2 Eylül 2018 Pazar

Batının Doğusu


Huysuz ihtiyarlar ve çatlak akrabalar
Uzun yıllar Balkan müzikleri, filmleri ve hikâyelerinin üzerimdeki etkilerini düşünüp düşünüp soyumuzu sopumuzu da pek bilmediğimden “kesin muhaciriz” diye düşündüm. Hem renkli gözlü ve beyaz tenliydim, hem o müzikleri neredeyse damarlarımda hissediyordum, hem babam içince Rumca konuşuyordu, hem mübadele anılarını ağlamadan dinleyemiyordum. Babam kökenimizi bilmesek de muhacir olmadığımızı, yörük olduğumuzu, kendisinin de İstanbul’a geldiğinde Rumlardan Rumca öğrendiğini söylerdi. Zaten sonra Batı Karadeniz’e Toroslardan göçtüğümüz neredeyse kesin gibi bir bilgi hâline geldi. Benim muhacirlik de yattı. Artık yürümeyi sevmemin yörüklüğümden ötürü olduğunu düşünüp avunuyorum. 
Balkan sevdam ise bitmedi. Müzikleri ve sinemasından sonra edebiyatının da aynı ışıltıyla parladığını düşünüyorum. Edebiyatla, kitaplarla bunca ilgilenmeme rağmen tanıştığım insanlar en çok hangi yazarı sevdiğimi, en sevdiğim on kitabı filan sorunca bocalar cevap veremem. Çok net cevap verebildiğim bir şey var: En sevdiğim kitaplar çoğunlukla çocukluğu ve kökenleri, gelenekleri konu alıyor. 
Yayımladıkları her kitabı okuduğum, iyi ki var, dediğim Yüz Yayınları’ndan geçen yıl çıkan Batının Doğusu, okumakta biraz geç kalmış olsam da, işte bu yüzden son dönemlerde en sevdiğim kitaplardan biri oldu. Hem müthiş parlak detaylarla çocukluktan dem vuruyor hem de dünden bugüne Bulgaristan’ı anlatıyor. Bulgar yazar Miroslav Penkov sekiz öyküyle bizleri komünizm döneminde büyüyen çocuklar ve mecburen başka memleketlere göçen insanlarla tanıştırıyor. Gerek anlattıklarının gerekse anlatımının özeni, inceliği edebiyat üzerine çok çalıştığını kanıtlarken, en olmadık yerden fırlayan mizah duygusu, tam ağlamak üzereyken güldürmesiyle Balkan ruhunu hiç kaybetmediğini gösteriyor. Kaybetmemek diyorum çünkü Penkov öykülerinde Yeşil Kart kazanan kahramanları gibi üniversite eğitimi için Amerika’ya gidip oraya yerleşmiş. Hatta kitabı da ana dilinde değil, İngilizce yazmış ve bununla ilgili gördüğüm en hoş özrü son sözüne eklemiş: “Güzel Bulgarca, hikâyelerimi yabancı bir dilde, artık bana hoş ve yakın gelen bir dilde yazdığım için beni affet.”
Bulgaristan’da büyüyen ve oradan kaçan gençler kadar Balkan Savaşları’nın anılarıyla ve Kızıl Devrim’le büyümüş yaşlılar da öykülerin kahramanları. Ve genelde bizde olduğu gibi romantize etmeyi bırakın tam tersini yapıyor Penkov. Evet Balkanlarda da dedeler, neneler çok önemli ama bu arada hepimizin bildiği bir gerçek var ki ihtiyarlar, huysuz, aksi, inatçı ve bencildirler. İşte tüm bu özellikleriyle sevdiriyor Penkov bize kahramanlarını, aynı gerçek hayatta olduğu gibi. İlk öykü Makedonya’nın ilk paragrafında olduğu gibi: “Türklerden kurtulmamızdan tam yirmi yıl sonra doğmuşum. 1898. Yani evet, yetmiş bir yaşındayım. Ve evet, aksiyim. Huysuzum. Bütün yaşlı adamlar nasıl kokuyorsa ben de öyle kokuyorum. Yürüyen bir ağrıyım adeta; kalçalarım, omuzlarım, dizlerim, dirseklerim... Geceleri uyumadan öylece uzanıyor, kızımı torunumun ismiyle çağırıyor, karımla ilk tanıştığım günü ise dünden, hatta bugünden iyi hatırlıyorum. Sanırım bugün 2 Ağustos, 1969. Geçen gece yatağıma işemiştim, kim bilir bu gece nasıl bir neşeye gebe?”
