4 Haziran 2014 Çarşamba

Kırık Kalp Sendromu

Konuşur Gibi Yazılmış Bir Roman
Ayşe Başak Kaban öykülerden oluşan ilk kitabı Ben, Kendim ve Bergen'den kısa bir süre sonra ilk romanı Kırık Kalp Sendromu'yla karşımıza çıktı.
Bir intikam romanı olarak da okunabilecek Kırık Kalp Sendromu, hayatında hep yanlış adamları seçen İris'in aldatmalarla dolu evliliğinin bitmesinin hikâyesiyle başlıyor. Birinci tekil kişili anlatımı seçen Kaban, okura da “sen” diye hitap ederek yakın ve son derece açık bir anlatıyı tercih edeceğinin ipuçlarını veriyor.

Türkiye'de '80'lerden sonra değişen “kadınlık” algısının 2000'li yıllarda nereye geldiğini göz önüne sermesi açısından oldukça gerçekçi bir roman olduğunu söyleyebilirim. Genellikle iyi eğitim almış, aşk evliliği yapmış, “Çocuk da yaparım kariyer de” diyen, kendi bakımını da, iş hayatını da ihmal etmemeye çalışan, evin yüküyle beraber işin yükünü de sırtlanan ve orta yaşa geldiğinde annesinden o kadar da farklı bir hayat sürmediğini, hatta daha yorgun olduğunu fark eden bir kuşağın kadınları bunlar. Bu yükün üstüne birçoğu aldatılmış, yaşamlarını adadıkları erkekler tarafından gururları kırılmış kadınlar.
Son dönemde kadınların bir aradayken, erkeklerin niçin bu kadar değiştiklerini, nelerine güvendiklerini çözmeye çalıştıklarını bizzat biliyorum. Bu değişim sosyolojik bir vaka olarak incelenebileceği halde, nedense fazla dillendirilmeyen, kadınların da biraz alkol, birkaç itiraf, bolca gözyaşı sonrası hemen unutmayı yeğlediği bir konu. Ayşe Başak Kaban bunu konu edinerek, fazlaca dillendirilmeyeni anlatarak oldukça cesur ve yenilikçi bir hamle yapmış diyebiliriz. Hem de bu hamlede olmasını beklediğimiz gibi bol beddua, sağlam küfür var.
İris'in ilk yanlış aşkı, ayrılık acısını kollarında dindirdiği sonradan kocası olacak diğer aşkı derken... klasik bir boşanma ve mağdur tarafta sönmeyen intikam ateşiyle karşı karşıya kalıyoruz. İris duygularını “Kırık Kalp Sendromu” adını verdiği bloguna içdökümü gibi yazmaya başlayınca, aynı dertten muzdarip başkaları da bu “intikam” kulübünün üyeleri oluyorlar ve okur yavaş yavaş üyelerin önce yaşamlarının sonra intikamlarının peşine düşüyor.
Hiçbiri bize yabancı olmayan, farklı farklı aldatılma hikâyeleri, farklı fiziksel ve psikolojik şiddetler... Eşimizin, dostumuzun, kendimizin yaşadığı bu olayları yazar, daha önceki öykülerinde de dikkatimizi çeken biçimde, son derece detaylı ayrıntılar, incelikli gözlemlerle aktarıyor bize.
Romanın nicelik olarak yarısını oluşturan ve zaman akışında atlamaları ustaca kotarılan İris'in yaşamından sonra diğer karakterler sanki biraz aceleye getirilmiş gibi. Roman hacimsel olarak bu kadar karakteri kaldıramayabileceğinden, karakterleri azaltmak ya da hepsinin yaşam-intikam hikâyelerine yer vermemek doğru bir seçim olabilirmiş. Bazı bölümlerde anlatılmasının kurguya ya da karakter gelişimine katkısı bulunmayan olaylar, kişiler yer alıyor. Roman türünün yazara tanıdığı özgürlük böyle sıkıntılara yol açabiliyor. Yine bazı betimlemelerde yazarın çok şey anlatmak istemesine kurban gitmiş yerler var, İris'in ayrılmaya karar verdiği gecenin sabahında kendisini anlatırken fazlaca gevezelik yapması, hatta dayanamayıp parantezlerle anlatması gibi: “Saçlarım mahalle kavgasına karışmış gibi yolunmuş. Çocukluğumdan beri bir türlü vazgeçemediğim davranışlarımdan birisidir bu; ne zaman korksam veya öfkelenip bağırmaya başlasam ellerim iki yandan saçlarımı kavrar, onları çekiştirirken; korktuysam çığlık atarım, öfkeliysem bas bas bağırmaya başlarım. (Laf aramızda beni bu şekilde ilk defa gören birinin gülmemesi imkânsızdır.)”
Kendi adıma Kaban'ın vurucu öykülerini tercih etsem de, şu sıkıntı dolu gündemde, çocukluğumuzdaki masallar gibi kötülerin cezalandırıldığı, alınan intikamların yüreğimize su serpeceği, aşk, sevgi, nefret gibi duyguları bir daha düşündürecek, özellikle kadın okurlar için “kızkardeşlik” duygusunu pekiştirecek, son derece açık, akıcı ve doğal bir dille, konuşur gibi yazılmış bir roman var karşımızda.

Banu Yıldıran Genç

Ayşe Başak Kaban, Kırık Kalp Sendromu, Ayizi Kitap, Nisan 2014, 260 s.
* Bu yazı Notos'un Haziran-Temmuz 2014 sayısında yayımlanmıştır.

16 Mayıs 2014 Cuma

Dalga

Tehlikeli bir deney
Ingeborg Bachmann'ın “Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar...” sözü yaşamımızı anlatan en doğru söz olabilir. Doğduğumuz ana-baba evinden başlayıp, biçimlendirilmek üzere gittiğimiz okulları, sonrasında çalışılan işyerlerini bir düşünün... Faşizmin aslında her yerde, her ilişki biçiminde var olduğunu görmek insanlık için herhangi bir umut besleme olasılığını azaltıyor.
Todd Strasser, yaşanmış bir olay üzerine kaleme almış Dalga romanını. 1969'da Kaliforniya'nın Palo Alto bölgesindeki bir lisede tarih dersinde yaşanan ve öğretmen Don Jones'un hayatı boyunca yakasını bırakmayacak olan “Üçüncü Dalga” adını verdiği bir deneyi anlatıyor. Don Jones yaşananları bir belgesel gibi aktardıktan sonra yazar Todd Strasser olayı romanlaştırmış. Oldukça ilgi gören roman 1981'de televizyon filmine, 2008'de ise sinema filmine aktarılmış.
Romanda Ben Ross, Gordon Lisesi'nde sevilen, sempatik bulunan bir tarih öğretmeni. Yakın tarihin işlenildiği bir derste konu 2. Dünya Savaşı'na, Nazilerin yaptıklarına, katledilen Yahudilere gelince, haklı olarak öğrenciler bütün Almanların Nazi olup olmadıklarını, niçin olanlara bir dur demediklerini sorgularlar. Savaş sonrası Almanların birçoğunun yapılanlardan haberlerinin olmadığını söylemiş olmaları elbette ki öğrencileri tatmin etmez. Ben, kendisinin de verdiği cevaplar karşısında tatmin olmadığını hisseder ve hep beraber “empati” kurabilecekleri bir deney başlatır.

