20 Şubat 2014 Perşembe

Doktor Faustus

Ruhunu şeytana satmış bir ulus...
Faust, Almanya'nın en eski efsanelerinden biri. İlk olarak 1500'lü yıllarda kitap olarak basılmış ve bu tarihten sonra çeşitli dillere çevrilmiş, Avrupa'da yaygınlaşmış. Dünyadaki bütün bilgi ve zevk uğruna ruhunu şeytana satan teolog Doktor Faust'un anlatıldığı bu efsane bugüne kadar onlarca romana, tiyatro oyununa, operaya konu olmuş, çeşitli biçimlerde işlenilmiş.
Bunlardan en çok bilineni tabii ki Goethe'nin Faust'u, bu romanın sonunda Goethe efsanenin orijinaline sadık kalmaz ve kahramanını günahlarından arındırır. Goethe'den yüz elli yıl sonra 20. yüzyılın en büyük Alman edebiyatçılarından sayılan Thomas Mann efsaneyi tekrar ele alır, fakat bu tarih oldukça anlamlıdır çünkü İkinci Dünya Savaşı'nın hezimeti tüm Almanya'nın sırtındayken efsane farklı bir biçimde ortaya çıkar.
Mann, Goethe'den farklı olarak efsaneye bire bir uyar, anlatıcı Severus Zeitblom ruhunu şeytana satan arkadaşı Adrian Leverkühn'ün ölümünün ardından onun yaşamını anlatmak amacıyla elimizdeki romanı yazmaya başlar. İkinci Dünya Savaşı sırasında yazılan romana başlarken Zeitblom edebiyatçı olmadığını, acemi olduğunu, kusurları olacağını söyler ki her uzun -ve bazen sıkıcı olabilen- bölümün ardından okurun neler hissettiğini bilirmiş gibi “Geriye dönüp bakasım gelmiyor, bir önceki bölümün başına koyduğum numara ile şimdiki arasına kaç sayfa yığdığımı saymaya çekiniyorum.” içerikli cümleler yazar, ki bu tabii ki romanını son derece detaylı bir planla kurgulayan Thomas Mann'ın ustalığıdır.
Zeitblom, anlatısının bir yerinde üç ayrı zamanı anlattığından bahseder, gerçekten de Doktor Faustus romanı üç katmanlıdır. Birinci katman 20. yüzyılın başından itibaren anlatıcı ve Leverkühn'ün çocukluğundan başlayarak 1940'lara kadar sürer. Bu katmanda öncelikle Adrian Leverkühn'ün tipik Alman kentsoylusunu temsil eden ailesini, kişiliğini, almaya karar verdiği ve sonra yarıda bıraktığı teoloji eğitimini öğreniriz, bu bölüm asıl efsaneyle bire bir uyuşur. Teolojiden vazgeçip çocukluğundan beri iç içe olduğu müziğe ağırlık vermeyi kararlaştıran ve Leipzig'e taşınan Adrian'ın başına, şehirdeki ilk gününde garip bir olay gelir ve kendini genelevde bulur. Bu macerası onun genelevde tanıdığı Esmeralda'yla birlikte olup frengi mikrobu kapmasına yol açacaktır ki bilim ve tıbbın geliştiği bir yüzyılda yazılan bu romanda biz aslında “ruhunu şeytana satma” gibi bir olayın olmadığını, yaşanan iniş ve çıkışların frenginin beyni de etkileyen bir türünden kaynaklandığını Zeitblom'un yorumlarından biliriz.
Romanın içinde bir bölüm Adrian'ın günlüğünden oluşmakta ve İtalya'nın küçük bir kasabasında ruhunu şeytana nasıl sattığını histerik bir biçimde anlatmaktadır. Böylelikle yine orijinal efsanede de yer alan süre işlemeye başlar, bu süre yirmi dört yıldır, bu yıllar içinde Leverkühn'ün yaratıcılığı sınır tanımayacak ama öldükten sonra ruhu şeytanın olacaktır.
Romanın ikinci katmanı anlatıcının romanı yazdığı yıllar olan 1940-1945 arasını kapsıyor. Thomas Mann, Zeitblom'ın gözünden bu yılları anlattığı bölümlerde Alman ulusunun yaşadığı değişimi ustalıklı bir biçimde okurun gözü önüne seriyor. Zeitblom, Birinci Dünya Savaşı'nı destekler, hatta o dönem için umutludur ama yaşanan kayıpları ve hemen ardından Almanların değişmeye başlamasını, ince Hümanizm görüşünün ırkçılığa evrilmesini korkuyla izler. Bunlar biraz da Thomas Mann'ın yaşamından izler taşır çünkü yazar da ilk savaşı desteklemiş, sonra pişman olmuştur. Daha romanın başındaki şu satırlar umutsuzluğu okuyucuya imler: “Durup dinlenmeden gelen resmî açıklamalar, Almanların nihai yenilgisinin doğurabileceği sonuçların ne denli ezici olabileceğini hepimizin bilincinin derinliklerin kazımış durumda; öyle ki, dünyada başka hiçbir şey, bizi bundan daha fazla korkutamaz. Yine de, kimilerinin içinde bir suçluluk duygusuyla karışık olmak üzere anlık, kimilerinde ise dürüstçe ve kalıcı biçimde daha büyük bir korku yaratan bir şey var ki, o da Almanların yenilmesi değil, galip gelmesi fikri.”
Sanat eğitimini her şeyden çok önemseyen, çalışkan, birbirine saygılı kentsoylu Almanlar gitmiş, yerine şiddetin toplum iradesi adı altında meşrulaştırıldığı, kan ve soyun öne çıkarıldığı bir toplum gelmiştir. Bu değişimi birinci katmanda tüm detaylarıyla görürüz, 1930'lara yaklaşıldığında anlatıcı ilk kez gelecek günlerin korkunçluğundan dem vurur. Bu korkunç günler kısa bir sürede gelecek, anlatıcının iki oğlu da yeni liderlerinin peşine takılacaklardır.