Balkanlarla biraz ilgilenen, milliyetçiliğin ve milli tarih dersinin zehrinden kurtulmuş herhangi biri Türklerden kurtulmanın oralar için ne kadar önemli olduğunu, bugün bile kutlanan birçok günün tamamen Balkan Savaşları ve sonraki zaferlere dair olduğunu bilir. O nedenle öykülerde Türklerden kurtulmanın da Osmanlı’nın devşirme sisteminin annelere azabının da sözü sık sık geçiyor. Penkov Türklere, komünizme çalım atmakla kalmıyor, Gecenin Ufku öyküsüyle 1980’lerde Bulgaristan’daki Türklere zulüm yapanlar da bu çalımlardan nasibini alıyor. Öyküde adı ölen kardeşi gibi Kemal olan kızın yaşadıklarının anlamsızlığı ve çekilen acılar bugün bile o kadar canlı ki. Adını değiştirme zorunluluğuyla bitmeyen bu korkunç süreç, mezar taşlarındaki isimlerin değiştirilmesine kadar varıyor. “Bütün mezar taşları alçıyla sıvanmıştı. Bazılarının üstüne yeni isimler yontulmuş, bazıları boş bırakılmıştı. Kemal’in dedesine de yeni bir isim verilmişti. Babaannesinin mezar taşı ise isimsiz bırakılmıştı.” Bugün bu olaylardan yıllar sonra, yaşadığımız topraklarda da cenazelere yapılan saygısızlıkları gördükten sonra bu çirkinliklerin oyunun bir parçası olduğunu iyice anlıyor insan.
Penkov’un komünizmle aşk-nefret ilişkisi ise en çok Lenin’i Satın Almak öyküsünde yer alıyor. Aslında kuşak çatışmasını anlattığı bu öyküde uzun bir tarihsel süreci de ele alıyor. Komünizmin en ateşli zamanında büyümüş idealist bir dede, komünist sistemin artık eski heyecanını kaybettiği dönemde çalışma hayatındaki gayretli baba, eğitimin, sağlığın ve komünizmin çöktüğü bir dönemde büyüyen umutsuz torun.  Ve torunun SAT sınavları sonucu Amerika’ya bir üniversiteye tam burslu kabulü komünist dedenin hayatında kabullenmekte en çok zorlanacağı şeylerden biri. Öyküde göçmenliğin ne kadar zor olduğu, ana dilin nasıl da özlendiği, kapitalist sistemin vahşiliği gibi kendini aralardan sezdiren konular da var ama asıl iskeleti bence dede ve torunun telefonla yaptıkları konuşmalar kuruyor. Önce Amerika’ya, o pis düşman devlete kaptırdığı torunla sert geçen konuşmalar, torunun dedeyi inatla sinir etmeye çalışması, sıla hasreti güçlendikçe, Bulgaristan’a gidecek uçak bileti parası bulamadıkça bambaşka bir duyguya evriliyor. Ve Penkov işte ustalığını bu diyaloglarda gösteriyor. Hiçbir duygusal cümle kurmadan, genelde bizde yapıldığı gibi kahramanlarının gözünden duygularını uzun uzun betimlemeden, birkaç sözcük, birkaç cümleyle o gurbet duygusu bir yumru olup yerleşiyor boğazımıza. Edebiyatın en lezzetli hâli...
“‘Dede, ne yiyorsun?’ gibi sorular soruyordum telefonda bazen.
‘Kavun ve peynir.’
‘Güzel mi?’
‘Lenin’e göre güzeldi, en sevdiği atıştırmalık.’
‘Keşke burada da bir tabak olsa.’
‘Meyvelerin yanında peynir yemekten nefret ederdin.’
‘Dede, ne içiyorsun?’
‘Ayran.’
‘Güzel mi?’
‘Dünyanın en güzel ayranı.’
‘Dede, şu an tam olarak neye bakıyorsun?’
‘Evin yukarısındaki yamaçlara. Ihlamur ağaçları bembeyaz. Yağmak üzere olan yağmurdan önce rüzgâr ters yüz etmiş yapraklarını.’”
İşte toplamda sekiz öyküde Miroslav Penkov bizi duygudan duyguya geçiriyor, bunu da büyük bir beceriyle yapıyor. Yine en sevdiğim öykülerden biri, kitabın adını taşıyan Batının Doğusu’nu anlatacak çok fazla söz bulamadım. Okuyunca önce müthiş bir neşeyle, neredeyse Kusturica filmi gibi başlayan öykünün bir on sayfa sonra sizi nereye götürdüğüne bakın, gelmiş geçmiş tüm devletlere, politikalara, sınırlara küfredecek duruma geleceksiniz. Ama Penkov bu ruh hâlini çok sevmiyor, olabilecek en absürt biçimde gülmenizi sağlayacak, merak etmeyin. 
Balkan ülkesi değiliz, ama bayağı ortak bir geçmişimiz var, Bulgarlarla pek iyi ilişkilerimiz olmayabilir ama aslında çok benziyoruz. O nedenle bu kitaptan sonra şunu açıklıkla söyleyebilirim ki huysuz dedeler, nineler ve kafadan çatlak akrabalar olmasa hayat çok zor olurdu.