Her sevilen öğretmen gibi sınıfta disiplini sağlamakta zorluk çeken, pek de ciddiye alınmayan Ben Ross'un bir sonraki dersinde öğrencileri tahtadaki “Disiplin Aracılığıyla Güç” sloganı beklemektedir. Ross, disiplinin hayatta ne kadar önemli olduğunu anlatır ve öğrencilerin bundan böyle dik oturmalarını, cevap verecekleri zaman ayağa kalkıp hazır ola geçmelerini ve cümlelerine “Bay Ross” diyerek başlamalarını ister. Öğrenciler dersin sonunda bu biçimde işlenen dersin daha verimli olduğunu keşfederler. Ben Ross ise hem inanılmaz bir hızla ders işlemiş, hem de lider olmanın hoşuna gittiğini fark etmiştir.
Türkiye'de öğrenim görmüş kişiler olarak romandaki öğretmenin öğrencilerden istediği şeylere pek şaşıramayız aslında. 2000'li yıllarda hâlâ ayağa kalkarak, hatta bazen asker gibi selam vererek derse başlıyor, pazartesi sabah ve cuma akşam İstiklâl Marşı okumadan hafta geçirmiyoruz, Andımız'ın kaldırılmış olmasına bile alışamayanlar var. O nedenle bir Amerikan lisesinde hele '68 kuşağı döneminde, böylesi askeri disiplinler bayağı şaşkınlıkla karşılanır.
Deney, hızla sorulan ve aynı hızla cevaplandırılan soruların ötesine geçer. Ben Ross “Toplum Aracılığıyla Güç” sloganıyla toplumu da disipline etmek için Dalga'ya dahil olanları gömlek giymelerine ve birbirlerini tanıyabilecekleri bir selamları olması gerektiğine ikna eder. Son olarak “Eylem Aracılığıyla Güç” sloganı Dalga hareketine yeni üyeler bulmayı, herkesin aynı şekilde düşünmesini sağlamayı amaçlar. Sorun çıkaranlar uyarılacaktır.
Bir iki hafta gibi kısa bir sürede okulda iki yüzden fazla öğrenci bu harekete katılır, selamlaşır, hareketten olmayanı dışlar ve problemler başlar. Yahudi bir öğrenci dayak yer, selam vermeyenler maça alınmaz, hatta tehditle üye alınır. Öğrencilerin 2. Dünya Savaşı için en başta sordukları soru gerçek olmaya başlar: Bu yapılanlara niye kimse dur demiyor?
“Dalga'nın ardındaki temel düşünce, içindeki insanların onu desteklemek zorunda olması. Eğer gerçekten bir toplumsak, hepimiz aynı fikirde olmalıyız.” diyen Robert, Dalga'nın en sadık üyesi, öğretmeninin koruması, gerekirse şiddet kullanacağını söyleyen ve hayatı boyunca dalga geçilmiş, ezilmiş bir çocuk. Deney ilerledikçe Bob Ross, Dalga'ya sessiz, öne çıkmayan, başkaları tarafından dışlanmış çocukların sahip çıktığını ve işi abarttıklarını fark eder. Bu öğrenciler derslerde öne çıkıyor, bilgileri ezberliyor fakat yorum yapamıyorlardır. Amacından sapan hareketi nasıl durduracağını düşünür, işin garip tarafı buna sadece bir deney olarak başlayan Bob'un da disiplinden, ciddiye alınmaktan ve güçten hoşlanmaya başlamasıdır.

Dalga, edebi yönü, anlatımı ya da dili çok kuvvetli olan bir roman değil. Önemi, anlattıklarından kaynaklanıyor. Sadece yukarıda özetlediğim bölümü bile memlekette son bir yıldır yaşadığımız ayrışmayı açıklayabilecek nitelikte. Ezilenlerin fanatikçe sahiplendiği bir hareket, güçlendikçe körleşen insanlar, güçten gittikçe daha çok hoşlanan bir lider, herkesin aynı ahlak anlayışına, inanca sahip olması gereken bir toplum size de tanıdık geldi mi?
Ben yıllar evvel Dalga'nın Dennis Gansel tarafından yönetilmiş film versiyonunu izlemiştim. Almanya'da, 2. Dünya Savaşı yüzünden pişmanlık duygusuyla büyümüş çocukların arasında geçmesi oldukça etkiliydi, olayların gelişimi ve karakter derinliği ise, genellikle tam tersi olmasına rağmen, filmde romandan daha başarılıydı. Otokrasinin ne olduğu, nasıl olduğu sorularını yanıtlamaktan başka, faşizmin sadece politik olmadığını, her tür ilişkide görülebileceğini anlatması açısından ister okuyun, ister izleyin ama Dalga'yı görmezden gelmeyin.

Banu Yıldıran Genç

Dalga, April Yayıncılık, Şubat 2014, 154 s.
* Bu yazı Agos Kirk'in 66. sayısında yayımlanmıştır.


