladıkça yine o suskunluk geliyor önümüze. Herkesin her şeyi bildiği ama bilmezlikten geldiği suskunluk.
İkinci ve dördüncü öykülerin bir köprü kurduğunu söylemiştim, üçüncü öykü “Benim Dedem Katil Değil!” ise tam da bu köprünün arasında kalan ve kitabın asıl derdini bütünleyen bir öykü olmuş. Bu öyküde de karakterlerin adları arada bir bağ olmamasına rağmen aynı. Öbür öyküler gibi anı biçiminde olmamasıyla ise farklı. Bir meyhane sofrasındayız, eski “solcu” arkadaşlar buluşmuş, Ali, Mert ve Murat’ın arası gerilimli. Bir de Ayşen var, Ali’nin sevgilisi, ki Ayşen de yukarıda bahsettiğim öykülerdeki amca-dayının sevdalanıp da kavuşamadığı kızın adı. Bu sofrada eski defterler açılıyor, Ali ve Murat’ın arasındaki geçmişte kalmış bir kız meselesi ortamı geriyor. Murat herkesle, her şeyle kavga etmek istiyor sanki. Doktora tezini Meşrutiyet Dönemi Tiyatrosunda Ermeniler olarak belirleyen Ayşen’e neden bu konuyu seçtiğini sorduğunda alacağı cevabı da biliyor belli ki. “Ayşen, Murat’a doğru kafasını sağa (çünkü sağdaydı) çevirerek, ‘Hrant’ın ölümünden çok etkilendim ama asıl işte ailemin kökeni ile ilgili belki de,’ derken, ‘ama’dan sonraki cümleyi yarım ağız ve devrik söyleme gereği duymuştu. Ama Murat mevzuyu sezmişti bir kere, ‘Dur, tahmin edeyim, senin nenen Ermenidir kesin!’” Ayşen’in önce ciddiye aldığı hemen ardından gelen kahkahadan kendisiyle dalga geçildiğini anlaması Murat’ın bitip tükenmez reddini bize açıyor. Özellikle öykünün vurucu son cümlesi, bu kamburu hep sırtlarında taşıyacaklar ve dedeleriyle yüzleşemeyecekler olarak ikiye ayrıldığımızı, öyle de kalacağımızı imliyor sanki.
1915’in yolunu 1909 Kilikya katliamının açtığı söylenir. Kilikya’da yaşananları Yıkıntılar Arasında* adlı eserinde anlatmaya çalışır Zabel Yesayan, gücünün yettiğince. Alıntıladığım şu satırlar Dört Köşeli Kambur’un özünü, yüzyıl süren suskunluğu daha iyi anlamamızı sağlar belki: “Dul kadınlar birbiri ardı sıra, umutları kırık, başları öne eğik ve elleri göğüslerinde birleşmiş, ürkek adımlarla ağır ağır kiliseye doğru ilerliyorlardı… Talihsiz kalabalığın üzerine büyük bir hüzün çökmüştü… Herkesin, ardından gözyaşı dökeceği birden çok ölüsü vardı… Gördüklerini anlatmaları gerekmiyordu; çünkü umutsuzluğun korkunç dehşeti baruttan kararmış yüzlerine zaten kazınmıştı… Tanrı kör ve dilsiz kalmış, bu kutsal mekânda yok olmuştu sanki.”
Dört Köşeli Kambur aslında yazarın Türkiye Üçlemesi’nin ikinci kitabı. İlki Bitik Ülke Son Atı adında bir şiir kitabı. Ali Özgür Özkarcı’nın şiire yakınlığı öykülerde de anlaşılıyor, bazen bir cümlenin şiirselliği, bazen aynı cümleyle başlayan ve ritim yaratan paragraflar bir şair yazarla karşı karşıya olduğumuzu hatırlatıyor bize. Bazı öykülerde olmasa da olur diyebileceğimiz açıklama yapan cümleler -üçüncü öyküden yapılmış alıntıdaki parantez içi gibi- dışında tekniğiyle, dili ve anlatımıyla yeni ve farklı. Bu açıklayıcı cümleler dipnotlarda göze batmazken olay aktarımı sırasında fazlalık gibi duruyor. 
Derdiyle, dermansızlığıyla, yüküyle, hatırladıklarıyla okunması gereken bir kitap olmuş Dört Köşeli Kambur. Üçlemenin son kitabını sabırsızlıkla bekliyorum.

Ali Özgür Özkarcı, Dört Köşeli Kambur, Everest Yayınları, Nisan 2019, 86 s.

* Zabel Yesayan, Yıkıntılar Arasında, Aras Yayınları.

* Bu yazı Notos'un 75. sayısında yayımlanmıştır.

29 Haziran 2019 Cumartesi

Ian Rankin Polisiyeleri


Edinburgh’da depresif bir polis
Çocukluğumdan beri polisiye okumayı çok severim. Hatta kitap okuma maceram sahaflardan alınmış Altın Yayınları’nın o eski Agatha Christie kitaplarıyla başladı diyebilirim. 90’lı yıllarda polisiye basan birkaç yayınevine ve belli yazarlara mahkum oluşumuz şimdi düşününce bana o kadar acıklı geliyor ki her yeni yayımlanan polisiyeyi okuma açgözlülüğümün o dönemden kaynaklandığını düşünüyorum.
Tabii ki her yayımlanan kitap biz polisiyeseverleri tatmin etmiyor, beğendiğim kitapları ya da serileri Kirk’e yazmayı sevdiğimden Alfa Kitap’ın geçtiğimiz eylül ayından beri düzenli bir biçimde yayımlamaya başladığı Dedektif John Rebus serisinden mutlaka bahsetmek istedim. Ian Rankin’in yarattığı bu müthiş dedektifin bazı maceraları daha önce yayımlanmıştı ama ilk kez en baştan ve sırayla yayımlanıyor.
Başka derdin mi yok diyenler olabilir ama Türk yayıncılığında baskısı biten kitabı telifini hâlâ elinde bulundurduğu halde basmamak ve seri halinde olması gereken kitapları ortadan, sondan canları istediği basıp bırakmak gibi iki büyük sorun var bence. Ian Rankin de ikinci sorundan mustarip olmuş bir yazar. Bugün adını aratırsanız farklı farklı yayınevlerinden alakasız bir biçimde sırasına bakılmadan yayımlandığını göreceksiniz. Hatta Rebus serisinin son kitabı neredeyse ilk yayımlananlardan ve bunu ülkenin en büyük banka destekli yayınevi yapıyor. 
Bu çok önemli derdimi açmamın sebebi esasen John Rebus polisiyelerinin her birinin farklı konusuna rağmen arka planda Rebus ve arkadaşlarının yaşamlarının gerçek zamanlı devam ediyor olması. Bu nedenle ilk kitaptan başlanıp sıranın takip edilmesi, hele de polisiye serisiyse çok önemli... Geçtiğimiz sene ansızın kaybettiğimiz Philip Kerr’in Bernie Günter polisiyelerini doğru ve düzenli bir biçimde yayımlamasıyla gönlümüze taht kuran Alfa Kitap, Ian Rankin’e de el atarak içimizi ferahlattı diyebiliriz.
Kişisel bir dava
John Rebus’la ilk olarak Düğümler ve Haçlar’la tanışıyoruz. Dedektifler neredeyse yaşadıkları şehirle özdeşleşirler, İsveçli Wallander’in kıyı şehri Ystad, Miss Marple’ın köyü St. Mary Mead gibi Rebus da İskoçya’nın başkenti Edinburgh’la anılıyor. Hatta ilk kitaptan başlayarak doğup büyüdüğü yer olan Fife’ın ne hâle geldiğini, şehirdeki inşaat patlamasını, zenginlerin gittikçe kuzeye doğru gelmelerini okuyoruz. John Rebus bu kitapta kırka yaklaşmış, karısı Rhona’yla yeni boşanmış, sekiz yaşında Samantha adında bir kızı var. Tabii ki bol içki, bol sigara, depresif bir ruh hâli de dedektifimize eşlik ediyor. Karısı evi boşalttığından beri eşyaları hatta kitapları bile düzenlemediğini sık sık tekrarlıyor. Sonraki kitaplarda söylediği bir söz aslında evliliğini çok net anlatıyor: “Rhona kıtaların ayrılması gibi olduğunu söylerdi: O kadar yavaş ki çok geç olana kadar fark edemedik. İkimiz ayrı adalardayız ve arada da kocaman bir deniz var.”
Düğümler ve Haçlar’la ilgili bir diğer söylenebilecek şey en kişisel Rebus macerası olduğu, Ian Rankin bu romanı yazdığında devamı olacağını hiç düşünmemiş, hatta kahramanını da öldürecekmiş, son anda vazgeçmiş. Bu nedenle kitapta Rebus’un abisi ve babasıyla ilişkisi de var, polis olmadan önce SAT komandosu olduğu askerlik macerası da... Ian Rankin iyi ki kıymamış Rebus’a diyoruz çünkü John Rebus görüp görebileceğimiz en inatçı ama bir yandan da en vicdanlı polislerden biri. Ne olağanüstü bir eğitimi, ne suçluyu şıp diye tanıyan içgüdüsü ne de anlatıla anlatıla bitirilemeyen başarıları var. Hepimiz gibi sıradan, sıklıkla hata yapan, hatta hiç durmadan yanlış kişilere âşık olan bir polis karşımızdaki. Ekibinden bir polisin söylediği “Bence çok kötü birisi sayılmaz ama sevmesi kolay biri de değildir.” cümlesi Rebus’u en iyi tanımlayan cümle olabilir.