Banu Yıldıran Genç
* Bu yazı 20 Haziran 2018 tarihinde oggito.com sitesinde yayınlanmıştır.

21 Temmuz 2018 Cumartesi

Koşucular


Göçebelik üzerine...
Geçtiğimiz haftalarda Man Booker Uluslararası Ödülü’nü kazanan kitap açıklandığında bir de baktım ki iki yıl önce Türkçeye çevrilip yayımlanmış. Çok rastladığımız bir durum olmadığından, hemen alıp okumaya başladım Leh yazar Olga Tokarczuk’un Alabanda Yayınları’ndan çıkan Koşucular adlı kitabını. Olga Tokarczuk 90’lı yıllardan itibaren romanlarıyla dikkat çeken bir yazar, 2000’li yıllarda çizgisini biraz değiştirip, deneme-roman tarzına dönmüş. 2007’de yayımlanan, 2008 Nike Edebiyat Ödülü’nü de kazanan Koşucular da deneme, anı, uzun öyküler, anekdotlar şeklinde ilerleyen bir kitap. 
Asıl adı Bieguni olan kitabın Türkçesi Koşucular bence anlamını tam olarak karşılamıyor. İngilizce adı Flights için de aynı şey söylenebilir. Bieguni, yabancıların yardımlarıyla yaşayan ve sürekli seyahat eden yogi, derviş ya da Budist rahiplerin geleneğinden giden, yerleşik hayatı reddedip hep hareket hâlinde olan, muhtemelen kurgusal bir Slav tarikatıymış. Kitabın özü yolculuk temasıyken ve okuru gerçekten bir süre sonra yolculuk hissiyle oradan oraya savururken Koşucular adı bu duyguyu tamamlamıyor. Gezgin, göçebe sözcükleri bile bence Bieguni’ye daha yakın. Kitabın adı aynı zamanda en etkili uzun öykülerden birinin de başlığı, öykü karakterlerinden birinin sayıklamaları aslında kitabın manifestosu niteliğinde: “Sallan, hareket et, ancak bu biçimde onu atlatırsın. Dünyayı yönetenin hareket üzerinde hükmü yok ve biliyor ki bedenlerimiz hareket içinde kutsaldır ancak hareket edersen ondan kaçabilirsin. (...) İşte bunun içindir ki tiranlar, cehennem zebanileri, kanlarının son damlasına dek göçebelerden nefret ederler, bunun içindir ki Çingeneleri ve Yahudileri kovalarlar, tüm özgür insanları yerleşik yaşama zorlarlar ve bizler için bir ölüm kararı olan adresle mühürlerler.  Yürü, yürü. Yürüyen kutsanır.” 
Olga Tokarczuk kitabındaki 116 bölümde bazen tek bir cümleyle, bazen otuz sayfaya yayılan öykülerle, bazen tarihsel bilgiler, bazense anılarla ilerliyor. İlk yolculuğunu küçük bir çocukken farkında olmadan Odra nehri kıyısına yaptığını anlatan yazar, nehirde süzülen tekneleri görünce öyle bir teknede çalışmayı hatta daha iyisi bir tekne olmayı düşlemiş. Bu düşlerin ardındansa sürekli yolculuk ve yolculuklar sırasında çalışılan gündelik işlerle geçirilen bir yaşam gelmiş.
Yazarın “hacılığının” öyküsünü okuduktan sonra onla birlikte havaalanlarını, otelleri, sadece gece uyumak için düzenlenmiş 6-7 saatlik tren güzergâhlarını geziyoruz. Havaalanlarının kendine has ekosistemini, otellerin televizyon kanallarını, yolculuk için gerekli kozmetik ürünlerini, hostel yaşamını, gezginlerin 3 Temel Yolculuk Sorusu’nu (Nerelisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?) öğreniyoruz ve sonra ansızın bir hikâyenin içine doğru yola çıkıyoruz. Ailecek tatile gidilen bir Hırvat adasında ansızın kaybolan anne ve çocuğu merak ettiren Kunicku Su öyküsü üç ayrı bölümle ve tabii ki yollara bağlanan sonuyla aslında evliliğin yolculuğunu anlatıyor belki de.  Balmumu müzesine yapılmış bir gezi ise kitap boyunca durmadan tekrarlanacak bir temaya bağlıyor bizi: Beden bütünlüğü. Kitabın en önemli özelliklerinden biri sarmallığı, hemen hemen tüm konular ustalıkla birbirine bağlanıyor ve unuttuğumuz yerde yeniden karşımıza çıkıyor. Anatomik balmumu müzesinden Doktor Blau’nun Gezileri öyküsüne bağlanıyoruz. Bu öyküyle karşımıza çıkan insan mumyalama fikri ise bu kez bizi tarihsel yolculuklara çıkarıyor çünkü Olga Tokarczuk tarihten bu konuyla ilgili dikkat çekici örnekleri bulup onları yaratıcı bir biçimde yeniden yazıyor. Avusturya’da mumyalanarak yıllarca utanç verici bir biçimde sergilenen siyahi hizmetkâr Angelo Soliman’ın kızının krala babasının iyi bir Hıristiyan olarak gömülebilmesi için yalvaran mektuplardan tutun da Chopin’in vasiyeti gereği bedeninden çıkarılan kalbinin Paris’teki cenazesinden sonra yasa dışı yollarla sokulduğu Polonya’ya gömülmesinin kız kardeşinin ağzından aktarılması gibi gerçeğin ustaca kurmacaya dönüştürüldüğü sayfalar var.
Memleketten hızla göçüldüğü bu dönemde Tokarczuk bir yandan da komünist Polonya’dan göçmüşlerin hikâyelerine yer veriyor. “İnsan bedeninin en güçlü kası dilidir.” cümlesi de yine birkaç yerde karşımıza çıkarken aslında anadilin zamanla unutulması, anadile ve köklere duyulan özlem gibi tüm göçmenlerin yaşamında var olan kavramlarla da karşılaşıyoruz. Koşucular oldukça farklı, yenilikçi ve edebiyatın değişimine ayak uydurmak isteyenlerin mutlaka okuması gereken bir kitap. İlk yüz sayfada bağlantı kurmakta, alışmakta zorlandığımı itiraf etmeliyim fakat sonrasında yazara ve diline alıştıkça bambaşka bir yolculuğa çıkmış gibi oldum. 
Alabanda Yayınları’nı bu kitabı erken keşfettikleri için kutluyorum fakat kitapta çokça yanlış kullanılan ve yazılan sözcük bulunduğundan (Angelo’nun Angel, Cioran’ın Cioron olması, konserve etmek sözcüğünün defalarca kullanımı birkaç örnek), editoryal çalışmanın ve düzeltinin oldukça eksik olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.