Kahraman Köpekler

Hareketsiz Bir Adam ve Latin Amerika'nın Geleceği
Latin Amerika Edebiyatı'nın özgün yazarlarından olan Mario Bellatin'i Türkçede üçüncü kez okuma şansına eriştik bugünlerde. Notos Kitap tarafından yayımlanan Kahraman Köpekler her ne kadar 70 sayfalık bir novella olsa da herhangi bir Bellatin metnini okuyanlar niceliğe değil niteliğe bakmak gerektiğini bileceklerdir.
Oyunbaz bir yazar
1960'ta Perulu bir ailenin çocuğu olarak Meksika'da doğan Bellatin, Peru'da ve Küba'da yaşadıktan sonra tekrar Meksika'ya dönmüş, bu arada İslam Sufizmine gönül verip Abdülselam adıyla da metinler yayımlamıştır.
İlk kitaplarını kendi yayımlayıp sokaklarda satan yazar, bugün Latin Amerika Edebiyatı'ndaki yükselişi anlatmak için adını andığımız yazarlardan biri. Yazdıklarının yanı sıra ilginç gösterileri ya da oyunlarıyla da adını duyurur Bellatin. Bir edebiyat konferansında sevdiği yazarlardan bahsetmesi istendiğinde, seçim yapmak istemediği için Shiki Nagaoka adında bir Japon yazar uydurur ve kendisinin ondan ne denli etkilendiğini anlatır. Konferansın soru-cevap kısmında bu şakanın anlaşılacağını umarken, iş büyür ve kendisini Nagaoka'nın yaşamı hakkında birtakım yanıtlar verirken bulur. Hatta burnunun büyüklüğünden ve bu yüzden yardımsız yemek yiyemediğinden bahseder. Bu şaka, konferansın ardından Ballatin'in aklında yeni bir kitap fikri doğurur. Bir sonraki kitabı bellidir: Shiki Nagaoka'nın biyografisini yazacaktır. Gerçekten de alıntılar, fotoğraflar, kaynakçalarla genişlettiği Shiki Nagaoka: Kurmaca İçin Bir Burun kısa süre sonra yayımlanır.

Kahraman Köpekler'in yayımlanmasından kısa bir süre sonra ise kitabın tanıtımı için Meksika'da bir kilisede bir okuma günü planlar. Bu okumada dinleyiciler hareketsiz duran ve gözlerini dinleyicilerden ayırmayan Belçika Malinios köpekleriyle çevrelenecek, köpeklerin ortasında Bellatin kitabından parçalar okuyacaktır. Eğitimli de olsa gözünü size dikmiş bir sürü köpekle birlikte, bu köpeklerin nasıl öldürücü olabileceğini anlatan bir novelladan parçalar dinlemeyi hayal edin, işte Bellatin'deki yaratıcılığın sırrı.
Bu tip performanslardan hoşlanan yazarın alametifarikası ise doğuştan olmayan sağ kolu. Durumunun avantajlarından yararlandığını söyleyen yazar, bu sayede bütün bedeniyle yazabildiğini savunur. “Böylelikle sağ elimin ne yaptığından sol elimin haberi olmuyor.” diyen yazar, fotoğraf çekimlerinde kullandığı onlarca farklı kol proteziyle ünlü. Kendisine “Kaptan Hook” görüntüsü veren biçim biçim kancalarıyla poz vermeyi seviyor.
Kahraman Köpekler
Epigraf olarak “Latin Amerika'nın geleceği hakkında, hareketsiz bir adamın ve otuz Belçika Malinois çoban köpeğinin gözünden...” cümlesiyle başlayan novella, alegorisini en başta belli ediyor. Romanın alegorik olduğunu bilmek okuyucunun işini kolaylaştırıyor mu? Hayır. Kim, neyin sembolü hiçbir biçimde yerine oturmayacak, fikrimiz sürekli değişecek, on satırdan oluşmuş bir sayfayı hemen bitirecek ama sayfayı çeviremeden en az bir on dakika düşüneceğiz. Bunlar Mario Bellatin metinlerinin en belirgin özelliklerinden zaten. Burada da “hareketsiz” olarak nitelendirilen adamın gaddarlığı ve etrafındakilerin ona olan bitmez tükenmez zayıflığı bizi bol bol düşündürecek.
Mario Bellatin birçok yerde Kahraman Köpekler'i yazma fikrini doğuran olayı anlatmış: Uzun yıllar kendisine arkadaşlık eden köpeğinin ölümünden sonra bir arkadaşının tavsiyesi üzerine şehrin dışında yaşayan ünlü bir köpek eğiticisine gider. Gittiğinde çiftliğinde otuza yakın Belçika Malinois çoban köpeği yetiştiren bu adamın boynundan aşağısının felçli olduğunu görür. Romandaki “hareketsiz adam” fikri buradan doğar.
Bellatin, her bir sözcüğünü, her bir cümlesini özenle seçen bir yazar. Felçli yerine “hareketsiz” sözcüğü de bilinçli olarak seçilmiştir. “Hareketsiz” sözcüğüne karşı daha duyarsız kalabiliriz, oysa “felçli” dendiği an arada vicdani bir bağ kurulur. Bellatin, okurunun mesafeli ve tarafsız olmasını ister. Bu nedenle hiçbir romanında beklenen tepe noktaları, heyecan yaratan sorular, okuru rahatlatan yanıtlar bulunmaz. Çoksatar romanların izlediği yolların hiçbirine sapmaz. Bu nedenle arka kapak yazısında da dendiği gibi, “Bellatin okumuş insanın saçları dökülür.
Kahraman Köpekler'deki karakterler hereketsiz bir adam, onun hemşire-eğitmeni, annesi ve kızkardeşinden oluşuyor. Hemşire-eğitmen novella boyunca hareketsiz adamla diğerleri arasında bir köprü görevi görüyor. Hem hareketsiz adama hem de köpeklere bakan, kalan vaktinde evin maddi olarak tek geçim kaynağı olan torba ayırma işinde anne ve kızkardeşe yardım eden, duyguları hakkında pek de fikir sahibi olmadığımız bir karakter. Hemşire olabilmesi için öncelikle gönüllü olarak burada çalışması gerektiği, fakat süresini doldurduğu halde işi bırakmadığı bilgisini okura veren anlatıcı, hemşirenin hareketsiz adamla duygusal bir bağı olduğunu düşünmemize de izin vermez. Bir süre sonra hemşire-eğitmenin işten ayrılacağını söylediğinde duyduğu tehditler nedeniyle ayrılamadığını öğreniriz.
Uzay gemilerine köpeklerinin fotoğraflarını yerleştiren, köpeklerini çıkardığı seslerle eğitebilen, etrafındaki insanlardansa onlarla iletişimi seçen hareketsiz adam, bu özellikleriyle sempatik bir karakter olarak çizilebilir. Fakat Bellatin kurduğu hikâyede okurun mesafesini korumak için elinden geleni yapar. Hareketsiz adamın yaşam öyküsü anlatılır ki oldukça acılı bir öyküdür, hemen ardından “Hareketsiz adam kişisel hayat hikâyesini inşa etmiş gibi görünüyor. Bütün ailesi için birbirini izleyen olaylar silsilesi uydurmuş.” diyerek anlatılan öykünün doğru olmadığını sezdirir. Hareketsiz adamın çocukken tanıdığı bir çocuk yazara öykünmesi ve hemşirelerden istediği daktilonun verilmemesi anlatılır ki yine okurun yüreğini sızlatabilecek bir ataktır bu, hemen ardından hareketsiz adamın vahşi kuşunun fare avını izlerken yüzünde oluşan garip gülümsemeden bahsedilir, okur hemen eski tarafsız durumuna geri döner.
Bu nedenle Bellatin'in metinlerinde olay örgüsü, konusu gibi kavramlar önemli değildir. Bellatin bir oyun kurucu gibi metnini kurgular. Tek bir sözcüğü bile fazladan kullanmaz. Cümleleri uzatmaz. Hiçbir şeyi sezdirmeye çalışmaz. Tüm bu yabancılaştırma öğelerine karşın, anlatılan anekdotlardan, anlardan okur metnin alegorisini kendine göre bulacaktır.
Kahraman Köpekler'de hiç hareket etmeyen, acımasızlığını zaman zaman hissettiren bir hareketsiz adam, hiçbir şeye karşı çıkamayan ailesi ve dengeyi kurmaya çalışarak insanüstü çaba gösteren hemşire-eğitmen var. Bu karakterlere ise sürekli bir “sınır” motifi eşlik ediyor. Evin üst katlarına çıkamayanların sınırları, köpek kafeslerinin sınırları... Bu karakterleri ve motifleri, Latin Amerika'nın geleceğine konumlandırmak okurun işi.