Polisiye romanın konusundan bahsetmek çok zor olsa da bu ilk romanın en sertlerinden biri olduğunu söyleyebilirim. Çocuk cinayetleri zaten konuyu olabildiğince zorlaştırıyor. Tüm bu cinayetler sırasında Rebus’a gelen mektuplar ve mektuplardaki düğümler geçmişinin bu cinayetlerde nasıl bir rol oynadığını da gözler önüne serecek. Son âna kadar heyecanlı, açıklanmayan herhangi bir soruya yer bırakmayan ve Rebus’un adalet duygusunu tam olarak anlamamızı sağlayan çok iyi bir ilk roman olduğunu söyleyebilirim. Ayrıca Rebus’un unutamayacağı aşkı Gill Templer’la nasıl tanıştığını da bu ilk kitapta öğreniyoruz.
Sağlanamayan adalet
İkinci kitap Saklambaç, Edinburgh’u daha iyi tanımamızı sağlıyor. Şehrin leş gibi yerlerine yapılan lüks siteler ve hemen hepsinin birkaç ismin elinde olması bize de bayağı tanıdık gelecek hatta. “Sadece birkaç yüz metre ötede bir müteahhit yeni apartmanlar yapmaya koyulmuştu. İnşaat sahasına konan tabelada LÜKS MUIR KÖYÜ yazılıydı. Rebus kanmasa da pek çok genç alıcının bu zokayı yutacağından emindi. Burası Pilmuir’di ve oldu olası çöplüktü.” İşte bu çöplüğün içinde gencecik bir çocuğun uyuşturucudan ölmesi çok polisiye bir vaka değilken cesedin taşınmış olması ve çürük izleri Rebus’un dikkatinden kaçmıyor. Böylelikle politikacıların, hakimlerin, kirli polislerin karıştığı bir suç örgütüne doğru ilerliyoruz. Romanın sonu adalet açısından çok iç açıcı olmasa da bence bu ikinci macera Rebus’un çaylağı Brian Holmes ve sevgilisi Nell’i tanımamız açısından önemli çünkü ilerleyen maceralarda da karşımıza çıkacaklar. Ian Rankin ilk kitapta Rebus’u öldürmeyip devam kararı aldıktan sonra klasik olarak ona bir de yardımcı bulmaya karar vermiş. Rebus fevri ve duygusalken Holmes daha mantıklı, sağduyusuyla çalışan bir polis.
Ayrımcı İngiliz polisi
Üçüncü kitap Diş izleri en sert maceralardan biri. Düğümler ve Haçlar’da çocuk ölümleri söz konusuyken bile hiçbir cinayet ayrıntısı yer almazken bu kez Londra’da kurbanlarını işkenceyle öldüren, makatını oyup karnından ısıran psikopat bir katil var karşımızda. Rebus bir önceki kitapta bahsettiğim sağlanamayan adaletten sonra sinirlerine pek hakim olamadığından üstlerinin dikkatini çekmiş ve bu kitapta bir şekilde seri katil uzmanı vasfıyla Londra cinayet masasına gönderiliyor. Rebus başkasının işine “uzman” olarak gönderilmekten zaten rahatsız ama Londra’ya gittiğinde kendisini bekleyenlerin daha da rahatsız olduklarını görüyor. İskoç olduğu için aşağılanmasının yanı sıra ne dediğinin anlaşılmaması sorunu da var. “Bir anlık tereddüdün ardından Laine gülümsese de bir şey demedi. Rebus acı gerçeği o anda idrak etti: Dediğini anlamıyorlardı! Aksanını çözemedikleri için ona gülümsemekle yetiniyorlardı.” Herhangi bir İskoç filmi, dizisi izleyenler Rebus’un aksanını tahmin edeceklerdir. Vakanın sertliği, Londra’nın büyüklüğü, hiçbir yere ulaşmayan ipuçları, Rebus’un medyayla ilişkilerinde hata üstüne hata yapması derken işler bayağı içinden çıkılmaz bir hâl alıyor. Aynı zamanda Rebus’un eski karısı ve kızının Londra’ya taşınmaları, kızının okulu bırakıp serserilerle takılıyor olması da sorunları artırıyor. Bu kitapta Ian Rankin polisiyelerde çok rastlanan bir tekniği kullanarak bazı bölümlerde katili anlatıcı yapıyor ve hislerini, sayıklamaları, cinayet anlarını aktarıyor fakat Rankin’de bu tekniği çok sevdiğimi pek söyleyemeyeceğim. Yine de Rebus’un küçük ipuçlarını birleştirmesi, İskoç inadı ve gözü pekliği sayesinde Londra polisi bu işten yüzünün akıyla çıkıyor. Rebus da George Flight gibi ırkçı olmayan iyi bir polis arkadaş ediniyor ki kendisine başka kitaplarda da rastlayacağız. Son ana kadar okuru katil konusunda ters köşeye yatırmasıyla, katilin psikolojik geçmişiyle bir hayli ilgilenmesiyle ilk iki kitaptan farklı bir macera Diş İzleri.
Rebus yine yanılıyor
Bir ihbar üstüne yapılan genelev baskınında yakalanan milletvekili Gregor Jack bu maceranın ana karakteri. İşçi Partisi’nden gelen, bağımsız olarak oldukça düşük gelirli bölgelerin milletvekili seçilen ve halk tarafından çok sevilen Jack ve polis baskını gazetelere düşmesine rağmen bir türlü ortaya çıkmayan karısı, Rebus’u tabii ki tedirgin ediyor. Rebus’un her zaman olduğu gibi korktuğu başına geliyor, kaybolan kadının cesedi bulunuyor. Liseden beri değişmeyen arkadaş çevresiyle bu genç milletvekili konusunda tam olarak ne düşüneceğini bilemeyen Rebus inadı ve başına buyruk hareketleri yüzünden yine hata yapıyor, hatta bu kez ona çok güvenen yardımcısı Brian Holmes’u bile hayal kırıklığına uğratıyor. Aslında Rebus bu kitapta iyice orta yaş bunalımına düşmüş, ilişkisi olduğu kadına ne vaat etmesi gerektiğini bilemez durumda ve kafası karışık olarak yansıtılıyor. Hatta şöyle sayıklıyor: “John Rebus hayatını ne hale getirdin? Gregor Jack daha genç olduğu halde ondan çok daha başarılıydı. Barney Byars da ondan daha genç ve başarılıydı. Ondan daha yaşlı ve başarısız bir tanıdığı var mıydı?” Bu kafa karışıklığı ve depresif ruh hâli kararlarını da etkilediğinden olsa gerek bazen gözünün önündekileri bile görmeyi reddediyor . Belki de bu yüzden bu dört kitap arasında sonu beni en tatmin etmeyen, belirsizlikler ve cevaplanmayan sorularla dolu olan Masadaki Düşman oldu. Ian Rankin’in kitaplarının sonunda herhangi bir belirsizlik bırakmadığını bildiğimden belki de bu cevaplanmayan sorular sonraki maceralarda karşımıza çıkacak, kim bilir?
Sonuç olarak eğer polisiye seviyorsanız, iyi polisiyeye hasretseniz 90’lı yıllardan başlayarak yirmi iki kitap boyunca sürecek John Rebus polisiyelerini kaçırmayın, hatta Rebus’un emekli olup sonrasında geri döndüğü maceralar da var... Umalım ki Alfa Kitap iyi çevirileri, özenli kapakları ve aynı düzeniyle bu kitapları yayımlamaya devam etsin.