Banu Yıldıran Genç

Koşucular
Olga Tokarczuk
çev: Neşe Taluy Yüce
Alabanda Yayınları, 2016, 409 s.

29 Haziran 2018 Cuma

Disko Topu


Yok sayılan hayatlar
İthaki Türkçe Edebiyat dizisi dikkate değer kitaplar yayımlamaya devam ediyor. Disko Topu oldukça can acıtıcı bir roman, hem anlatımıyla hem anlattıklarıyla... Adını bilmediğimiz kadın anlatıcının iç sesi olarak ilerleyen roman en başta kahramanın sayıklamaları olarak adlandırabileceğimiz bir bölümle başlıyor. İlk iki bölümden sonra ise yine anlatıcının ağzından, hikâyesini en başından dinlemeye başlıyoruz. İlk baştaki bölüm ancak roman bitince anlam kazanıyor, tekrar okunursa aslında bütün taşların yerine oturduğu, en başta anlam veremediğimiz şu kişilerin hepsinin gerçekte var olduğu ortaya çıkacak: “Odamda arkadaşlarım vardı neyse ki. Topuklu bir adam mesela. Parmaklarıyla ritim tutuyor sürekli. Bunu yaparken tek bacağını sallıyor. Elektrikli süpürgenin hortumunu boynuna doluyor. Komik... Ama tatlı da. Sakin biri, kocaman bir güvercin gibi. Onun yanında da cılız bir adam sürekli bir şeyler yazıyor. Kendi kendine mırıldanıyor. Ter içinde, mosmor gözlerinin altları. Sonra yatağımın ayak ucunda da bir kadın. Sımsıkı yumruk yapmış ellerini. Üzgün biri. Dua eder gibi. Çaresiz. Hiçbiri diğerini görmüyor. Ben hepsini görebiliyorum.” Bu nedenle bu gibi ayrıntılar, bu ayrıntıların ustalıklı ve detaylı kurgusunun keşfi ve romanın döngüselliğinin tamamlanması için mutlaka ikinici bir okuma hak ediyor Disko Topu.
Anlatıcı psikolojik şiddet gördüğü bir evde büyümüş, annesini çok küçük yaşta kaybetmiş, sonrasında neredeyse anne yerine koyduğu nenesiyle avunmuş ama nenesini kaybettiği an büyüdüğü evden kaçmış biri. Yaşadığı şiddeti, sürekli doktorlara taşınmasını, okuldaki davranış bozukluklarını da bölümler ilerledikçe anlıyor okur. Bu arada o kendi yaşamını, kendi cümleleriyle ve anımsadığı kadarıyla doğrusal bir çizgide anlatmaya devam ediyor. Ayça Güçlüten’in en başarılı yönü aslında “deli” ya da politik doğruculukla “ruhsal rahatsızlıkları olan” diye tanımlayacağımız anlatıcının gerçekten kendi sözcükleriyle hikâyesini aktarmasını sağlaması. Kısa cümleleriyle, nesneler ve insanlar için bulduğu tamlamalarıyla tam da olması gereken kişi gibi anlatıyor. 
“Delilik nedir, hangimiz normaliz, hangimiz anormal, bunun sınırı var mıdır?” gibi sorularla okuduğum Disko Topu, yaşadığımız zamana da topluma da lanet etmeme neden oldu. Aslında edebiyatın, sinemanın sık sık ele aldığı bu konuda Guguk Kuşu’nu ya da Akıl Oyunları’nı izlediğimizde de aynı hisse kapılmamız boşuna değil. Belirlenmiş toplumsal normlar, bunlara uyanlar, uymayanlar ve kimin normal kimin deli olduğuna karar verip, neredeyse işkence sayılabilecek yöntemlerle bunun tedavisine çalışanlar... Deli diye itekleyip yüzüne bile bakmadığımız, bir gıdım yardım etmediğimiz insanlar... Hasbelkader sokaklara düşmüşse o deli, o müthiş namuslu toplumun ne yapıp edip “nasılsa anlamaz” diye topluca taciz tecavüz peşinde koşması... Hepsini biliyoruz, hepsini okuyoruz, hepsini görüyoruz. İşte Ayça Güçlüten bu gerçekliği masalsı bir büyüye kavuşturarak daha da derinden hissetmemizi sağlıyor.
Delilik Ortaçağ öncesinde insanları rahatsız etmezken, Akılcılık akımıyla beraber ortadan kaldırılması gereken bir unsur olarak görüldü. Michel Foucault Deliliğin Tarihi’nde bunu delilerin kovulması olarak adlandırır. İşte bu kovulmanın tezahürünü tüm roman boyunca görüyoruz. Evinden kaçan genç bir kız, kaçar kaçmaz uğradığı tecavüz, anlam veremediği bir biçimde bebeği olması, yaşadığı açlık, sefalet, her yerden kovulması, yapılan iyiliklerin önünde sonunda bir bedeli olduğunun ortaya çıkması, uyuşturucu, fuhuş ve sonu gelmeyen bir düşüş... Bu düşüşü durdurmaya çalışan tek tük iyi insan ve nenenin anlatıcının kulağından hiç gitmeyen ruh sağaltıcı cümleleri olsa da kaldıramayacağı yüklerin içine itilmiş, sağlıklı olmayan bir kadın var karşımızda. Ona hep yardım etmeye çalışan nenenin arkadaşının söylediği gibi: “Sen sadece çok sevebiliyorsun. Sevmenin gerektirdiklerini bilemiyorsun. Sevmek, geleceği görmek için koşmak demektir. Sen duruyorsun.”
Peki kahramanın mutlu ve sağlıklı bir evde büyüdüğünü farz etsek ne olur? Çocukluğundan beri eşyalarla konuşması, onlarla farklı boyutta ilişkiler kurması anormal olduğunu mu gösterir, düzgün şartlarda büyüse bu özelliğini geriye atmayı, hayat denen çarka uyum sağlamayı başaramaz mıydı? Hastaneye kapatılan ya da hastalığı yok sayılıp evden bile çıkartılmayan, birbir zorlukla gittiği okullardan dışlanan, yollarda bellerde tiksinir gözlerle bakılan o farklı bildiğimiz, deli dediklerimiz dışında hepimiz mükemmeliz, birer sağlık timsaliyiz, öyle mi?
Oysa delilik-normallik arasındaki çizginin muğlaklığı artık çokça tartışılan bir konu. Amerikalı psikanalizci Darian Leader Delilik Nedir? adlı kitabıyla ilgili bir söyleşide, söylemek istediğimi tam olarak ifade ediyor: “Bana göre delilik istisna değil, kuralın kendisi; herkes elinden gelen en iyi şekilde hayatını toparlamaya çalışıyor. Bunun kabul edilmesinin yapıştırılan damgalara ve ötekileştirmeye karşı da işe yarayabileceğini umuyorum. Pek çok kişi deliliği tetikleyebilecek durumlardan kaçınmanın yollarını buluyor. Bir aşamada, nelerden kaçınmaları gerektiğini biliyorlar ve hayatlarını kendilerine özgü bir tarzda düzene sokup devam ediyorlar.” 
İşte Ayça Güçlüten hastalığını tetikleyebilecek durumlardan kaçınmayı başaramamış genç bir kadını, başına gelenleri, hiçbir biçimde abartmadan, ajitasyona kaçmadan, sadelikle okura aktarıyor.  Son olarak şunu ekleyebilirim, kısa ve vurucu cümleler romanın en belirleyici özelliğiyken, nenenin ve nenenin arkadaşının ettiği ağdalı lafların ve sürekli hayat dersi veren didaktik tarzlarının romanın dokusuna ve doğallığına uymadığını düşündüm. Sanki bu dersler için başka bir yol bulunabilirdi.
Bunun dışında görülmeyeni gösterdiği, anlatılmayanı anlattığı, toplumdaki iki yüzlülüğü tüm çıplaklığıyla ustaca gösterdiği için yazara teşekkürlerimizi sunabiliriz.