Cinsiyet ve hastalık
Mario Bellatin'in tüm eserlerinde ortak olan bazı motiflerden de söz etmek mümkün, kendi yaşamöyküsünde de öne çıkardığı kolsuzluğu, romanlarında bir hastalık, bilinmeyen bir salgın, sakatlık ya da eksiklik olarak kendini gösteriyor.
Cinsiyetsizlik de Bellatin'in sevdiği motiflerden. Romanda hareketsiz adam ve hemşire-eğitmen bazen aynı yatağı paylaşsalar da yönelimleri hakkında okur aydılatılmıyor. “Kimse hemşire-eğitmenin önce hemşire sonra eğitmen mi, yoksa tam tersi, önce eğitmen sonra hemşire mi olduğunu bilemez. Hafif kilolu, hırpani spor giysileri içinde genç bir adamdır. Bazı geceler yatağı hareketsiz adamla paylaşır, özellikle de hareketsiz adamın bacağındaki ağrı dayanılmaz olduğunda.”
Gerek Güzellik Salonu'nda gerekse Çin Daması'nda çok da alışkın olmadığımız tarzından etkilendiğimiz, Latin Amerika Edebiyatı'nın nasıl bu denli başarılı ve yaratıcı olduğunu sorguladığımız, kendi edebiyatımız adına hayıflandığımız bir yazarla karşılaşmak her zaman gerçekleşmiyor. Bu nedenle okuru zorlasa da, kapalı anlatımından anlamlar çıkarabilmek yorsa da emin olun Mario Bellatin'in dünyasını tanımak, hepsine değecek ve bu novellaları yayımladıkları için Notos Kitap'a, yazarın mesafeli dilini Türkçeye aynen kazandırdığı için Pınar Savaş'a teşekkür edeceğiz.

Banu Yıldıran Genç


Kahraman Köpekler, Mario Bellatin, çev. Pınar Savaş, Notos Kitap, 70 s.
* Bu yazı Cumhuriyet Kitap'ta 15 Mays 2014 tarihinde yaymlanmıştır.

24 Nisan 2014 Perşembe

Pala Hayriye

Bir kadının büyüme sancısı
Son yıllarda Türk edebiyatında “büyüme” hikâyeleri dikkat çeker oldu. Çocukluğun, ergenliğin ve ilkgençliğin sancılı günleri görünür olmaya, anlatılmaya başlandı. Bu fitili ateşleyen kitaplardan ilki Emrah Serbes'in Erken Kaybedenler'iydi denebilir, İletişim Yayınları şansını iyi kullanarak Mahir Ünsal Eriş gibi yazarlarla aynı istikâmette ama farklı kulvarlarda bu yolda ilerlemeye devam etti. Bu kez karşımızda bir kadının büyümesi var. Figen Şakacı, çocukluğunu “Bitirgen” adlı uzun öyküde anlatmaya başladığı Hayriye'nin yaşamına “Pala Hayriye”yle devam ediyor.
Bu öykü ve romanlarda farklı olan bir yön de argonun, küfrün en çok kullanıldığı yaşları anlatması dolayısıyla sokak dilinin tüm doğallığıyla kendini göstermesiydi. Figen Şakacı kadınların küfretmediği ya da küfrün kadınlara yakışmadığı tabusunu yıkmayı başarmış. Hayriye, annesinden duyduğu sinkaflı atasözlerini de, günlük dilde sıkça kullandığımız organ adlarını da söylecek rahatlıkta. Bu doğal ve mizahi anlatımda Şakacı'nın bir dönem stand-up gösterisi yapmış olmasının da katkısı var elbet. Fakat birinci tekil kişili anlatıma ağır gelebilecek yoğunlukta duygusal cümleler, benzetmeler, hatta -yine son dönemde çok rastlanır biçimde- aforizma tadında sözlerin anlatımın bütünlüğünü bozduğunu belirtmek gerekir.
Hayriye zaman zaman fazla karikatürize edilse de, kendini rezil etmekte üstüne olmayan, dobra, patavatsız ve biraz bıyıklı bir kahraman.