Ian Rankin 
Düğümler ve Haçlar – Saklambaç – Diş izleri – Masadaki Düşman
çev: Esin Eşkinat – Cem Demirkan
Alfa Yayıncılık
*Bu yazı Agos Kirk'te Nisan 2019 tarihinde yayımlanmıştır.

11 Haziran 2019 Salı

Poz


Görülmeyenleri görünür kılmak
Banu Özyürek adını uzun zamandır duyduğum ama bir türlü ilk kitabı Bir Günü Bitirme Sanatı’nı okuyamadığım bir yazardı. Yeni öykü kitabı Poz’un çıkacağını sosyal medyadan duyduğum, hele kapağının güzelliğine çarpıldığım an kitabı almaya ve okumaya karar verdim. 
Notos’un bu köşesi benim iki ayda bir telif yazarlar, hatta özellikle de öykü kitapları üzerine yazmak istediğim bir köşe. Tabii ki çıkan her kitaba ulaşıp okuma şansım yok ama bazı sayılarda elime alıp alıp bitiremediğim kitaplar sebebiyle yabancı yazarlara sığınıp onları yazıyorum. Bu kez öyle olmadı, Poz okur okumaz “Ben bunu yazarım.” dememi sağladı. Çünkü Banu Özyürek son dönemde sıkça rast geldiğim üzere dil ve içerikte kolaya kaçmamış, kendince yeni biçimler denemiş. 
Banu Özyürek’in öykü karakterleri hakkında tek bir genelleme yapabiliriz, arka planda kalan, kalmayı seçen, insanların arasına karışmaya çekinen, çocukken bile görülmemekten mustarip olup bunu hayatının bir döneminde yenmek isteyen karakterler. O nedenle İpeksi saçlarımla sahnede adlı öyküdeki anlatıcının iç sesi birçok karakterin iç sesi olabilir: “Elleri. Ayakları. Ayak parmakları. Boynunu sağa sola büküşü. Hepsi incecik varlıklarıyla müthiş bir yapıyı tamamlıyorlardı. Bense kımıldasam. Yani dans etmeye falan kalksam onun gibi. Can çekişen zavallı bir canavara benzerdim ancak.” Hemen sonraki öykü Kapı’da da otobüse binip bir bara gitmeye çalışan anlatıcı benzer hezeyanlar yaşıyor. Kontrolün kendisinde olması, kendisine hedef belirleyip bir mekân bulması, o mekânın kapısından içeri girebilmesi en hayati mesele o anda. İşin güçlüğünü hissettikçe aklını çelen düşünceler de cabası... “Eve gitsem, koltuğuma otursam, duvara baksam, perdeleri çeksem, tavaları iç içe dizsem, kendime dokunsam, tavana baksam, ekmeğin arasına ciğer koysam.” Oysa yapacak şey çok basittir: “Bir bara gitmek? Bunda. Yapılamayacak. Hiçbir. Şey. Görmüyorum.”
Her iki öyküden de alıntıladığım cümlelerde dikkat çekici bir unsur Banu Özyürek’in dildeki yenilik arayışları. Bitmemiş cümleleri noktayla sonlandırarak anlatıcının düşüncelerini takip etmemizi kolaylaştırırken, hemen yukarıdaki cümlede olduğu gibi tereddüdün yazıya nasıl aktarılabileceğine örnek oluşturuyor. Özyürek’in dildeki hâkimiyetini bazen günlük parçalarındaki, bazen bir anneanne anısındaki doğallıktan da anlayabiliyoruz, karakterin tam da öyle yazacağını, tam da öyle konuşacağını hissettirebiliyor. Meramını anlatmaya çalışırken bazen noktalama ve yazımda denediği yenilikler en başta da bahsettiğim kolaycılıktan onu ayırıyor.
Zeynep’e, Arzu’ya, Raif Hoca’ya adlı öykü hem çocukluğu romantize etmeden tüm cehennemiyle anlatması hem de mizahıyla en sevdiklerimden biri oldu. Anıya göz kırpan yapısı ve unutulmayacak “sidikli” kahramanıyla çocukluğu 80’lerin devlet okullarında geçmiş herkesin kendinden bir parça bulacağı bir öykü. “Kibar mıydı, salak mıydı? Hep aynı ince, şaşkın sesiyle ‘Sırandan su akıyor,’ derdi. ‘Biliyorum, mataram delinmiş.’ Ben de öyle diyordum işte. Kibar insan aynı soruyu otuz kere sormaz değil mi, demek ki çocuk düpedüz aptalmış. Ne yapalım. Halbuki o tarihlerde, o ilkokulun, o sınıfının, o sırasındaki yegâne memba benim korkak bedenimdi. Ve mataram da sapasağlamdı.” Olan biteni bir çırpıda anlatmak isteyen bir arkadaşınızdan dinlermişsiniz gibi okunan bu öyküde görülmeyen bir kahramanın çocukluğu nasıl olurdu, onu da anlıyor insan.
Kafe Planet Planet ise mekânın neredeyse bir karakter gibi derinleştirildiği, sonrasında ise orada çalışan Ergün ve Hande’nin karmaşık ilişkilerinin anlatıldığı bir öykü. Öykü Tanrı anlatıcıyla başlasa da bir süre sonra Ergün’den çok Hande’yle ilgilenmeye ve onun günlüklerinden parçalar okumaya başlayan değişik bir Tanrı anlatıcı bu. Hatta Hande’nin yazdıklarını tatmin edici bulmayıp okurun kafasında soru işaretleri bırakıyor: “Biraz daha zaman geçmiş gibi, yine tarih yok. Hande bu günlük işinde çuvallıyor belli ki, özellikle mi bir yazıyor bir yazmıyor tarihi yoksa unutuyor mu anlamadım, neyse işte hangi gündeyiz bilmiyorum ama işler yine değişmiş.” Kafası karışan ve her şeyi biliyormuş gibi başlayan anlatıcıyı bile çileden çıkaran Hande ve günlüğünden takip edebildiğimiz kadarıyla sürekli değişen fikirleri... Ve bundan yine komik aynı zamanda hüzünlü bir öykü çıkaran Banu Özyürek.
Kafe Planet Planet, Mutluluk adlı öykünün de mekânı aynı zamanda. Kısacık bir metinde öykü içinde öykü yazmış Banu Özyürek. Kafe Planet’in o yeşil çerçeveli, yeşil tenteli girişinin güzelliğine takılıp kapıdaki etrafı kozalak ve kokinalarla çevrili pirinç çanı görünce içeri giren, kafenin tılsımlı bir söz gibi tekrar edilen adını düşünürken uyuşan, lapa lapa kar yağarken kafenin penceresinden bakıp kek yiyen bir başkasını hayal eden bir anlatıcı var bu kez. Hayal ettiği adam da hayaller peşinde üstelik. Onun hayalinde ise bir yaz günü kendisi denize bakıp da ölmüş kardeşini düşünürken arkasından onu izleyen ve ona deliler gibi âşık, sevişmeleri uğruna şiirler yazan bir kadın var. Hayal içinde hayali, öykü içinde şiiri, mevsim içinde mevsimi ve sarmal kurgusuyla usta işi bir öykü Mutluluk.
Ve Özyürek kitabın son öyküsü Kutsal sevgilimiz’de edebiyat dünyasında çok da dillendirilmeyen bir konuyu yine o kendine özgü mizahıyla ele alarak unutulmaz bir karakter yaratmış: Suna Ferhat. Kitap dosyası gönderdiği yayınevi tarafından aylar süren bir bekleyişten sonra, üstelik o bildik ve gıcık iki kelimeyle -“Kolaylıklar dilerim”-  reddedilen, bu reddedilişten sandığından da çok etkilenen Suna Ferhat. Öykünün Epifani ve olası bir telefon görüşmesi alt başlıklı bölümünde bilinç akışı tekniğiyle büyük harf kullanmadan ret mail’ini yazan editöre haykırırcasına yazılmış satırlar çok dikkat çekici. Öykünün unutulmayacak son cümlesi ise belki de çağımızı özetliyor. Kim bilir?
Banu Özyürek yazdıklarıyla da yazma biçimiyle de yenilikçi ve cesur bir yazar. Bir an önce tanışmanız umuduyla. 
Banu Özyürek, Poz, Everest Yayınları, Şubat 2019, 135 s.


* Bu yazı Notos'un 75. sayısında yayımlanmıştır.