Romanın üçüncü katmanı biz okurların okuduğu zamanı oluşturuyor ki Türkiyeli okurlar olarak Mann'ın son başyapıtı olan bu eseri okumakta geç kaldığımızı söyleyebiliriz. Romanın zamansızlığı ve evrenselliği yazıldıktan neredeyse yetmiş yol sonra da okusak bizi etkilmeyi başaracak: “Gözleri körleşmiş büyük kitlelerin arasında durumu bilen tek tük kişinin de ağızlarının mühürlü kalması daha da tekinsiz bir şeydi – bana öyle geliyor ki korku, aslında herkesin bildiği hakikati, insanın kendinden bile saklamaya kalkıştığı ya da diğerlerinin korkulu bakışlarından okuduğu halde kendini susmaya mahkûm hissettiği anda tam anlamıyla olgunlaşmış olur.”
Romanda net bir biçimde bahsedilmese de incelikli bir biçimde okura hissettirilen, Faust efsanesinin boş yere kullanılmadığıdır. Thomas Mann o kadar usta bir romancı ki kurduğu katmanlar, anlattığı hikâyeler, gözümünüzün önünde canlanan karakterlerin yanı sıra alegoriyi de ihmal etmiyor. Roman sona yaklaşıp da Zeitblom'un yüreğinde ulusu, vatanı için hissettiği acıyı paylaştıkça okuyucu Faust'un aslında neyi temsil ettiğini de bir anda seziveriyor. Tahmin edilebileceği üzerine aslında güç ve toprak uğruna ruhunu şeytana satan, korkunç şeyler yapan, pişmanlıklarla bocalayan Alman ulusunun ta kendisidir. Şeytanın kimi sembolize ettiğini ise sanırım hepimiz biliyoruz.
Yazar İkinci Dünya Savaşı öncesi ailesiyle kaçtığı Amerika'da, McCarthy döneminde komünist olduğu gerekçesiyle fişlendikten sonra yazdığı bu son romanında öyle bir yapı oluşturmuş ki neredeyse dille müziği inşa etmiş diyebiliriz. Leverkühn'ün besteleri, armonisi uzun uzun anlatılmış, müzikle çok ilgilenmeyen bir okur için bazen sıkıcı olabiliyor ama Mann'ın yakın arkadaşı müzisyen Arnold Schönberg'den esinlenilen bu karakter, devasa bir roman kahramanı oluşturmuş. Eserde metinlerarası ilişkiler oldukça fazla, Dostoyevski'ye, Nietzsche'ye, Marlowe'a açık göndermelerde bulunmuş Thomas Mann. Okuru zorlayan ama bitirdikten sonra bir saray gibi uğraşılmış inşasıyla kendine hayran bırakan bu roman, başyapıt nedir sorusunun yanıtını veriyor. Yetkin dipnotları ve çok uğraşıldığı belli olan başarılı çevirisi için Zehra Kurttekin'i de kutlamak gerekiyor.
Thomas Mann ölmeden hemen önce yazdığı Doktor Faustus'da kaçıp gitmek zorunda kaldığı vatanıyla, ulusuyla, pişmanlıklarıyla hesaplaşmış. Edebiyat, sanat ruhun sağaltılması için en önemli yollardan biri. Bu pişmanlıkları, satır aralarına sızan “gerçek” duyguları okudukça insan, kendi edebiyatı için umutlanıyor. Ne de olsa arkamızda pişman olabilecek birçok şey bırakmışız, bırakmaya devam ediyoruz. Umarım bir gün Türkiye edebiyatında da bu kadar samimi bir hesaplaşmayı, bu kadar ustaca yazılmış bir biçimde okuyabiliriz.