Roman, Hayriye'nin bir sabah seher vakti evden kaçmasıyla başlıyor. 18'inde bir kız çocuğu niye evden kaçar, sorusu bu memlekette yaşayanların çok da yabancı olmadıkları bir soru olsa gerek. Hayriye de ağbilerinin, annesinin baskısından, şiddetinden bunalıp, kazandığı ve gönderilmediği üniversiteye kaçar, hâlâ pek çoğumuzun duyduğu, okuduğu, bildiği gibi.
Romanda zaman da bellidir, mekân da. 90'lı yıllarda İstanbul Üniversitesi'nde Hayriye'nin hikâyesi artık bir çocuğun büyümesi değil, bir gencin olgunlaşmasıdır. Beyazıt'ın yerini bile zor bulurken kendisini attığı üniversite koridorları, evi; devrimciliği öğrenip ekmeğini paylaştığı arkadaşları, kardeşleri olacaktır artık.
Bu süreçte geçinebilmek adına çocuk bakıcılığından, kitapçılığa, gazeteciliğe her şeyi deneyecek, hiçbirinde dikiş tutturamayacaktır. Siyasetin s'sini bilmezken örgüt toplantılarına katılacak, ilk aşkı gözlerinin önünde dövüle dövüle gözaltına alınacaktır. Kardeş bellediği arkadaşlarından kazık yiye yiye akıllandığını sanacak ama kitabın sonunda gördüğümüz üzere yine de akıllanmayacaktır. Aslında Hayriye'nin hikâyesi büyükşehirde üniversite okuyan, o şehirde tutunmaya çalışan her kadının hikâyesi olabilir.
Özellikle 30'ların yarısını aşmış okurlar için anlatılanlar kendi gençliklerinden taşıyıp getirdiklerini anımsatacağı için bir nevi katarsis etkisi de yaratıyor denebilir. Hele bu satırların yazarı gibi 90'lı yıllar size de İstanbul Üniversitesi, Beyazıt, Vezneciler, Süleymaniye gibi yerleri anımsatıyorsa. Unutmak istediğimiz Ertürk Yöndem, Hortum Süleyman, haftalar süren gözaltılar, peş peşe sırra kadem basan Kürt arkadaşlar da var Hayriye'nin yaşamında; okurken aynı heyecanı tekrar yaşatan Beyoğlu'na ilk çıkış, Galata Köprüsü'nün altında içmek, anfi basmak gibi ayrıntılar da.
Yirmili yaşlarının başına kadar hakkında birçok detay öğrendiğimiz Hayriye işlere giriyor, işlerden çıkıyor, âşık oluyor, devrimci oluyor, evlere taşınıyor, evlerden ayrılıyor. Sonra bir anda romanla organik bağı bulunmayan iki bölümde karşımıza Metin Göktepe ve Hüseyin Toraman anısına yazılmış iki yazı çıkıyor. Kurguda Hayriye'nin arkadaşlarıymışçasına işlense de bu iki bölümün oldukça havada kaldığını belirtmeliyim.

Çocuk bakıcılığı yaparken bakıcı dünyasını tanıması, köprüaltında bir Fransız'la tanışması, eski arkadaşının travesti olduğunu anlaması gibi Hayriye'nin karakter derinliğini anlamamıza yardımcı olmayan, her biri ayrı öykü gibi okunabilecek bölümler romanın bütünlüğüne zarar veriyor.
Ailemi yeni arkadaşlarımdan kuracak, atanmışlarla değil seçilmişlerle mutlu mesut yaşayacaktım.” cümlesi 20'li yaşlarda hepimizin kurduğu bir cümle olabilirdi, arkadaşlık hele kızkardeşlik dünyanın en önemli kurumuydu, aile vız gelir tırıs giderdi. Bu güzel cümlenin yer aldığı bir romanda tek bir iyi kadın karakterin olmaması, Hayriye'nin istisnasız tüm kadın arkadaşlarından gerek maddi gerek manevi anlamda kazık yemesi, kadın arkadaşların birer erkek avcısına dönüşmesi, çıkar için evlenmeleri, süslenmeleri, cinsel cazibelerini göz önüne çıkarmaları ve tipleşmekten bir türlü kurtulamamaları açıkçası bir okur olarak beni şaşırttı.
Hayatı sürekli yanlışlarla dolu, baş aşağı ve mutsuz ilerleyen bir kadının, Gezi olayları ve gençliğe duyduğu heyecanla bir anda yeniden umut dolması her ne kadar aceleye getirilmiş bir son gibi gözükse de sanırım üçlemenin bir sonraki kitabında Hayriye'nin mutluluğu ve umudu ne denli bulduğunu öğrenebileceğiz.

Banu Yıldıran Genç

Figen Şakacı
Pala Hayriye

İletişim Yay. 2014, 175 s.

* Bu yazı Agos Kirk'in 65. sayısında yayımlanmıştır.

2 Nisan 2014 Çarşamba

Hastalıksız Adam

Hastalıksız ve steril Avrupa
Arnon Grunberg uzun bir süre önce keşfetmiş olmaktan mutluluk duyduğum bir yazar. İlk olarak son derece eğlenceli Hayalet Acı' okumuş, sonra öbür kitaplarıyla devam etmiştim. Kitaplarından birinin yazarı Marek Van Der Jagt. Bu sizi şaşırtmasın çünkü Grunberg kendi uydurduğu bu adla Kelliğimin Hikâyesi'ni yazıyor ve 1994 yılında zaten kazanmış olduğu Anton Watcher ödülünü bir kez de takma adıyla kazanıyor. Hatta üstüne edebiyat dergilerinde, gazetelerde bu iki yazar polemiklere giriyor ve sonunda gerçek anlaşıldığında, ödül “Marek”ten geri alınıyor.
Grunberg okurlarının bu eğlenceli hikâyeye şaşırmaması gerek çünkü yazarın incelikli mizah duygusu bütün romanlarında görülüyor. Romanlarında genel olarak orta sınıf Avrupalılarla uğraşmayı tercih eden Arnon Grunberg, bunu Hastalıksız Adam'da da sürdürüyor. Annesi çalışma kamplarından kurtulmuş bir Yahudi olan yazar, muhtemelen “öteki” olmanın anlamını bildiği için, kendisini ev sahibi sananları didik didik ediyor, sahte duyarlılıklar ve uygar davranışlardan soyup geriye kalan “Avrupalı”yı tüm çıplaklığıyla teşhir ediyor. Bu teşhirde herhangi bir olumsuz yargı, eleştiri yok, Grunberg sadece gerçeği gösterip aradan çekiliyor.