21 Mayıs 2019 Salı

Sürücü Koltuğu


Ölmeye gitmek...
Muriel Spark, İngiltere Kraliyeti tarafından “Dame” unvanıyla onurlandırılmış çok verimli bir yazar, maalesef Türkçede çok az kitabı bulunuyor. Bulabildiğim kadarıyla dilimize çevrilen dört romanı var. Avutucular ve Sempozyum’un baskısı bulunmuyorsa da Siren Kitap’ın daha önce yayımladığı Bayan Jean Brodie’nin Baharı ve Remzi’nin Çilek dizisi edisyonundan sonra yeniden bastığı Sürücü Koltuğu iyi edebiyatı seven tüm okurları bekliyor. Umuyorum ki kitaplarını heyecanla beklediğimiz Siren Yayınları Muriel Spark’ın daha çok eseriyle bize kavuşturur.
Sürücü Koltuğu 1970’de yayımlanmış. O döneme kadar Spark manik depresif bir kocayla evlenip Afrika’ya gitmiş, çocuğunu da bırakarak apar topar geri kaçmış, savaş sırasında haberleşme servislerinde çalışmış, sonrasında sekreterlik yapmış, mezhebini değiştirmiş ve Roma’ya yerleşmiş. 
Bu incecik kitapta Spark’ın zamanının çok ötesine geçtiğini düşünüyorum. Lise’in alışveriş yaptığı bir bölümle başlayan romanda yaşayacağımız tekinsizliği daha ilk anda hissediyoruz. Rengârenk kıyafetler arayan Lise’in beğendiği bir elbisenin leke tutmayan kumaştan dikildiğini öğrendikten sonra verdiği tepki Spark’ın yaratmak istediği “ne yapacağı belli olmayan karakteri” hemen imliyor okura. Alışveriş sırasında Lise’in kim olduğunu kısacık da olsa öğreniyoruz. “... On sekiz yaşından beri, yani on altı yıldır ve birkaç aydır, hastalandığı aylar dışında kesintisiz olarak çalıştığı muhasebe bürosunun gündelik hoşnutsuzluklarıyla dudakları hep kısılıdır.” Spark romanını kurarken hangi sözcüğü nerede kullanacağını bile hesaplamış bir yazar, o nedenle burada hastalanmakla ilgili satırlar tekrar dönüp okumayı gerektirecek. Yine aynı paragraftaki “Altında beş kadın, iki erkek çalışıyor. Üstünde de iki kadınla beş erkek var.” cümlesi de romanın içinde karakterlere olaylara ustalıkla gömülmüş kadın sorununa dair mesajları doğrular nitelikte. 
Kadın konusuna girmeden önce kısaca romandan bahsetmek gerekiyor. Kabaca, bir muhasebe bürosunda çalışan, küçük bir stüdyo dairede yaşayan otuz dört yaşındaki Lise’in tatil için İtalya’nın güneyine gitmesi diyebiliriz. Alışverişi, uçak yolculuğu, İtalya’da sabahtan akşama kadar yaşadıklarıyla hemen hemen otuz saatlik bir zaman dilimi romanda aktarılan. Herhangi bir spoiler verme kaygım yok çünkü Spark, Lise’in yirmi dört saat sonra bir otoparkta bıçaklanmış halde bulunacağını bize ilk sayfalarda haber veriyor. Zaten daha ilk anda tekinsiz bulduğumuz Lise’in roman boyunca garip davranışları, herkesin onu gördüğünü hatırlamasını istercesine renkli giyimi, abartılı kahkahaları, saatler ve farklı farklı yerler boyunca bulacağına inandığı erkek arkadaşını ararken düştüğü binbir tehlikeli durum okuru o kadar ama o kadar huzursuz ediyor ki 93 sayfalık romanda sık sık ara vermek zorunda kaldığımı belirtmeliyim. Lise gerçekten de bir arabanın sürücü koltuğuna oturmuş ve deliler gibi ölümüne sürüyor gibi, o kadar hesapsız... ya da aslında kitabın sonunda öğreneceğimiz üzere hesaplı mı demeliyiz? 
Muriel Spark “farklı” bir kadın olarak görülen Lise’in bir günde yaşadıklarını tarafsızca aktarırken aslında bir yandan da okurun ne derece önyargılı olduğunu ölçüyor. Lise bu tutarsız davranışları, dikkat çekecek hareketleriyle başına geleni aranıyor diye düşünüyorsak kendimizle hesaplaşmamızda fayda var. Çünkü Lise’in aklındakinin ne olduğunu bilmiyor, onu tanıma, bilme fırsatına erişmiyoruz, anlatıcı son derece uzak ve resmi. İşte bu farklı kadın aynı gün neredeyse iki kez tecavüz tehdidi yaşıyor. Üstelik faillerden birisi Lise kendini öğrenci olaylarının içinde gaz yemiş bir hâlde bulmuşken onu kurtaran ve o “sapık, anarşist” öğrencilere demediğini bırakmayan bir aile babası... Şaşırmamakla birlikte aslında Spark’ın herhangi bir kadının yaşamı boyunca yaşayabileceği taciz ve tecavüzle okuru yüzleştirdiğini anlıyoruz.
Lise’in çılgınca bir hızla geçirdiği günde tanıştığı tipler ise yazarın iğneleyici mizah anlayışının güçlü bir belirtisi. Günümüzü bilmiş de yazmış gibi evinin renklerine uygun kitap arayan dekorasyon delisi seksenlik Bayan Fiedke, makrobiyotik beslenme adı altında günde bir kere orgazm olması gereken Bill gibi yan karakterler romanda tam da olmaları gereken yerde. Kişiler ve olayların oldukça minimal kullanıldığı bu kurgunun en baştan ne olacağını bilsek de sona doğru polisiyeyi andıran, hatta sonda okuru bambaşka bir yöne savuran çok usta bir yapısı var.
Muriel Spark’la bugüne dek tanışmadıysanız, şimdi tam zamanı. Nihal Yeğinobalı’nın kusursuz Türkçesiyle...


Banu Yıldıran Genç

Sürücü Koltuğu
Muriel Spark
çev: Nihal Yeğinobalı
Siren Kitap, Aralık 2018, 93 s.

* Bu yazı Nisan 2019 tarihinde Agos Kirk'te yayımlanmıştır.

30 Nisan 2019 Salı

Svetlana Aleksiyeviç - Ütopyadan Sesler


Ütopyadan Sesler Sonlanırken...

Svetlana Aleksiyeviç iyi ki 2015’te Nobel Edebiyat Ödülü’nü almış diye düşünüyorum sık sık. Bu prestijli ödül olmasaydı Türk okurlar olarak ne zaman keşfederdik Aleksiyeviç’i, ne zaman basılırdı peş peşe kitapları, bilmiyorum*. İkinci El Zaman – Kızıl İnsanın Sonu 2016 sonbaharında yayımlandığından beri yani iki buçuk sene gibi bir süredir Aleksiyeviç okuma maratonum var. Her yeni kitabı çıktığında önce bir ah etme, nasıl okuyacağım diye dövünme safhasından sonra kitabı hemen edinip okumaya başlıyordum. Çünkü Aleksiyeviç bir büyücü, sadece dinleyerek, dinlediklerini bir roman gibi sıraya dizerek, farklı seslerden bir senfoni yaratan, okuyanı kendisine bağlayan bir büyücü. Kitaplarının türüne bile tam olarak karar verilemezken bir gölge gibi sessiz,  yorumsuz, tarafsız kalıp bizlere koca bir Sovyet tarihini anlatan beş büyük kitabı Ütopyadan Sesler serisini tamamladı. Belli bir türe hapsedilemeyecek kadar yenilikçi, kurmaca dışı kabul edilemeyecek kadar yaratıcı, yazarın sesini duymadan onu her yerde hissedebilmemizi sağlayacak kadar duygusal bu kitapların sonuncusu Son Tanıklar geçtiğimiz ay dilimize çevrildi ve sesler -şimdilik- sonlandı.
Yazarın unutulmaz Nobel konuşmasında söylediklerini mutlaka hatırlamak lazım: “Peki bugün edebiyat ne demek? Kim bu soruya cevap verecek? Eskisinden daha hızlı yaşıyoruz. İçerik, biçimi yırtıp geçiyor. Onu bozuyor ve değiştiriyor. Her şey sınırlarından taşıyor – müzik de, resim de, metindeki kelimeler bile metnin çerçevesinden fırlıyor. Gerçekle kurgu arasında bir hudut yok, biri diğerine akıyor. Şahit olanların da hisleri var. Anlatan insan yaratmış oluyor, heykeltıraşın mermerle mücadele ettiği gibi zamanla mücadele ediyor. Anlatan insan, hem oyuncu, hem yaratıcı.”
Bu sözler asıl olarak Aleksiyeviç’in kitaplarını okuyunca gerçeklik kazanıyor. Bambaşka biçimlerde mücadeleler vermiş yüzlerce anlatıcının olduğu bu kitaplarla ilgili biraz öznel bir okuma hikâyesi anlatmak istiyorum size. Her bir kitabın neredeyse on – on beş güne yayıldığı, günde yirmi otuz sayfadan fazlasını okumanın yüreğimin kaldırmadığı bir okuma hikâyesi. Aslında şimdi şimdi kitapları kendi içinde üçe böldüğümü anlıyorum. İlk bahsedeceğim İkinci El Zaman sanki kitaplar üstü, Sovyet insanı ne demek anlayabilmek için önce okunması gereken kitap bu. Kadın Yok Savaşın Yüzünde ve Son Tanıklar İkinci Dünya Savaşı anlatıları ama bambaşka bir yerden, kadınların ve çocukların gözünden. Çinko Çocuklar ve Çernobil Duası ise SSCB tarihinin utanç anlatıları. 