Banu Yıldıran Genç
Thomas Mann, Doktor Faustus, Can Yayınları, 739 s.
* Bu yazı Agos Kirk'in Şubat 2014 sayısında yayımlanmıştır.

6 Şubat 2014 Perşembe

O Koku

Birbirinin aynası toplumlar
Bu topraklarda yedi yüz yıl hüküm sürmüş Divan edebiyatının asıl kaynakları lise yıllarımızdan da hatırladığımız üzere Arap ve Fars edebiyatı. Sonra nasıl olmuşsa olmuş cumhuriyetin kurulmasıyla beraber yüzümüzü öyle bir dönmüşüz ki Doğu'dan Batı'ya, Arap edebiyatı hakkında, geçirdiği değişimler hakkında hiçbir şey bilmez olmuşuz.
Bugün bile Arap Baharı sayesinde politikasıyla daha çok ilgilenir olduğumuz Mısır'da edebiyat adına Necip Mahfuz dışında sayabileceğimiz kaç isim var? Oysa yüzümüzü çevirdiğimiz Batı'dan çok daha fazla benziyoruz birbirimize; geleneksel edebiyatın yok olması, yeni kavramlar, algıdaki muhafazakârlık her iki ülke edebiyatının da son yüz yılının özeti. Siyasete gelirsek, yıkılan imparatorluklar, krallıklar, bir türlü gelemeyen demokrasi, umutların bağlandığı liderlerin üç beş yıl içinde özlerine dönüp faşizanlaşması gibi benzerliklerden söz edebiliriz.
İşte bu gibi nedenlerle Sunullah İbrahim'in O Koku adlı novellası anlattıklarıyla Türkiyeli okurları bayağı etkileyebilecek nitelikte.