Banu Yıldıran Genç
Ayça Güçlüten, Disko Topu, İthaki Yayınları, Nisan 2018, 142 s.
* Bu yazı Notos'un 70. sayısında yayımlanmıştır.


11 Haziran 2018 Pazartesi

Deniz Bize İyi Gelecek


Yalnızlıklar ve hastalıklar
Özlem Akıncı’nın Deniz Bize İyi Gelecek adlı öykü kitabı geçtiğimiz aylarda Notos Kitap tarafından yayımlandı. İlk kitabı Ağaçlar Yanıyor’la arasında dört seneye yakın bir zaman var. Bu aralar ritüellerimi bozuyor ve farklı okumalar deniyorum. O nedenle Özlem Akıncı’nın önce son sonra ilk kitabını okudum. Aslında böylesi de iyiymiş diyebilirim, yazarın ne denli geliştiğini anlamak için doğru bir yöntem olabilir.
Deniz Bize İyi Gelecek’te kendine daha çok güvenen bir Özlem Akıncı, bu nedenle ayakları daha yere basan, daha net öyküler var. Kitaba genel olarak bir yalnızlık duygusu hâkim, anlatılan karakterlerin içinde bulundukları koşullara, yaşamlara göre değişiklik göstermeyen bir yalnızlık. Kimisi evliyken bu yalnızlığı yaşıyor, kimi arkadaşlarıyla... Bazısı bilerek ve isteyerek bunu seçtiğinin farkındayken bazısı ana-babasının yanındayken bile bu duyguyla boğuşmanın kaygısını çekiyor. İlk öykü Örtülü Dinamikler’de de kitabın bir başka öyküsü Yakınlık’ta da orta yaşa, annesinin bir zamanlar olduğu yaşa gelmiş ve bugüne dek aslında onu ne kadar tanıdığını pek de düşünmemiş iki karakter var. Bu duygu gençliği deviren herkesin aşina olduğu, anneler artık “annelik”ten çıkıp da farklı bir role bürünmeye başladığında uç veren bir duygu sanıyorum. Örtülü Dinamikler’de kocasının ölümünden yıllar sonra evlenmek isteyen bir anne ve bunun çok mantıklı olduğunu kabullenen ama içten içe bunu reddeden orta yaştaki çocuğun çatışması ustalıkla verilmiş. Öykünün sonundaki hırsını başkalarından çıkarma hâli ise incelikli detayları ve doğal anlatımıyla dikkat çekiyor.
Yakınlık öyküsünde ise hastalanan annesine bakmak durumunda kalan büyümüş bir çocuğun annesini aslında hiç tanımamasıyla yüzleşmesi var. Özlem Akıncı hepimizin yaşadığı ama farkına varmadığımız ya da dillendirmediğimiz duyguları büyük bir dikkatle gözlemleyip müthiş detaylarla dile dökmüş, çünkü şu yazdıklarının aynısını geçen yaz hastanede babama refakat ederken yaşadım: “Kaşığın ucunu açık ağzına dayadım. Önceden dikkat etmediğim ayrıntılarına baktıkça ilk kez görüyormuşum duygusuna kapıldım. Dudaklarıyla sıyırıp yuttu çorbayı. Boğazından yutkunma hareketiyle geçişini gördüm. Ağzını yeniden açtı, bir kaşık daha verdim. Seyrek saç tellerinin deriden çıktığı gözeneklere baktım. Sanıyordum ki annemin hayatı bizdik, eviydi, o kadar. Ne geçmişi vardı ne âşık olmuştu ne genç ne çocuk. Onu tanımıyorum bile. Ağzının kenarını sildim. Uzanıp peçeteyi aldı. Serum hortumları elinin hareketiyle kıpırdadı.”
Kitapta en sevdiğim öykülerden biri Sonra Derya oldu. Yaşattığı macera duygusu ve yine tabii ki ince detaylar, seçilen sözcüklerle kadın arkadaşların hep beraber çıktıkları yolculuğu havasıyla, suyuyla, topraktaki sesiyle yaşamamızı sağlıyor. Öykünün en önemli kişilerinden Tomris, ki daha sonra kendisiyle başka bir öyküde, Bir Tomris Vardı’da karşılaşacağız, güçlü, farklı bir kadın figürü çiziyor. Arkadaşlarını toplayıp çıkardığı o yolculuğun sonunda ise öykünün başına, Tomris’in bir sözüne dönüyoruz: “Cesur olmayan kadınlar, derdi. Korkak kadınlar yani, derdik bir ağızdan. Hayır, derdi. Söylediğim kesinlikle başka, cesur olmayan kadınlar.” Gerçekten de bu öyküdeki Derya olsun, Otel öyküsünün kadın karakteri olsun, yine etrafımızda bildiğimiz onlarca kadın olsun, bize “cesur olmayan kadınlar”ı olanca açıklığıyla kavratıyor. Öyküde kadınların zorlu patikalardan denize inerlerken betimlenmesi “Derya uslu bir hışırtıyla kaydığında bile saygın tören havası dağılmıyor.” ya da denize ulaştıklarındaki hâllerinin anlatımı “Yumurtadan çıkmış yavrular gibi, kıyıya ulaşan kendine yer buldu.” okura Özlem Akıncı’nın ustalıklı sözcük seçimi ve yaratıcı benzetmeleri hakkında fikir verebilir.
Hepimizin yaşadığı ama dile dökemediği ayrıntılar, duygular demiştim, Bir Tomris Vardı öyküsünde de anlatıcının ölenin ardından hissettiği üzüntü bir yandan yapılması gereken ritüellere katılamamasının çaresizliği bir yandan, Akıncı yine yüreğimize çöreklenmiş bir duyguyu anımsatıyor: “Geride kalmanın kıyıcılığını çocuklar iyi bilir. Akşamüstü çağırmak için birisinin kapısını çalarsın. Kapıyı açan anne seni görünce şaşırır, Yavrum haberin yok mu, der, onlar oynuyor şu karşı evde. Duyduğunda yüzün kızarır. Kaldırımın kenarına oturup süklüm püklüm kalırsın o küçücük boyunla. Kumdan tepeler yaparsın.” 
Kitaptaki öykülerde tekrarlanan bir diğer izlek hastalık. Hastadan çok hastanın etrafındakilere odaklanıyor Özlem Akıncı, onların hastayla ilişkisini, geçmişlerini didiklerken bir biçimde bahsettiğim iki izleği de kaynaştırmış oluyor, hastalık ve yalnızlık; bazen hastalığın yol açtığı yalnızlık, bazense yalnızlığın yol açtığı hastalık.
Kitabı anne ve babasına ithaf etmiş Özlem Akıncı. Son yıllarda ben de babamla rolleri değiştiğim için, benim ebeveyn, onunsa çocuk olmasına alışamayan ve içinden isyan eden biri olarak hem öyküleri çok sevdim, hem de sanırım yazarı çok iyi anladım.

Banu Yıldıran Genç

Deniz Bize İyi Gelecek
Özlem Akıncı
Notos Kitap, Şubat 2018, 107 s.
* Bu yazı Agos Kirk'in Mayıs 2018 sayısında yayımlanmıştır.