Bir üst kitap
İkinci El Zaman’ı okumak aslında bir üstün insan mitinin gerçek olduğunu görmek gibiydi benim için. 1991’de dağılan Sovyetler Birliği’nin nasıl büyük bir coğrafyada, nasıl bir bütünlük oluşturduğu (baskı, sansür, sürgün kısımları da unutulmadan), gerçekten bir Sovyet insanı, kitabın alt başlığındaki gibi “Kızıl İnsan” yarattığı bugünkü dünyada masal gibi geliyor insana. Kurulmasını, İkinci Dünya Savaşı’ndaki rolünü, yozlaşması ve dağılmasını herkes kadar ben de biliyordum Sovyetler Birliği’nin ama Svetlana Aleksiyeviç’in bir başarısı da aslında bildiklerimizin gerçeğin ve bazen gerçek olmayanın çok çok küçük bir parçası olduğunu göstermek. Romanlardan tanıdığımız Sovyet insanı nasıl küçük yaştan itibaren belli ideallerle ve bilinçle yetişmiş, edebiyat (özellikle şiir, tiyatro) ve müzik (özellikle marşlar) nasıl onun hayatının bir parçası olmuş bir bir okudukça yaşlı kuşağın 1991’den sonraki dünyaya, hayata adapte olamayışlarını o kadar iyi anlıyor ki insan... Özgürlük diye çıkılan bir yolun hezimet olması, hele hele 90’ların sonlarına doğru yaşanan korkunç Tacik cinayetleri ömrünü tüm halkların kardeş olduğu Sovyet insanı olarak geçirmiş bir kuşağı nasıl hem şaşkınlık hem acıya sürüklemişse bizi de sürüklüyor.
Aleksiyeviç’in tarafsızlığı, anlatanlara şefkatle yaklaşımı hatta yer yer ağlaması ve bunu da tüm içtenliğiyle belirtmesi ise galiba kitaplarını sevmemizin en önemli etkenlerinden biri. Bürokratlarla yaptığı söyleşilerin halkla yaptıklarından ne denli farklı olduğunu görebilmek, yapılan yanlışları tüm açıklığıyla dinlemek yazarın politik duruşunu göstermiyor bize, okudukça Aleksiyeviç’in de tüm özleminin o kızıl insana dair olduğunu seziyorsunuz sadece. Dinlerken yaşadığı bu farklılığı yazarın kendisi de belirtiyor: “Şuna kani oldum ki sıradan insanlar –hemşireler, aşçılar, çamaşırcılar– anlatımlarında daha samimi… Onlar, nasıl söylemeli, kelimeleri gazetelerden ve okudukları kitaplardan, şunun bunun sözlerinden değil, içlerinden çıkarıyorlar. Salt kendi ıstırap ve kaygılarından. Eğitimli insanların duyguları ve dili, ne denli tuhaf gelse de, zamanın işçiliğine daha çok maruz kalıyor. Onun toplu kodlamalarına. İkincil bilgi bulaşıyor üzerlerine.”


Ölenler ve utananlar
Aleksiyeviç’in daha sonra okuduğum kitapları Çernobil Duası ve Çinko Çocuklar hali hazırda bildiğimiz devlet denen kurumun ne olduğunu, ne işe yaradığını bize tüm tanıklıklarıyla yeniden hatırlatıyor. Rejim ne olursa olsun devlet değişmiyor ama özellikle Çinko Çocuklar’da yazara ağlaya ağlaya devletin çocuklarını Afganistan’da nasıl bir ölüme gönderdiğini, mühürlü çinko tabutla ölüsü gelen oğlunu son bir kez görmesinin nasıl yasaklandığını anlatan annelerin sonra bir anda yazarı mahkemeye verip utanmazca anlattıklarını reddetmeleri ve çarpıtma, yalan, rejim aleyhtarlığıyla suçlamaları karşısında bu değişmezliği daha iyi anlıyor insan. Giden her askere ayrı ayrı üzülen, sayısı da şekli de korkunç ölümlerden devleti sorumlu tutan Aleksiyeviç’in yaşadığı hayal kırıklığı da anlaşılıyor. Kitabın sonundaki mahkeme kayıtları tüm süreci özetliyor aslında. Yine de şunu söyleyebilirim savaşın vahşeti ve erkekliği sebebiyle içine en az girebildiğim kitap Çinko Çocuklar oldu. Savaşın erkekliğinin ne demek olduğunu da Aleksiyeviç çok güzel sözlerle aktarıyor: “Kadınların hikâyeleri başka türlüdür, başka bir şeyi anlatır. ‘Kadın’ savaşının kendi renkleri, kokuları, ışıkları ve duygu evreni vardır. Kendi sözcükleri. Kahramanlara ve akla hayale gelmez yiğitliklere yer yoktur bu anlatılarda; insanlık dışı insan işleriyle meşgul insanlardan söz edilir sadece. Üstelik bu hikâyelerde yalnızca onlar (insanlar!) değil, toprak, kuşlar, ağaçlar da acı çeker. Bizimle birlikte yeryüzünde yaşayan kim varsa. Acıları kelimesizdir ki daha da ürperticidir bu.” Ama bir 80 kuşağı olarak, hatta çocukken Rambo’yu izlemiş biri olarak Afgan-Sovyet savaşına dair çok şey öğrendiğimi de eklemeliyim. Kuru tarih bilgisi değil, yaşayanların diliyle bu kirli savaşın tüm aktörleri sıralanıyor. Her Aleksiyeviç kitabından sonra yaptığım gibi günler süren araştırmalar oldu doğal olarak... Savaşta  Amerika’nın rolü, El Kaide’nin kuruluşu, daha neler neler...
Çernobil Duası hem kişisel tarihimizdeki rolü, hem Karadeniz’de hâlâ yaşanan ölümler sebebiyle en çok etkilendiğim, çekilmiş acılara dayanamayıp ağladığım kitaplardan biri. Devletin o kemikleşmiş yapısı, kazadan sonra yapılan hataların sonucunda acı dolu ölümler, aylar sonra bile hata yaptığını kabul etmeyen devletin ona inanan milyonlarca insana yaşattığı hayal kırıklığı, hatta bize çayı korkmadan içmemizi söyleyen bakanın aynısının orada da olması, Çernobil’e kendi özel suyuyla gidip musluk suyu içiyormuş gibi yaparak halka korkmadan musluk suyu içebileceklerini söyleyen Sovyet bakanı gibi ayrıntılar İkinci El Zaman’daki kızıl insanın artık sona yaklaştığını söylüyor sanki. Çernobillilerin yıllarca yaşadıkları ayrımcılık, bir ömür tetikte yaşamaları ise hiç suçu olmayanların yıllardır süren cezaları maalesef. Bu yazıyı daha fazla uzatmamak adına kitabı ilk okuduğumda Agos gazetesine yazdığım yazının linkini ekleyerek Çernobil Duası’nın Aleksiyeviç kitapları arasında en sevdiklerimden olduğunu söyleyebilirim. http://tembelveyazar.blogspot.com/2017/06/cernobil-duas.html