Bu kez İsviçre Zürih'te yaşıyor orta sınıf Avrupalımız. Fakat Grunberg romanlarındaki ana karakterlerden biraz farklı çünkü babası Hintli olduğu için ten rengi “koyu”. Samarendra Ambani -ki kendisine daha çok Sam deniyor- mimarlık eğitimi görmüş, Nina adında beyaz bir kız arkadaşa sahip, geleceği parlak biri. Biraz fazla ciddi, mizah duygusu pek gelişmemiş, temizlik hastası Sam'in Bağdat'ta inşa edilecek bir opera binası yarışması için Irak'a uçmasıyla başlar her şey. Burada başına gelenler trajikomiktir. Ortada yarışma falan yoktur, zaten düzenleyen kişi öldürülmüştür, Sam ajandır... Batı'nın en steril ve en tarafsız ülkesinden çıkıp Doğu'da bir ülkede işkencelere, aşağılanmalara ve pisliğe katlanmak Sam'in yaşamını altüst edecek, “hastalıksız” bir adam olarak gittiği Irak'tan ruhu hastalanarak dönecektir.
Konsolosluğun çabasıyla kurtarılıp ülkesine geri dönen Sam, olayları yok sayarak hatta onlardan fanteziler uydurarak yaşamını tekrar rayına oturtmaya çalışır.
İsviçre'de televizyona vereceği röportajlardan birinde yapımcı kendisine neden sadece sekiz dakika süresi olduğunu açıklar: “Sizin İsviçre pasaportunuz var elbette, ama siz tipik İsviçreli değilsiniz. İnsanlar size bakınca Asyalı bir tip görüyorlar, izleyiciler sizinle özdeşleşemiyor.” Bu sözler Sam'i sarsar çünkü o kendisini yıllardır tipik bir İsviçreli olarak görür: “hijyenik, güvenilir, tarafsız, disiplinli ve itaatkâr”. Oysa en yakınları bile yine o bilindik Avrupa şüpheciliğiyle onun casus olup olmadığını tartışmaya başlamıştır. Koyu tenli tipik bir İsviçreli olamayacağı aşikârdır.

Kahramanımız “çivi çiviyi söker” mantığıyla, başına gelenleri aşabilmek adına bir kez daha Doğu'ya fakat bu kez biraz daha gelişmiş bir yer olan Dubai'ye gider. Oysa garip ve trajikomik yazgısı burada da kendini gösterir. Sam yakınlarının şüphelerini hisseder ve kendini savunmayı bırakır.
Arnon Grunberg Hastalıksız Adam'da, özellikle Doğu'yu betimlediği bazı bölümlerde, eleştirdiği seçkinci bakışın tuzağına kendisi düşüyor, klişe tipler ve yerler yaratıyor. Bu nedenle ilk kez Grunberg okuyacaklara mutlaka Tirza'yı tavsiye ediyorum.

Banu Yıldıran Genç

Arnon Grunberg, Hastalıksız Adam, Alef Yayınevi, 191 s.
* Bu yazı Notos'un Nisan-Mayıs 2014 sayısında yayımlanmıştır.

20 Şubat 2014 Perşembe

Doktor Faustus

Ruhunu şeytana satmış bir ulus...
Faust, Almanya'nın en eski efsanelerinden biri. İlk olarak 1500'lü yıllarda kitap olarak basılmış ve bu tarihten sonra çeşitli dillere çevrilmiş, Avrupa'da yaygınlaşmış. Dünyadaki bütün bilgi ve zevk uğruna ruhunu şeytana satan teolog Doktor Faust'un anlatıldığı bu efsane bugüne kadar onlarca romana, tiyatro oyununa, operaya konu olmuş, çeşitli biçimlerde işlenilmiş.
Bunlardan en çok bilineni tabii ki Goethe'nin Faust'u, bu romanın sonunda Goethe efsanenin orijinaline sadık kalmaz ve kahramanını günahlarından arındırır. Goethe'den yüz elli yıl sonra 20. yüzyılın en büyük Alman edebiyatçılarından sayılan Thomas Mann efsaneyi tekrar ele alır, fakat bu tarih oldukça anlamlıdır çünkü İkinci Dünya Savaşı'nın hezimeti tüm Almanya'nın sırtındayken efsane farklı bir biçimde ortaya çıkar.
Mann, Goethe'den farklı olarak efsaneye bire bir uyar, anlatıcı Severus Zeitblom ruhunu şeytana satan arkadaşı Adrian Leverkühn'ün ölümünün ardından onun yaşamını anlatmak amacıyla elimizdeki romanı yazmaya başlar. İkinci Dünya Savaşı sırasında yazılan romana başlarken Zeitblom edebiyatçı olmadığını, acemi olduğunu, kusurları olacağını söyler ki her uzun -ve bazen sıkıcı olabilen- bölümün ardından okurun neler hissettiğini bilirmiş gibi “Geriye dönüp bakasım gelmiyor, bir önceki bölümün başına koyduğum numara ile şimdiki arasına kaç sayfa yığdığımı saymaya çekiniyorum.” içerikli cümleler yazar, ki bu tabii ki romanını son derece detaylı bir planla kurgulayan Thomas Mann'ın ustalığıdır.
Zeitblom, anlatısının bir yerinde üç ayrı zamanı anlattığından bahseder, gerçekten de Doktor Faustus romanı üç katmanlıdır. Birinci katman 20. yüzyılın başından itibaren anlatıcı ve Leverkühn'ün çocukluğundan başlayarak 1940'lara kadar sürer. Bu katmanda öncelikle Adrian Leverkühn'ün tipik Alman kentsoylusunu temsil eden ailesini, kişiliğini, almaya karar verdiği ve sonra yarıda bıraktığı teoloji eğitimini öğreniriz, bu bölüm asıl efsaneyle bire bir uyuşur. Teolojiden vazgeçip çocukluğundan beri iç içe olduğu müziğe ağırlık vermeyi kararlaştıran ve Leipzig'e taşınan Adrian'ın başına, şehirdeki ilk gününde garip bir olay gelir ve kendini genelevde bulur. Bu macerası onun genelevde tanıdığı Esmeralda'yla birlikte olup frengi mikrobu kapmasına yol açacaktır ki bilim ve tıbbın geliştiği bir yüzyılda yazılan bu romanda biz aslında “ruhunu şeytana satma” gibi bir olayın olmadığını, yaşanan iniş ve çıkışların frenginin beyni de etkileyen bir türünden kaynaklandığını Zeitblom'un yorumlarından biliriz.
Romanın içinde bir bölüm Adrian'ın günlüğünden oluşmakta ve İtalya'nın küçük bir kasabasında ruhunu şeytana nasıl sattığını histerik bir biçimde anlatmaktadır. Böylelikle yine orijinal efsanede de yer alan süre işlemeye başlar, bu süre yirmi dört yıldır, bu yıllar içinde Leverkühn'ün yaratıcılığı sınır tanımayacak ama öldükten sonra ruhu şeytanın olacaktır.
Romanın ikinci katmanı anlatıcının romanı yazdığı yıllar olan 1940-1945 arasını kapsıyor. Thomas Mann, Zeitblom'ın gözünden bu yılları anlattığı bölümlerde Alman ulusunun yaşadığı değişimi ustalıklı bir biçimde okurun gözü önüne seriyor. Zeitblom, Birinci Dünya Savaşı'nı destekler, hatta o dönem için umutludur ama yaşanan kayıpları ve hemen ardından Almanların değişmeye başlamasını, ince Hümanizm görüşünün ırkçılığa evrilmesini korkuyla izler. Bunlar biraz da Thomas Mann'ın yaşamından izler taşır çünkü yazar da ilk savaşı desteklemiş, sonra pişman olmuştur. Daha romanın başındaki şu satırlar umutsuzluğu okuyucuya imler: “Durup dinlenmeden gelen resmî açıklamalar, Almanların nihai yenilgisinin doğurabileceği sonuçların ne denli ezici olabileceğini hepimizin bilincinin derinliklerin kazımış durumda; öyle ki, dünyada başka hiçbir şey, bizi bundan daha fazla korkutamaz. Yine de, kimilerinin içinde bir suçluluk duygusuyla karışık olmak üzere anlık, kimilerinde ise dürüstçe ve kalıcı biçimde daha büyük bir korku yaratan bir şey var ki, o da Almanların yenilmesi değil, galip gelmesi fikri.”
Sanat eğitimini her şeyden çok önemseyen, çalışkan, birbirine saygılı kentsoylu Almanlar gitmiş, yerine şiddetin toplum iradesi adı altında meşrulaştırıldığı, kan ve soyun öne çıkarıldığı bir toplum gelmiştir. Bu değişimi birinci katmanda tüm detaylarıyla görürüz, 1930'lara yaklaşıldığında anlatıcı ilk kez gelecek günlerin korkunçluğundan dem vurur. Bu korkunç günler kısa bir sürede gelecek, anlatıcının iki oğlu da yeni liderlerinin peşine takılacaklardır.