16 Mayıs 2018 Çarşamba

Bir Kırık Segâh


Hem düne hem bugüne ait öyküler...
Kâmil Erdem, 2016 yılında ilk öykü kitabı Şu Yağmur Bir Yağsa yayımlandığında dikkatleri çekmişti. Birçok dergide, internet sitesinde ve sosyal medyada öykülerinin, dilinin inceliğinden bahsedilirken, ilk kitabını geç yaşta yayımlayan bir yazar olduğuna da değiniliyordu.
Arayı çok uzatmadan yeni öykülerini Bir Kırık Segâh adıyla kitaplaştırdı Kâmil Erdem. Yaşın, erken veya geç sözcüklerinin edebiyatta hiçbir önemi olmadığını bir kez dana kanıtlayan öyküler bunlar. Açıkça söylemek gerekirse ilk kitabı okumak aklımdayken zamansızlık ve araya başka kitapların girmesi nedeniyle Şu Yağmur Bir Yağsa’yı okumayı daha ileri bir tarihe ertelemiştim. Öyle de kaldı. Bu nedenle Bir Kırık Segâh’ı gördüğümde hiç ertelemeden okumaya karar verdim ve iyi ki de öyle yapmışım.
Kâmil Erdem ilk kitabını geç yaşında yayımlasa da dilini, anlatımını oluşturmaya, olgunlaştırmaya belli ki çok zaman harcamış. Öykülerde karakterine göre biçimlenen dili -bazen eski İstanbullu, bazen 70’lerde Türkoloji öğrencisi, bazen dindar bir belediye çalışanı, bazen yaşlanmaya başlamış bir Ege çiftçisi- doğallığıyla okuru hayran bırakıyor. Bunun yanında öykülerinin yine içeriğine bağlı olarak bazen iç monologlarla, bazen tutuk diyaloglarla, bazen de sular gibi çağıldayan detaylarla kurduğu akışı ne denli uğraşıldığını gösteriyor. Pazartesi öyküsünde seçilen fiil kipinin bile yabancılaşmanın anlatımını ne denli üst seviyelere taşıdığına şahit olmak, öykünün gerçekten de romandansa şiirin kardeşi olduğunu anımsatırcasına tek bir sözcükle kuruluveren dünyası, edebiyatın çokça emek isteyen bir sanat olduğunu anımsatıyor bizlere.
Kitabın ilk öyküsü Menfez’de büyükşehirlerden birinde yerin altındaki bir metro istasyonundaki kart dolum merkezinde çalışan Erol’la tanışıyoruz. Erol, kendine koyduğu adla İbrahim, bol amcalı, abili, yengeli, eltili muhafazakâr bir ailede doğmuş, küçük yaşta yatılı yollanıp hocalarla hacılarla büyümüş dini bütün biri. İşyerinde yaşadığı haksızlıklar, söz verildiği hâlde yemeğe bile çıkamaması, insanlık dışı bir biçimde günde on altı saat çalışması yüzünden sistemi, amirlerini, emirleri sorgulama raddesine gelmiş ama bunu yapacak cesareti kendine bulamayan bir aykırı karakter. İsyan edemeyip, herkesin birbirinden şüphelendiği bir dönemde kimseyle konuşamayıp kendince hayallerle avunuyor İbrahim. “Ardından şu beni ve bizi on altı saat çalıştırıp, metronun raylarına karşı tenhada el kol hareketi yapmaktan öteye gitmememizi Tanrı’nın bir lûtfu olarak kabul eden, göbeği baseni biraz büyüdüğü için ve gut, tansiyon, nefes darlığı gibi zarif illetler yüzünden çağa özgü mazeretler üreterek namaz eda etmekten de kaçınan ama neredeyse tümü, mahallenin seyahat acenteleriyle umreye gitmiş, eşlerini de göndermiş ve sekiz saatlik mesai bitiminde, park yerindeki jiplerine çilekeş bir tavırla yürüyen amirlerimizin örneğin güçlü bir depremde bizimle birlikte öte dünyaya ulaşmaları halinde, o koca yıkımı ve ayağa kalkmayı içeren meydanda, şaşkın, çaresiz bakışlarla dolaşıp durması!” İnandıklarının ihanetine uğramanın, yalnızlaşmanın, kimseye sığınamamanın, arada kalmışlığın öyküsü anlatılmış Menfez’de.
Yine güncele, yaşadığımız günlere dair ama şiirselliğinden, arka kapakta yazıldığı üzere nahifliğinden hiç ödün vermeyen Ahlat Altı, en sevdiğim öykü oldu. Bir Ege kasabasında kendi kendine dünü, bugünü, eline almadığı sazını, uzunca zamandır söylemediği sözünü düşünen eskinin devlet fabrikasının şoförü, şimdinin dolmuş şoförü isimsiz anlatıcının ahlat ağacı altındaki iç sesiyle başlıyor öykü. Onun düşünceleriyle beraber biz de son yıllarda yaşadığımız hayal kırıklıklarını, direncimizi artıran her umutlu olaydan sonra daha da dibe batmamızı görüyoruz içten içe. “Devletimiz fabrikamı satacağım diye tutturdukta, biz de kapıya konuldukta, bu Veysel Dayı’nın oğlu Arif, ki neredense bir sarışınlık bulaşmıştı bu Arif’e, iri kıyımdı, gözü pekti, önayak olmuştu da direnme mirenme yapmıştık.” diye anımsanan o güzel günler... Greve başlama, halaylar, davullar, çevre illerden ziyarete gelenler, köylülerin yolladığı yemekler, sazlar, türküler derken “... her şey devlete çarpıp tuzla buz oldu. Polis oldu, nezaret oldu, hâkimin seyrek beyaz bıyığı oldu.” Artık eski patronu sayesinde dolmuş şoförlüğü yapsa da eski günler, fabrikası, kamyonu “kınalısı” sık sık hatırına düşer anlatıcının. Şimdinin, o güzel günlerden sonra yaşanan dönemin özeti ise dolmuşuyla köye dönerken yaşadığında yatıyor: “Polis var, kavşağa yakın, durduruyorlar araçları. Polis deyince, Eğik Necmettin geliyor aklıma. Çadırımızı yıktırmamak için başka hiçbir şey yapmadan, kollarını açıp önünde durması, üstüne çullanmaları, yerde tekmelemeleri. Kimse kimseye güvenemesin, bir zayıf insan bir koca devlete güvenemesin geliyor aklıma o kara sonbahardan bu yana. Fabrikanın kapısı, çadır, Arif geliyor aklıma, Arif’e su götürüşümüz birbuçukluk pet şişede, nezaret parmaklıklarının ardında, kaşı yarılmış.” İşte küçük bir kasabada yaşananlar bizim son yıllarımızı özetlerken, hem anlatımdaki şiirsellik, hem duygulardaki incelik, hem de öykünün sonunda her şeye ama her şeye rağmen bir bebeğin doğumuna söylenen türküler, Çökertme’deki “teslim olmayalım” kısmının üç dört kere tekrarı bir damla gözyaşı olup akıyor gözlerimden.
Kâmil Erdem umarım ki daha uzun yıllar yazsın, onun öykülerinde hem bugünü hem dünü yaşayalım. Bazen bir eski İstanbul hanımefendisinin terennüm ettiği Klasik Türk Musikisi parçasını, bazen halk ozanlarından deyişleri, manileri okuyalım, Datça’nın payam derdine düşmüş köylüsünün de ömrünün aylarını, yıllarını taksite bağlayan, güvenlikli site sakini plaza çalışanının da endişesine ortak olalım.

Banu Yıldıran Genç

Kâmil Erdem, Bir Kırık Segâh, Sel Yayınları, Şubat 2018, 135 s.
* Bu yazı Notos'un 69. sayısında yayımlanmıştır.