En günahsız kim?
Daha yeni yayımlanan Son Tanıklar ise Kadın Yok Savaşın Yüzünde’yle beraber okunduğunda çok büyük, çok gerçek bir İkinci Dünya Savaşı portresi oluşturuyor kafamızda. Kadın Yok Savaşın Yüzünde’de İkinci Dünya Savaşı’nda görev alan kadınların -ki sadece sıhhiye değil ordunun birçok bölümünde görev yapmışlar- kendi savaşlarını anlatmalarını okuyoruz. Aleksiyeviç’in bu kitabın başına yazdığı önsözün Nobel konuşması kadar akıllarda kalması gerekiyor. Kitabının çok uzun yıllar devlet tarafından sansürlendiğini, sansürsüz metnin ancak 2000’li yıllarda yayımlanabildiğini anlatan Aleksiyeviç aslında daha kitabı yazarken bazı anlatılanları ayırdığını, kitaba koymadığını belirterek kendi sansüründen de bahsediyor ve bu önsözde gerek devletin gerekse kendi sansürlediklerinden örnekler vererek yılların acısını çıkarıyor. “Böyle kitapları okuduktan sonra kim savaşa gider? İlkel natüralizminizle kadını küçük düşürüyorsunuz. Kahraman kadını. İtibarsızlaştırıyorsunuz. Sıradan bir kadın yapıyorsunuz onu. Bir dişi. Oysa kadınlar bizim kutsalımızdır.” diyen bir iktidar karşısında ne yapılabilir? Aslında kitabı okuduğumuzda kadının itibarsızlaşması bir yana böylesine vahşi bir savaştan çıkan, göllerden ceset toplayan, çıplak elle gömen kadının hayata bağlanmak konusunda ne kadar güçlü olduğunu anlıyoruz. Yine tüm vahşet içinde süslenmek, kendini kadın gibi hissetmek, bir sonraki gün Almanlarla çarpışmadan önce son kez sevişmeyi istemek gibi son derece olağan duygular da var. “Savaşı değil, savaştaki insanı yazıyorum ben. Savaşın tarihini değil, duyguların tarihini. Ruhun tarihçisiyim.” diyen Svetlana Aleksiyeviç savaşı tüm gerçekçiliğiyle, savaşın mahvettiği ruhları tüm acısıyla anlatıyor ve yeri geldiğinde ölü sayısını bile saklayan devletlerin bu gerçeği görmeye tahammülü yok.
Ütopyadan son sesler İkinci Dünya Savaşı sırasında çocuk olan yüz kişinin sesi. İlk kez bu kitapta yazar herhangi bir önsöz yazamamış. “Önsöz Yerine (Zira yazar bu konuda söyleyecek söz bulamamaktadır.)” başlığı ve açıklamasından sonra şöyle devam ediyor: “Büyük Anayurt Savaşı sırasında (1941-1945) milyonlarca Sovyet çocuğu hayatını kaybetti: Ruslar, Belaruslular, Ukraynalılar, Museviler, Tatarlar, Letonyalılar, Çingeneler, Kazaklar, Özbekler, Ermeniler, Tacikler...” Çocukluğa Aykırı Yüz Öykü alt başlığını taşıyan kitap sanırım okuması en zor olanlardan biri. Çocuk diyince akan sular duruyor çünkü. Bir şekilde hayatta kalıp o dönem yaşadıklarını yıllar sonra ilk kez anlatanların bile aslında hiçbir zaman iyileeşmedikleri hemen anlaşılıyor. Yaşayanlar da zaten ya babasının öldürülüşünü görmüş ya annesini gömmüş ya kardeşleri yanı başında teker teker vurulmuş ya da eve gidip dedesinin ninesinin ölüsünü bulmuş. Bugün neredeyse pamuklara sararak büyüttüğümüz çocuklarımızın bunları yaşadığını hayal bile edemedim okurken. Kitapları okumamamın uzun sürdüğünden bahsetmiştim, bir günde karşılaştığım acının çokluğunu bünyem kaldırmıyordu bir yerden sonra ama Son Tanıklar son darbeyi vurdu diyebilirim. Aklım almadı, her kitapta böyle söylüyordum ama bu kötülüğü bu dehşeti yine yine yine aklım almadı. Evlerde kimseyi bulamazsa evin kedisini öldürecek nefreti, Rakel Dink’in o güzel sözüyle “Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı” anlamadım, anlamayacağım. Küçük bir çocuğun yakılan köyünü nasıl hatırladığı yıllar sonra bile değişmiyor, uzakta gördüklerini nasıl kodladığı mesela: “Yanan siyah bir şey görürsen yaşlı bir adamdır. Yanan pembe bir şey görürsen küçük çocuktur.”  Yaşadıklarını atlattığını sanan birinin anlatmaya “Ben size komik bir şey anlatmak istiyorum, neşeli bir şey...” diye başlayıp bir anda gözünden akan yaşları ve ağladığını fark etmesi ne acı. Çünkü savaş hakkında, çocukların tanık oldukları hakkında anlatacak neşeli hiçbir şey yok aslında. Son Tanıklar’daki acı çok, pek çok... neredeyse bütün kitabı buraya geçirmek gerekiyor ama Almanlara yakalanıp da yetimhaneye yerleştirilen çocuklardan kan alındığını, hatta hiç kanı kalmayana dek kullanıp öylece atıverdiklerini birkaç söyleşide okumak çok sarsıcıydı. Dokuz yüz gün süren Leningrad kuşatmasından kurtulan çocukların başka şehre götürüldüklerinde ilk gördükleri parkı “yemeleri” -evet, çimenleri, yaprakları yemekten bahsediyorum- beni tokluğumdan utandırdı. Yıllarca konuşmayanlar, anıların ağırlığından zor bir erişkin olanlar, eşleri tarafından terk edilenler, bir köyde eceliyle ölen bir dedeyi gömme hazırlığını görüp de “Nasıl ölebilir ki? Bugün kimseyi kurşuna dizmediler.” diyen doğal ölümden habersiz yedi yaşında bir çocuk, yetimhanelerde, yurtlarda ilgilenilme uğruna, onları azarlayacak biri olsun diye bile bile yaramazlık yapanlar, dünyaya bir erkek daha getirmekten, oğlan doğurmaktan korktuğu için ömrü boyunca aşktan, evlilikten uzak duranlar...
Ama bu kadar iç karartıcı alıntı yeter sanırım. Yazının sonuna doğru yaklaşırken güzelliklerden bahsetmek istiyorum biraz da. İkinci El İnsan’da bahsettiğim o “kızıl insan” Son Tanıklar’da altın çağını yaşıyor. Savaşa kamplarda yakalanan çocukları kurtarmak için el birliğiyle yapılanlar, annesiz babasız kalan çocukları herkesin sahiplenmesi, Yahudi çocukların saklanması, kendi çocuklarından biriymişçesine yıllarca bakılmaları, partizanların, hemen hemen bütün anılarda masal kahramanları gibi anlatılan partizanların çocuklara verdiği değer ve önem iyiliğin de var olduğuna inandırıyor beni. 
Hele kimsesiz kalan çocukları alıp da kendi çocukları gibi bakanlar, kimin nesi olduğunu bilmeden benim çocuğum ol diyenler belki de savaşla ilgili söylenen sözlerin en güzelini oluşturuyorlar: “Hepimiz böyle büyüdük, iki anneyle, üç anneyle.” Savaştan kaçabilmek uğruna ülkenin ta öbür ucuna gitmek zorunda kalanlara açılan kucak, Özbek bir ninenin zayıflıktan kırılan torunu ve savaştan kaçıp gelmiş arkadaşına bakıp kendi Tanrı’sına, Allah’a Özbekçe ettiği yakarış, işte o Sovyet ruhunun ve insan olmanın en yüce anılarından birkaçı.
Ve en sonunda zafer kazanıldığında, açlık ve sefalet sürerken, acılar daha eskimemişken köylerde yakalanan savaş esiri Alman askerlerin açlıktan yalvarmalarına dayanamayıp elindeki patatesi, elmayı veren kadınların varlığı ve verdikleri insanlık dersi, ne olursa olsun insan olmaktan vazgeçmeme öğüdü beni Kadın Yok Savaşın Yüzünde’den sonra bir kere daha eğer bu dünya yok olup gitmezse, kurtulursa bunun kadınlar sayesinde olacağını inandırıyor.**
Aleksiyeviç Nobel konuşmasında “Bu kürsüye uzanan yolum, neredeyse 40 yıllık uzun bir yol; insandan insana, sesten sese. Bu yolda devam edecek güce her zaman sahiptim diyemem; çok kereler insandan ürktüğüm, sarsıldığım, insana karşı hayret ve tiksinti duyduğum oldu. Çok kereler duyduğumu unutmak, karanlıkta olduğum zamana dönmek istediğim oldu. Güzel bir insan görmekten duyduğum sevinçle ağladığım da az olmadı ama.” diyor. Ne mutlu ki kitaplarını okuyan herkeste de bu duyguları uyandırabilecek kadar büyük bir yazar. Okudukça tiksindiğim insan da oldu hayret ettiğim de, devam edecek gücü bulamayıp yarıda bırakmak istediğim de oldu, güzel insanlarla karşılaşıp sevinçten ağladığım da... O bir avuç güzel insana, küçücük umuda tutunmak gerekiyor, öyle olmasa yaşamak mümkün olmazdı zaten.
Bu iki buçuk yıllık okuma hikâyem böyle sonlanmayacak tabii, Aleksiyeviç okumaya başladığımdan beri Sovyetlerdeki günlük hayata duyduğum ilgi giderek arttı. O büyük Rus romanlarının nasıl yazılabildiğini, Rus ruhu diyebileceğimiz o farklı ruhu, bizden bambaşka dertleri olan Sovyet insanını anlamaya çalışıyorum. İnsanın ya çok sıkı kanunlarla ya da işte bu örnekteki gibi yüce bir ülküyle “iyi” olabilmesi çok can sıkıcı aslında, böyle ülkülerin kalmadığı bir dünya düzeninde, kanunların da bir işe yaramadığı bizimki gibi memleketler hakkında umutsuzluğa kapılıyor insan. Ama hemen sonra son üç beş yıldır yaşadıklarımızın, acılarımızın biricik olmadığını, hatta çok büyük de olmadığını düşünüyorum. “Benimki de dert mi,” diyorum, “insanlar neler yaşamış.” Svetlana Aleksiyeviç okumak yola devam etme konusunda itici bir güç oluyor, tavsiye ederim.
Başta da söylediğim gibi iyi ki Aleksiyeviç Nobel ödülü aldı, Kafka Yayınları kitaplarını birbirinden iyi çevirilerle yayımladı* ve biz de Ütopyadan Sesler’i dinleme fırsatı bulduk. Sanatın bir insanı değiştirme gücü her şeyden fazla. Edebiyatın beni nasıl değiştirdiğini buraya yazdığım yazılarda sıkça anlattım, Svetlana Aleksiyeviç’le yaşadığım değişim ise neredeyse gözle görülebilecek denli güçlü. Herkesin bir gün bu seslerle tanışması dileğiyle...