Romanın üçüncü katmanı biz okurların okuduğu zamanı oluşturuyor ki Türkiyeli okurlar olarak Mann'ın son başyapıtı olan bu eseri okumakta geç kaldığımızı söyleyebiliriz. Romanın zamansızlığı ve evrenselliği yazıldıktan neredeyse yetmiş yol sonra da okusak bizi etkilmeyi başaracak: “Gözleri körleşmiş büyük kitlelerin arasında durumu bilen tek tük kişinin de ağızlarının mühürlü kalması daha da tekinsiz bir şeydi – bana öyle geliyor ki korku, aslında herkesin bildiği hakikati, insanın kendinden bile saklamaya kalkıştığı ya da diğerlerinin korkulu bakışlarından okuduğu halde kendini susmaya mahkûm hissettiği anda tam anlamıyla olgunlaşmış olur.”
Romanda net bir biçimde bahsedilmese de incelikli bir biçimde okura hissettirilen, Faust efsanesinin boş yere kullanılmadığıdır. Thomas Mann o kadar usta bir romancı ki kurduğu katmanlar, anlattığı hikâyeler, gözümünüzün önünde canlanan karakterlerin yanı sıra alegoriyi de ihmal etmiyor. Roman sona yaklaşıp da Zeitblom'un yüreğinde ulusu, vatanı için hissettiği acıyı paylaştıkça okuyucu Faust'un aslında neyi temsil ettiğini de bir anda seziveriyor. Tahmin edilebileceği üzerine aslında güç ve toprak uğruna ruhunu şeytana satan, korkunç şeyler yapan, pişmanlıklarla bocalayan Alman ulusunun ta kendisidir. Şeytanın kimi sembolize ettiğini ise sanırım hepimiz biliyoruz.
Yazar İkinci Dünya Savaşı öncesi ailesiyle kaçtığı Amerika'da, McCarthy döneminde komünist olduğu gerekçesiyle fişlendikten sonra yazdığı bu son romanında öyle bir yapı oluşturmuş ki neredeyse dille müziği inşa etmiş diyebiliriz. Leverkühn'ün besteleri, armonisi uzun uzun anlatılmış, müzikle çok ilgilenmeyen bir okur için bazen sıkıcı olabiliyor ama Mann'ın yakın arkadaşı müzisyen Arnold Schönberg'den esinlenilen bu karakter, devasa bir roman kahramanı oluşturmuş. Eserde metinlerarası ilişkiler oldukça fazla, Dostoyevski'ye, Nietzsche'ye, Marlowe'a açık göndermelerde bulunmuş Thomas Mann. Okuru zorlayan ama bitirdikten sonra bir saray gibi uğraşılmış inşasıyla kendine hayran bırakan bu roman, başyapıt nedir sorusunun yanıtını veriyor. Yetkin dipnotları ve çok uğraşıldığı belli olan başarılı çevirisi için Zehra Kurttekin'i de kutlamak gerekiyor.
Thomas Mann ölmeden hemen önce yazdığı Doktor Faustus'da kaçıp gitmek zorunda kaldığı vatanıyla, ulusuyla, pişmanlıklarıyla hesaplaşmış. Edebiyat, sanat ruhun sağaltılması için en önemli yollardan biri. Bu pişmanlıkları, satır aralarına sızan “gerçek” duyguları okudukça insan, kendi edebiyatı için umutlanıyor. Ne de olsa arkamızda pişman olabilecek birçok şey bırakmışız, bırakmaya devam ediyoruz. Umarım bir gün Türkiye edebiyatında da bu kadar samimi bir hesaplaşmayı, bu kadar ustaca yazılmış bir biçimde okuyabiliriz.

Banu Yıldıran Genç
Thomas Mann, Doktor Faustus, Can Yayınları, 739 s.
* Bu yazı Agos Kirk'in Şubat 2014 sayısında yayımlanmıştır.

6 Şubat 2014 Perşembe

O Koku

Birbirinin aynası toplumlar
Bu topraklarda yedi yüz yıl hüküm sürmüş Divan edebiyatının asıl kaynakları lise yıllarımızdan da hatırladığımız üzere Arap ve Fars edebiyatı. Sonra nasıl olmuşsa olmuş cumhuriyetin kurulmasıyla beraber yüzümüzü öyle bir dönmüşüz ki Doğu'dan Batı'ya, Arap edebiyatı hakkında, geçirdiği değişimler hakkında hiçbir şey bilmez olmuşuz.
Bugün bile Arap Baharı sayesinde politikasıyla daha çok ilgilenir olduğumuz Mısır'da edebiyat adına Necip Mahfuz dışında sayabileceğimiz kaç isim var? Oysa yüzümüzü çevirdiğimiz Batı'dan çok daha fazla benziyoruz birbirimize; geleneksel edebiyatın yok olması, yeni kavramlar, algıdaki muhafazakârlık her iki ülke edebiyatının da son yüz yılının özeti. Siyasete gelirsek, yıkılan imparatorluklar, krallıklar, bir türlü gelemeyen demokrasi, umutların bağlandığı liderlerin üç beş yıl içinde özlerine dönüp faşizanlaşması gibi benzerliklerden söz edebiliriz.
İşte bu gibi nedenlerle Sunullah İbrahim'in O Koku adlı novellası anlattıklarıyla Türkiyeli okurları bayağı etkileyebilecek nitelikte.