4 Mayıs 2018 Cuma

Naif. Süper


İnsanı mutlu eden küçük şeyler...
İskandinav ülkelerinin sadeliği, farklı mizahı ve yenilikçi biçemiyle dikkat çeken romanlarından biri daha karşımızda. Norveçli Erlend Loe’den Naif. Süper. Ülkemizde Erlend Loe’yi öncelikle Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan Doppler adlı romanıyla tanıdık. Naif. Süper ise ilk olarak 1996 yılında yayımlanmış ve yazarın en popüler romanlarından biri olarak biliniyor. 
Naif. Süper yirmi beş yaşındaki bir gencin dibe vuruşuyla başlıyor diyebiliriz. Yazarla aynı adı taşıyan Erlend, romanın da anlatıcısı. Kısa bölümlerle ilerleyen romanda pek çok farklı anlatım tekniği ve görsel de kullanılmış. Bir kere kahramanımızın en sevdiği şey liste yapmak. Her şeyin listesini yaparak kendini rahatlatıyor, ki bunun bulaşıcı bir tarafı olduğuna da emin olabilirsiniz, Listeler dışında mektuplar, kütüphanelerden araştırma sayfalarının çıktıları, fakslar aynen yazıldıkları biçimde romanda yer alıyor, bu da zaten farklı olan okuma sürecini daha da eğlenceli hâle getiriyor.
Yirmi beş yaşına bastığı gün ne olduğunu anlayamadığı bir biçimde abisinin omzunda ağlayan ve yaşamın anlamsızlığını sorgulamaya başlayan Erlend’e abisi bir teklifte bulunur. İki ay boyunca yurt dışında olacağından kardeşi onun evine taşınacak ve çekilmesi gereken fakslarla ilgilenecektir. Erlend bu teklifi heyecanla karşılar, hemen evini boşaltıp neyi var neyi yoksa satar, yüksek lisansına ara verir, bisikletiyle abisinin evine yollanır.
Hayatını oldukça basit sözlerle anlatabilme gibi bir yeteneğe sahip kahramanımız. “İki arkadaşım var. Biri iyi, biri kötü. Bir de abim var. O, benim kadar sevimli olmasa da idare eder.” Günlük tutar gibi yazılmış bölümlerde Erlend canının sıkıntısını geçirmek için oyalanacak şeyler arar, önce bir top alır, geceleri kimse görmezken saatlerce duvara atıp tutar ama yine de tam olarak geçmez sıkıntısı, sanki hep eksik bir şeyler vardır. En sonunda bir oyuncakçıda tam olarak aradığını bulur: Brio marka çakma tahtası. Çocukluğundan anımsadığı bu oyuncak ona en zor zamanlarında, özellikle de evde bulduğu “zaman, evren ve her şey” hakkındaki kitabı okuduğunda yardımcı olur. Bu kitap sayesinde zamanın gizini çözeceğini sanarken kitaptaki bilgiler yüzünden iyice sinirleri bozulmaya başlamış, yaşamın sonsuzluğundansa sonuna odaklandığını fark etmiştir. Her şeye iyi gelen çakma tahtası, abisinin daveti üzerine Erlend’le New York’a kadar gider. Abisinin bavuldan çıkan çakma tahtasına tepkisi ise farklıdır: “İyi niyetli olduğundan hiç kuşkum yok ama fazla ileri gittiğini düşünüyorum. Örneğin çakma tahtam hakkında bir şey duymak istemiyormuş. Hiçbir şekilde. Beni onunla yakalarsa kırarmış tahtayı. Çakma işini gizli gizli yapmam gerekecek. Çok aşağılayıcı. Her şeye rağmen yetişkinim ben. Yetişkinler gizli saklı tahta çakmak zorunda olmamalı. Sorunlarımla olgun bir şekilde baş etmek istiyorum ancak abim engel oluyor.” 
Yukarıdaki alıntı Erlend Loe’nin kurduğu dilin doğallığı ve insanı sürekli gülümseten sağlam ironisi hakkında bir fikir veriyor. Sorunlarıyla baş etmeye çalışan kahramanımız, New York’ta geçirdiği günlerde kendisi kadar sevimli olmadığını düşündüğü abisinin hiç de fena bir insan olmadığını keşfeder. Eskisi kadar canı sıkılmıyor, değişiklikten korkmuyor, zaman üzerine korkunç şeyler düşünmüyordur. Hatta abisinin eski kız arkadaşından ve pişmanlıklarından konuştukları bir günün sonu hepimizin kalbini ısıtır. “Onun için üzüldüm. Kalkıp çakma tahtasını getirdim ve dikkatlice önündeki masaya bıraktım. Sonra çekici verdim eline. Çekici aldığında bana soru soran gözlerle baktı, ben de yavaşça başımı salladım. Sonra çakmaya başladı. Sakin ve sade bir ritimle tüm çubukları çaktı, tahtayı birkaç kez ters yüz etti. İkimizden de çıt çıkmıyordu. Abim çubukları çakarken birbirimize çok yakın olduğumuzu hissettim.”
Amerika gezisi ve gezinin hemen öncesinde tanıştığı Lise sayesinde düştüğü çukurdan çıkmaya başlayan Erlend, o kadar tatlı ve gerçekten “naif” bir karakter ki yanımızda olsa sıkı sıkı sarılırız sanki. İnsanlara, hayvanlara, çocuklara ve doğaya bakışıyla iyiliğinden adımız kadar emin olduğumuz biri karşımızdaki. Kapitalizmin merkezi New York’ta aklına gelen müthiş bir fikirle zengin olacağını düşünüyor, o fikrin minik dostu Børre’ye Küçük Kurbağa şarkısını söyleteceği bir telefon kaydı olması ise bizi hem hüzünlendiriyor hem de hayatı böyle saf insanların yaşanır kıldığına ikna ediyor. Kendisini kötü hissedenlerin arayacağı ve dinleyeceği, çocuk sesinden çocuk şarkıları... Kime iyi gelmez ki? 
Roman bittiğinde gülümsüyor olabiliriz çünkü aynen Erlend’in şu söylediklerini hissedeceğiz: “Tüm bu insanları sevmeye başladığımı hissediyorum. Onları anlıyorum. Tabii ki yolda yürümeleri gerekiyor, başka yerlere gitmeleri gerek. Her yerde aynı şeyler geçerli. Bu işte hepimiz beraberiz diye düşünüyorum. Dayanın. Her şey iyi olacak.”
Erlend Loe’nin yaratıcılığı, çocuk kitapları yazdığı için ustaca kullandığı sadeliği, basitliği, zeki mizahı hepimize iyi gelecek. Dilek Başak’ın tüm bunları yansıtan kusursuz çevirisini de anmadan geçmeyelim.

Banu Yıldıran Genç

Erlend Loe
çev: Dilek Başak
Naif. Süper
Siren Yayınları, Mart 2018, 209 s.
* Bu yazı Agos Kirk'te Nisan 2018'de yayımlanmıştır.