Banu Yıldıran Genç

* Kadın Yok Savaşın Yüzünde daha önce Evrensel Yayın tarafından Nazi İşgalinde Sovyet Kadınları adıyla yayımlanıyor. Bu kitap uzun yıllar boyunca sansürlü olarak yayımlanan metinden çevrilmiş.
** Bu yazıyı yazdığım sırada Yeni Zelanda başbakanının yaşanan terör saldırısı karşısında söyledikleri, yaptıkları inancımı iyice güçlendirdi.
*** Kitapları orijinal dilinden ustalıkla çeviren Sabri Gürses, Güney Çetao Kızılırmak, Aslı Takanay, Serdar ve Fatma Arıkan’ın adını anmadan yazıyı bitirmek istemedim.


Bu yazı oggito.com'da yayımlanmıştır.

15 Nisan 2019 Pazartesi

83 ¼ Yaşındaki Hendrik Groen’un Gizli Güncesi


Yaşlanınca anlaşılan bazı şeyler...
İnsanın gençken ne kadar iyimser olduğunu ve hayattaki zorluklar hakkında hiçbir fikrinin olmadığını düşünüyorum bir süredir. Arkadaşlarımla beraber kırklı yaşlara adım attığımızdan beri binbir türlü sorunla karşılaşmaya başladık. Bunlardan en önemlisi tabii ki artık yaşlı kategorisine girmeye başlayan anne-babalarımızın birer birer hastalıklarla boğuşmaya başlaması diyebilirim. Son bir iki yıldır anne-babalarımızı kaybettiğimiz yaşlara geldiğimizi düşünüyorum hep, kötü haberler aldıkça... 
Walker’ın ne olduğu, koltuk değneğinin ve bastonun çeşitleri, yetişkin alt bezleri, asansörsüz evlere çıkılamayacağı... bunların hepsi benim için bir iki senelik bilgi. Böyle anlatınca iç karartıyor farkındayım çünkü çocuklar kadar yaşlılara da değer verilmeyen, çocuklar gibi yaşlıların da evlere tıkıldığı, söz haklarının bulunmadığı, sosyal yardım ya da kültürel faaliyet gibi olanakların olmadığı bir ülkede yaşıyoruz. 
Hendrik Groen’un yazdığı 83 ¼ Yaşındaki Hendrik Groen’un Gizli Güncesi, huzurevinde kalan bir ihtiyarın bir yılını anlatmaya karar vermesiyle oluşmuş bir roman. Bu arada yazarın adı takma, kim olduğu merak ediliyormuş, kendi adıma yazarın yaşlıları çok iyi tanıyan biri olduğunu söyleyebilirim. 
Hendrik Groen, tam adıyla Hendrikus Gerardus Groen, günlüğünden öğrendiğimiz kadarıyla 5 Eylül 1929 doğumlu bir Hollandalı. Cana yakın, kibar ve yardımsever kişiliğiyle tanınıyor. Romanda çok kısacık bahsedilse de boğularak ölen küçük bir kızı ve kızlarının ölümünden sonra gitgide akıl sağlığını kaybetmiş bir karısı var. Karısı evlerini yaktığından beri kendisi bir huzurevinde karısı ise “tımarhanede” yaşıyor. Bu günlüğe başlamasının sebebi yaşlılardan nefret etmesi ve onların gerçek yüzlerini göstermek istemesi. 
İlk başta tam bir şikâyet fırtınası biçiminde başlayan günlük sonraları huzurevine yeni gelen Eefje ve yeni yeni samimi oldukları Ria ve Antoine sayesinde hem neşeleniyor hem de ölüm fikrinden çok daha uzaklara yelken açıyor. Hendrik’in fikriyle kurulan Biz Henüz Ölmedik Kulübü’yle altı ihtiyar günübirlik turlarla neler neler yapmıyorlar? Golf oynamaktan tutun Uzakdoğu yemeği pişirmeye, tekne gezisine gitmeye kadar pek çok unutulmayacak aktivite... Ve tüm bu turlarda biri tekerlekli sandalyede, biri Alzheimer başlangıcındaki yaşlılara sunulan özel hizmetleri de unutmamak lazım... Tekerlekli sandalyeyle sokağa çıkmanın mümkün olmadığı bir memlekette yaşadığımız için bizim biraz hayal kurmamız gerekiyor.
Bu geziler ve mutlu anlar dışında Hendrik’in günlükte anlattığı huzurevi günleri ise yaşlılığı biz okurlara gerçek yüzüyle gösteren asıl sayfalar. Doğrusu Hendrik’in oldukça aklı başında bir yaşlı olduğunu söyleyebiliriz, kraliyetten nefret eden bir cumhuriyetçi, muhafazakâr veya ırkçı değil, dünyada olup bitene karşı büyük bir merak duyuyor. “Hollanda bir apartheid toplumudur; beyazlar beyazlarla, Türkler Türklerle, yoksullar yoksullarla, beyinsizler beyinsizlerle birlikte yaşarlar.” diye açıkladığı topluma bir ekleme daha yapıyor sonra “Yaşlılar ise yaşlılarla.” Ve bu yaşlıların günler boyu en önemli gündemi akvaryumda ölen balıklar olabiliyor. “Burada herkes akvaryumda bulunan kurabiye hakkında bir görüşe sahip. Ancak Suriye’deki savaş hakkında fikirlerini sorduğunuzda size sanki izafiyet teorisini anlatmalarını istemişsiniz gibi bakıyorlar. Sırtüstü yüzen birkaç balık uzak bir ülkede havaya uçurulan bir otobüs dolusu kadın ve erkekten çok daha kötü.” Kısacası kahramanımız Hendrik Groen hem duyarlı, hem de akıllı bir yaşlı birey. 
Anlattığı bir yılda güzel geçen günlerden başka kalbinin 83 buçuk yaşında heyecanla atmasını sağlayan Eefje’nin ani felci, en yakın arkadaşı Evert’in habire ampute edilen uzuvları, vasiyet edilen ötenazi isteğini bir türlü gerçekleştirememeleri ve bir de kendisinin artık kullanmaya mecbur kaldığı alt bezi var. Hiçbir şey güllük gülistanlık değil ama Hendrik’in 21 Mart tarihli günlüğüne “Başardım! Baharı yine gördüm!” yazması, hızlı bir biçimde bunayıp çocuklaşan Grietje’nin “Biraz şansın yardımıyla gelecek yıl tekrar Aziz Nikolaos’a inanacağım!” diye sevinmesi hem güldürüyor hem de gençken kıymetini bilmediklerimizi düşündürüp duygulandırıyor. 
Hendrik istediği kadar söylensin Hollanda’da devletin desteğiyle alınabilen engelli scooter’ları, elektrikli bisikletler ve hatta yaşlılar için üretilmiş Canta marka arabalar varmış, hepsini romandan öğrendim. Tüm bu olanaklar yaşlanan anne-babalarımızı da düşününce kitabı okurken sık sık iç geçirmeme sebep oldu.
Kitabın ikincisi de yayımlanmış, umuyorum bir an önce ikinci günlüğü de okuyabiliriz. Bir diğer umudum da ikinci kitabın birinciden daha iyi bir çeviri, editörlük ve tashihle yayımlanması.