Neredeyse yirmi yıl arayla yazılan iki önsözde Sunullah İbrahim kitabıyla ilgili samimi açıklamalarda bulunuyor, anlatıcının kendisi sanılmasının yaşamı boyunca verdiği rahatsızlıklardan bahsettikten sonra ekliyor: “Çünkü roman, doğru bile söylese, büyük bir yalancıdır!”
Sunullah İbrahim'in yaşamı metni anlamak için önemli, o nedenle kısaca bahsetmek gerekirse; büyük umutlarla iktidara gelen Nasır'ın ayağının tozuyla hapse attırdığı solculardan biridir İbrahim. Beş yıl yattığı hapisten çıktığında aynen novella'sındaki anlatıcı gibi gün batımından doğumuna kadar evde kalması gereken bir kontrol altındadır. Bu koşullarda yazdığı eser, sert ve gerçekçi olur. O Koku yayımlanır yayımlanmaz yasaklanır, birkaç kere sansürlenerek basılır ama orijinal haliyle gün ışığına çıkması yirmi yılı bulur. İşte bu tarihten sonra roman birçok dile çevrilir ve Coetzee'ye “O Koku, Mısır edebiyatında bir mihenk taşıdır.” dedirten süreç başlar.
Sunullah İbrahim yine önsözde o dönem için bir manifesto niteliği taşıyan şu sözleri söyleyerek Arap edebiyatı geleneğini nasıl reddettiğini açıklar:
Sokakları bok götürüyorken, kanalizasyonun pis suları her yeri kaplamışken, herkes pis kokuları kokluyor ve bundan şikâyet ediyorken, niye biz yazdığımız zaman, sadece ve sadece çiçeklerin güzelliğinden ve ne harika koktuklarından söz etmek zorunda kalalım?”
Elli sayfalık bu eser gerek içeriğiyle gerekse anlatım biçimiyle oldukça minimalist sayılır. Anlatıcının hapisten çıktığında gidecek yerinin olmamasının yarattığı sıkıntıyla başlayan öykü, gidecek yer bulamayıp nezarethanede sabahlamasıyla devam ediyor. Okuru çarpan ilk gerçeklik bu gecede anlatılıyor. Tahtakurularıyla dolu nezarette sabahlarken öldürülürcesine dövülen bir deli adamdan başka, üstüne atılan bir battaniyenin altında herkesin gözü önünde sırayla birlikte olunan güzel bir oğlandan bahseder. Bu yaşananlar kimseye garip gelmemekte ve doğal karşılanmaktadır. Anlatıcı da gördüklerini hiçbir yorum katmadan okura aktarır.
Kardeşinin tuttuğu bir eve yerleşir, herkes akşamları sinemaya, gezmeye giderken, anlatıcı güneş batarken koştura koştura eve gider, genellikle tavanı seyrederek, sigara içerek geçirir gecelerini. Yazmak ister yazamaz, okumak ister okuyamaz. Tüm bunlar kısa cümlelerle keskin bir biçimde dile getirilir. Anlatıcının ruhsal durumundan, neler hissettiğinden kesinlikle bahsedilmez. Geri dönüşlerle geçmişe ait bazı anılar canlanır, ilişkilerden bahsedilir ama bu flash-back'ler de keskin bir biçimde sonlandırılır.

Bedensel ayrıntılar o güne kadar alışık olunmayan bir açıklıkta anlatılır, gaz çıkarmak, masturbasyon, meninin yerde bıraktığı iz gibi detaylar kitabın yirmi yıl yasaklanmasındeki başlıca etkenlerdendir.
Nasır'ın baskısı her yerde hissedilmektedir. 12 Eylül Türkiye'sine çok benzer bir biçimde insanlar politika dışında her şeyden konuşmaktadırlar, düğünler, alınacak eşyalar, popüler yıldızlar en önemli konulardır. Bir gün anlatıcı Yemen'den dönen askerlerle dolu bir trenle karşılaşır. Yolcular askerlere bile umursamaz gözlerle, donuk bir biçimde bakarlar. Yollarda üstü örtülü cesetler vardır. Şehirde sürekli kanalizasyonlar taşmakta, bütün şehir kokmakta ama bunun bile lafını doğru düzgün kimse etmememektedir. Bu koku simgesi gerçekten bütün toplumu kaplayan kirlilik mi yoksa anlatıcının burnundan gitmeyen bir koku mu tam anlaşılmaz.
Birçok akraba ziyaret edilir ve onlarla ilgili detaylar anlatılır ki bence Batılı bir okuru kitapla ilgili en çok bu kısım zorlayabilir. Yazar, yardımsever, aile bağları kuvvetli Doğu toplumu mitini yerle bir eder, akrabalar sevgiden çok faydacılık esasıyla hareket ederler, ensest oldukça yaygındır, kadınların tek kurtuluşu evlilik olarak görülür. İslamiyet'te ve Doğu toplumlarında kadının asıl varlık sebebi olarak görülen “analık” sembolü bile romanın sonunda bambaşka bir biçimde ele alınır. Sunullah İbrahim, novella'nın sonunda anlatıcıya sordurduğu “Annem tam olarak ne zaman öldü?” sorusuyla Albert Camus'nün Yabancı'sının ne denli evrensel olduğunu kanıtlıyor belki de.
O Koku'nun savruk bir dili ve anlatımı var, yazarın önsözde de bahsettiği bu savrukluk ve metnin yabancılaştırıcı etkisi Rahmi Er'in çevirisinde başarılı bir biçimde hissettirilmiş. Geçtiğimiz senenin “en iyi çıkış yapan” yayınevlerinden biri olan Jaguar Kitap, seçtiği romanlarla, iyi çevirileri ve çarpıcı kapaklarıyla okurları mutlu etmeye devam ediyor.

Banu Yıldıran Genç
Sunullah İbrahim, O Koku, çev: Rahmi Er, Jaguar Kitap, 79 s.
* Bu yazı Notos'un 44. sayısında yayımlanmıştır.

Dorothy Parker - Tüm Öyküler

  Aşk Eski Bir Yalan Delidolu Kitap’ın son dönemde bizi tanıştırdığı öykü yazarlarını büyük bir zevkle okuyorum. Daha önce Notos’a ...