13 Nisan 2018 Cuma

Sular Çekilirken


Anneler, babalar ve çocukları...
Uzunca bir süredir beğeniyle takip ettiğim Kafka Kitap geçtiğimiz aylarda İngiliz yazar Sarah Moss’un yurt dışında oldukça ses getiren son romanı Sular Çekilirken’i yayımlayınca tabii ki hemen okudum. “Küçücük bir olaydan koca bir roman nasıl yazılır?” diye bir soru sorulsa, cevap vermek yerine bu romanı okutmak yeğlenebilir. Sarah Moss okuldaki herhangi bir günde kalbi dört dakikalığına sebepsiz bir biçimde duran Miriam’ı merkeze alırken, onun etrafında dolanarak yorgun bir evlilikten ana-baba olmaya kadar birçok sorunu masaya yatırmış diyebilirim. Yazarın ustalığı aslında kitabın girişinde belli oluyor, ilk bölüm son yıllarda okuduğum en iyi roman başlangıçlarından biriydi sanırım. 
Olayların Miriam’ın babası Adam tarafından aktarılması ve bu denli ustaca bir erkek “iç sesi” oluşturulması da dikkat çekici. Adam, bize farklı gelebilecek bir baba; evden çalışıyor, haftada bir yedek öğretim görevlisi kontenjanından üniversiteye ders vermeye gidiyor, pek de bir şey kazanmıyor, çocuklarını o büyütmüş, evde bulaşık-çamaşır-yemek ve düzenden o sorumlu çünkü evde çok çalışan ve evi geçindiren kişi karısı Emma. İşin ilginç tarafı biz Türkiye’de bu düzenin değişik olduğunu düşünüyoruz sanırdım ama romanda Adam’ın iç sesini okudukça gelişmiş sandığımız ülkelerde de erkeğin çalışmaması, çoçuk büyütmesinin alışılmadık olduğunu öğrendim. Adam kızları okula bırakırken, okuldan alırken, yıllarca süren çocuk doğum günlerinde hep garipsendiğini hissetmiş, diğer annelerin meraklı bakışlarından uzak durabilmek için bu gibi durumlarda başını telefondan kaldırmamayı çözüm olarak bulmuş. Miriam’ın ne olduğu bir türlü bulunamayan hastalığı boyunca Emma’yla giderek uzaklaşmalarını sorgulayan, sürekli kendi kendine bunun kavgasını eden, söylenmeyen sözleri kafasında büyüten, aslında sorun etmediğini sansa da ev babalığının içinde ne büyük bir kompleks olduğunu keşfeden bir erkek Adam.
Anlatıcının farklılığından öte Sarah Moss alıştığımız rolleri de paramparça ederek normalde derdini anlatan, konuşan, yeri gelince ağlayan, panikleyen, bağıran kadının yerine Miriam’ın hastalığıyla içe kapanan, kendini daha çok işine veren, yemek yemeyi kesip zayıflayan, hiç konuşmayan bir anneyi koyuyor. Kadından beklediğimiz tüm bu davranışları erkek gösteriyor. Yazar okurun algısıyla da müthiş bir biçimde oynamış, hatta şunu açıklıkla söyleyebilirim romanı okudukça toplumdan ne denli farklı düşündüğümü sanırsam sanayım, yerleşik anne-baba, kadın-erkek algısının benim için hâlâ geçerli olduğunu anladım.
Sular Çekilirken ana-baba olmanın romanı demiştim. Bu cümleyi günümüzde ana-baba olmak diye genişletebiliriz çünkü sosyal medyadan, kişisel gelişim kitaplarından, televizyondan, ana-babaların üzerine bu konuyla ilgili bombardıman yağıyor. Organiğinden, oyunundan, kaliteli zamanından başlayarak sürekli didaktik sözlerle uyarılan bir çağdayız, bunun en rahat ana-babayı bile kendini yetersiz hissettirecek boyutta olduğu artık bilinen bir gerçek. Adam da yaşadığı panikle, Miriam’ın hastaneden çıkmasına bile sevinememesi, onu sonsuza kadar kollamak istemesiyle modern ebeveynliğe bir örnek oluşturuyor. “Mim’in ömrünün sonuna dek ya da en azından benimkinin sonuna dek monitörlere bağlı kalmasını istiyorum, ayrıca üç sene sonra bir yere gitmeyecek, burada bizimle yaşayabilir, böylece ben onun nefeslerini dinleyebilirim, o da bir saat mesafedeki beş mükemmel üniversiteden birine devam edebilir, onu seve seve okula götürürüm, oradaki derslerin verildiği amfilerin dışında seve seve beklerim.” 
Romanda tüm bu gelgiti, Adam’la Emma’nın konuşulamadığı için çözülemeyen uzaklaşmasını, üstüne titrendikçe gerilen Miriam’ın ergenliğini yatıştıran, masal kahramanı gibi bir karakter var: Adam’ın babası Eli. Eli’ın yaşam hikâyesi de romanın başka bir boyutunu oluşturuyor. Avusturya’dan Amerika’ya göç etmiş Yahudi ana-babanın, 60’lı yıllarda otostopla gezip komünlerde yaşamaya başlayan tek oğlu Eli. Yine bir komünde tanıştığı Helena’ya âşık olup köklerinin kıtasına, İngiltere’ye dönmüş, oğulları Adam daha küçükken usta bir yüzücü olan Helena’nın nedensizce denizde boğulmasıyla dul kalmış bir adam. Miriam’ın haberini alıp hastaneye gelmesinden romanın sonuna dek yatıştırıcı, birleştirici, sakinleştirici dede rolünü öylesine mükemmel bir biçimde yerine getiriyor ki, kendi yaşamını anlattığı bölümler romanın en hoş bölümleri haline geliyor. Bizim panik hâlinde yapmaya çalıştığımız ebeveynliğin doğal hâli sanki onunki. 
Roman üç koldan ilerliyor. Ana hikâye Miriam’ın hastalık süreciyken, dede Eli’ın torunlarına anlattığı yaşamı bir diğer kolu oluşturuyor. Adam’ın hazırladığı bir kitabın hazırlık çalışması ise romanın son kolu. Coventry Katedrali’nin İkinci Dünya Savaşı’nda yıkılmasını ve yeniden yapım sürecini anlatan Adam, bombaları, şehrin hâlini, ölenleri düşündükçe aslında bir yandan da dünya üzerinde hâlâ savaşlarla, yıkımlarla dolu ülkeler ve bu ülkelerden kaçmaya çalışırken ölen binlerce çocuk olduğunu anımsayıp kendi sorununun küçüklüğünü fark ediyor. Katedralin yıkılışı ve yapımı da kitap içinde kitap oluştururcasına, okurda merak uyandıracak bir biçimde aktarılmış. Kitabı okurken internette bayağı bir Coventry araştırması yapacağınıza emin olabilirsiniz.
Sular Çekilirken’in asıl ekseni ana-babalık ama Adam’ın iç sesi ve durmadan akan düşünceleri sayesinde o kadar çok şey öğreniyoruz ki... Memleketin dertleri sandığımız çoğu şeyin İngiltere’nin de derdi olması, bozulan sağlık sistemi, betonlaşma, korkunç yapılar, sokağa çıkamayan çocuklar, akademinin içinin boşalması gibi bizimkilerle aynı sorunlar beni hem şaşırttı hem de “yalnız değiliz” duygusu uyandırdı.
Sarah Moss, günümüz dünyasının, politikasının, tarihin ve en çok korktuğumuz duyguların harmanlandığı etkileyici bir romanı olanca sakinliğiyle yazmış. Sonunda, roman boyunca suskun bir karakter olan Emma’nın dayanamayıp ağladığında söyledikleri bizim söylemek istediklerimizin aynısı oluyor: “Hayır, dedi, hayır, ikisini de kaybetmek istemiyorum, istemiyorum, onlardan daha uzun yaşamak istemiyorum...” Romanı okuma süreci benim sıralı ölüm kavramının ne kadar doğru olduğunu tekrar anlamamı sağladı ve tabii bir de hiç durmadan önce çocuğumu sonra ana-babamı sarıp sarmalama isteği duymamı.
Neyse ki her zaman bir adım önde olmayı başaran İngiliz edebiyatını Seda Çıngay Mellor gibi çevirmenler sayesinde, ana dilimizde okusak bu kadar doğal olurdu diyebileceğimiz bir biçimde, hızla takip edebiliyoruz. Umarım bol ödüllü yazar Sarah Moss’un önceki romanlarını da okuyabiliriz.

Banu Yıldıran Genç

Sular Çekilirken
Sarah Moss
çev: Seda Çıngay Mellor
Kafka Kitap, Ocak 2018, 376 s.
* Bu yazının kısa versiyonu Hürriyet Kitap Sanat'ta 6 Nisan 2017 tarihinde yayımlanmıştır.

Dorothy Parker - Tüm Öyküler

  Aşk Eski Bir Yalan Delidolu Kitap’ın son dönemde bizi tanıştırdığı öykü yazarlarını büyük bir zevkle okuyorum. Daha önce Notos’a ...