Banu Yıldıran Genç

Hendrik Groen
83 ¼ Yaşındaki Hendrik Groen’un Gizli Güncesi
çev: Erhan Gürer
Can Yayınları 
Temmuz 2018, 371 s. 

*Bu yazı Agos Kirk'in Şubat 2019 tarihli sayısında yayımlanmıştır.

26 Mart 2019 Salı

Hoş Nağme


Sindirmesi zor bir roman
Hoş Nağme son yıllarda okuduğum en rahatsız edici romanlardan biri olabilir. Fas asıllı Fransız yazar Leïla Slimani Amerika’da 2012 yılında yaşanan bir olaydan esinlenmiş. Dadıları tarafından öldürülen Krim kardeşlerin hikâyesinden sadece olayın aynen alınıp tamamen serbest bir çağrışımla mekânın Paris’e dönüştürüldüğü, karakterlerin yeniden kurgulandığı bir roman. Olayın yeterince korkunç olduğunu düşünürsek aslında oldukça zorlu bir işe girişmiş Slimani ve romanı bitirdikten sonra kesinlikle zoru başarmış olduğunu düşünüyorum.
Olay konusunda spoiler verme gibi bir derdim yok çünkü yazar zaten ilk bölümde neredeyse okurun midesine yumruk atarak sondan başlıyor: “Bebek öldü. Birkaç saniye yetti de arttı. Doktor acı çekmediğini söyledi. Onu gri bir ceset torbasının içine koydular ve oyuncakların ortasında duran hareketsiz bedeninin üzerinden fermuarı çektiler. Küçük kız ise kurtarma ekipleri geldiğinde canlıydı hâlâ.”  Bu cümlelerle başlayan romanın ilk bölümü şöyle bitiyor: “Adam öldü. Mila hayatta kalamayacak.”
Evet, yumruklarımızı yediysek anne ve babayı tanımaya başlayabiliriz. Leïla Slimani ustalıklı bir biçimde anne Myriam’ı yavaş yavaş açıyor okura. Avukat olduğunu, çocukları Mila ve Adam’dan sonra işi bıraktığını, ev kadınlığı ve anneliğin yavaş yavaş üstüne bir kabus gibi çökmekte olduğunu öğreniyoruz önce. Hem bebeklerinin büyümesine tanıklık etme, hem kariyerini çöpe atmama isteği, hem içgüdüleri nedeniyle bırakmak istemedikleri, hem toplumsal baskılar nedeniyle vazgeçemedikleri... Bu arada hep çocuklarından bahsettiği için yavaş yavaş uzaklaşan arkadaşlardan, gittikçe daha çok dışarda takılmaya başlayan kocası Paul’den, parklarda mecburen kurulan sıkıcı anne ittifakından da bahsedebiliriz. Modern dünyada çocuğu olan her annenin yaşadığı ve nasıl çözüleceğini bilemediğimiz sorunlar. Ama burada Slimani’nin bize bir sonraki adımda hissettirdiği şey ırkçılık: Myriam’ın etnik kökeninden hiç bahsetmiyor, onu beyaz yakalı bir Parisli olarak betimliyor. Myriam’ın bakıcı aramak için gittiği bir ajansta gayet ters bir biçimde referansları sorulduğunda okur olarak bir şeylerden şüpheleniyoruz. Bu diyalog sonrası Slimani de konuyu yavaşça açıyor, Fas asıllı Myriam’in yaşadığı etnik ayrımcılık sebebiyle bakıcı konusunda daha hassas olduğunu anlıyoruz. Birçok sebepten dolayı kaçak bir dadı istemiyor, aynı din muhabbetine girmemek için Müslüman olmasını da istemiyor ve en sonunda romanda sürekli okuduğumuz Faslı, Filipinli, Endonezyalı bakıcıların aksine mükemmel beyaz bir Fransız dadı bulmayı başarıyor: Louise.
Roman boyunca bakıcıların maruz kaldığı durumlar da hem olay örgüsünde hem de karakter derinliğinde çok önemli rol oynuyor, Myriam’ın arkadaşı Emma, dadı ararken çocuğu varsa bile başka ülkede olmasına dikkat etmesini, öbür türlü “dikkatinin” çok dağınık olacağını söylüyor mesela... Myriam ve Paul, biri etnik kökeni, diğeri 68’li bir ailenin çocuğu olması sebebiyle insan ilişkileri konusunda daha insani tavırlara sahipler ve Louise’le birkaç yıl boyunca gerçekten içten, sevgi ve saygı dolu bir ilişki yürütebiliyorlar.
Oysa yine evinde bakıcıyla yaşamış herkesin bildiği gibi bu ilişkinin bir sonu oluyor. Çocukların büyümesi, şartların ve ihtiyaçların değişmesi ve sineye çekilen şeylerin artık çekilememesi gibi her ilişkinin başına gelen şeyler... İşte Leïla Slimani romanda bu güzel ilişkiyi de bu ilişkinin nasıl değiştiğini de bazı kesitlerle, belli başlı olaylarla aktarıyor. Louise’in hep çile dolu bir yaşam sürmüş olduğunu öğreniyoruz, hamileliğini, kızının kaçıp gitmesini, problemli kocasını ve bıraktığı borçları hep yavaş yavaş açıyor Slimani. 
Louise’in artık kendine ihtiyaç kalmadığını yavaş yavaş hissetmesi, dört bir yandan onu kuşatan ekonomik problemlerin iyice sıkıştırması gibi etkenler var yaşanan trajedide... Bu sene gerçek olayın faili akıl sağlığı yeterli görülerek müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Bu tip olayları gazetelerde, televizyonda görünce bir bakıp geçiyoruz, “vah vah” diyoruz belki ama hemen unutuyoruz. İşte sanatın gücü o unuttuğumuz yerde devreye giriyor. Leïla Slimani etkilenip de hakkında roman yazmaya karar verdiği bu trajediyi öyle bir boyutlandırıp derinleştiriyor ki unutup geçmek ne kelime, göğsümüzde bir sancıyla yaşamamıza sebep oluyor. Sondan başlayıp tekrar sona yaklaşırken kendi kendimize itirazlarımız, hayır, hayır, dememiz de tabii ki olanları değiştirmiyor. Her şey bittikten, biz kitabı kapadıktan sonra özellikle Myriam ve Louise’i, ana kadın karakterleri anlayabildiğimiz, yargılayamadığımız, taraf tutamadığımız bir arafta buluyoruz kendimizi. Evet ortada bir suç ve suçlu var ama o suça giden yolu da öğrendik.
Leïla Slimani’nin bu başarısının en büyük etkenlerinden biri yarattığı dil. İlk sayfadaki alıntı gibi tüm roman boyunca kısa, sade ve uzak bir dili var yazarın. Romanının konusu bunu çok da mümkün kıldığı halde hiçbir biçimde aşırı duygu, ajitasyon dolu, romantik cümleler kurmuyor, hep koruduğu o mesafe ve soğuk dille bile okurun her karakterle empati kurmasını sağlayabiliyor ki bence romanın en büyük başarılarından biri bu. Çevirmen Aylin Yengin de bu soğuk, duygusuz dili son derece başarıyla yansıtmış. Romanın Türkçe adı için ise aynı şeyi söyleyemeyeceğim, Hoş Nağme, kitabın orijinal adının bire bir çevirisi olsa bile bize hiçbir biçimde romanı yansıtamamış, bambaşka çağrışımlarda bulunan bir tamlama. İngiltere’de Ninni, Amerika’da Mükemmel Dadı adıyla yayımlanan bu roman için keşke bizde de daha güzel bir isim bulunsaydı. 


Banu Yıldıran Genç

Leïla Slimani, Hoş Nağme, çev: Aylin Yengin, Kırmızı Kedi Yayınları, Nisan 2018, 202 s.
* Bu yazı Notos'un 74. sayısında yayımlanmıştır.



Dorothy Parker - Tüm Öyküler

  Aşk Eski Bir Yalan Delidolu Kitap’ın son dönemde bizi tanıştırdığı öykü yazarlarını büyük bir zevkle okuyorum. Daha önce Notos’a ...