Neredeyse yirmi yıl arayla yazılan iki önsözde Sunullah İbrahim kitabıyla ilgili samimi açıklamalarda bulunuyor, anlatıcının kendisi sanılmasının yaşamı boyunca verdiği rahatsızlıklardan bahsettikten sonra ekliyor: “Çünkü roman, doğru bile söylese, büyük bir yalancıdır!”
Sunullah İbrahim'in yaşamı metni anlamak için önemli, o nedenle kısaca bahsetmek gerekirse; büyük umutlarla iktidara gelen Nasır'ın ayağının tozuyla hapse attırdığı solculardan biridir İbrahim. Beş yıl yattığı hapisten çıktığında aynen novella'sındaki anlatıcı gibi gün batımından doğumuna kadar evde kalması gereken bir kontrol altındadır. Bu koşullarda yazdığı eser, sert ve gerçekçi olur. O Koku yayımlanır yayımlanmaz yasaklanır, birkaç kere sansürlenerek basılır ama orijinal haliyle gün ışığına çıkması yirmi yılı bulur. İşte bu tarihten sonra roman birçok dile çevrilir ve Coetzee'ye “O Koku, Mısır edebiyatında bir mihenk taşıdır.” dedirten süreç başlar.
Sunullah İbrahim yine önsözde o dönem için bir manifesto niteliği taşıyan şu sözleri söyleyerek Arap edebiyatı geleneğini nasıl reddettiğini açıklar:
Sokakları bok götürüyorken, kanalizasyonun pis suları her yeri kaplamışken, herkes pis kokuları kokluyor ve bundan şikâyet ediyorken, niye biz yazdığımız zaman, sadece ve sadece çiçeklerin güzelliğinden ve ne harika koktuklarından söz etmek zorunda kalalım?”
Elli sayfalık bu eser gerek içeriğiyle gerekse anlatım biçimiyle oldukça minimalist sayılır. Anlatıcının hapisten çıktığında gidecek yerinin olmamasının yarattığı sıkıntıyla başlayan öykü, gidecek yer bulamayıp nezarethanede sabahlamasıyla devam ediyor. Okuru çarpan ilk gerçeklik bu gecede anlatılıyor. Tahtakurularıyla dolu nezarette sabahlarken öldürülürcesine dövülen bir deli adamdan başka, üstüne atılan bir battaniyenin altında herkesin gözü önünde sırayla birlikte olunan güzel bir oğlandan bahseder. Bu yaşananlar kimseye garip gelmemekte ve doğal karşılanmaktadır. Anlatıcı da gördüklerini hiçbir yorum katmadan okura aktarır.
Kardeşinin tuttuğu bir eve yerleşir, herkes akşamları sinemaya, gezmeye giderken, anlatıcı güneş batarken koştura koştura eve gider, genellikle tavanı seyrederek, sigara içerek geçirir gecelerini. Yazmak ister yazamaz, okumak ister okuyamaz. Tüm bunlar kısa cümlelerle keskin bir biçimde dile getirilir. Anlatıcının ruhsal durumundan, neler hissettiğinden kesinlikle bahsedilmez. Geri dönüşlerle geçmişe ait bazı anılar canlanır, ilişkilerden bahsedilir ama bu flash-back'ler de keskin bir biçimde sonlandırılır.

Bedensel ayrıntılar o güne kadar alışık olunmayan bir açıklıkta anlatılır, gaz çıkarmak, masturbasyon, meninin yerde bıraktığı iz gibi detaylar kitabın yirmi yıl yasaklanmasındeki başlıca etkenlerdendir.
Nasır'ın baskısı her yerde hissedilmektedir. 12 Eylül Türkiye'sine çok benzer bir biçimde insanlar politika dışında her şeyden konuşmaktadırlar, düğünler, alınacak eşyalar, popüler yıldızlar en önemli konulardır. Bir gün anlatıcı Yemen'den dönen askerlerle dolu bir trenle karşılaşır. Yolcular askerlere bile umursamaz gözlerle, donuk bir biçimde bakarlar. Yollarda üstü örtülü cesetler vardır. Şehirde sürekli kanalizasyonlar taşmakta, bütün şehir kokmakta ama bunun bile lafını doğru düzgün kimse etmememektedir. Bu koku simgesi gerçekten bütün toplumu kaplayan kirlilik mi yoksa anlatıcının burnundan gitmeyen bir koku mu tam anlaşılmaz.
Birçok akraba ziyaret edilir ve onlarla ilgili detaylar anlatılır ki bence Batılı bir okuru kitapla ilgili en çok bu kısım zorlayabilir. Yazar, yardımsever, aile bağları kuvvetli Doğu toplumu mitini yerle bir eder, akrabalar sevgiden çok faydacılık esasıyla hareket ederler, ensest oldukça yaygındır, kadınların tek kurtuluşu evlilik olarak görülür. İslamiyet'te ve Doğu toplumlarında kadının asıl varlık sebebi olarak görülen “analık” sembolü bile romanın sonunda bambaşka bir biçimde ele alınır. Sunullah İbrahim, novella'nın sonunda anlatıcıya sordurduğu “Annem tam olarak ne zaman öldü?” sorusuyla Albert Camus'nün Yabancı'sının ne denli evrensel olduğunu kanıtlıyor belki de.
O Koku'nun savruk bir dili ve anlatımı var, yazarın önsözde de bahsettiği bu savrukluk ve metnin yabancılaştırıcı etkisi Rahmi Er'in çevirisinde başarılı bir biçimde hissettirilmiş. Geçtiğimiz senenin “en iyi çıkış yapan” yayınevlerinden biri olan Jaguar Kitap, seçtiği romanlarla, iyi çevirileri ve çarpıcı kapaklarıyla okurları mutlu etmeye devam ediyor.

Banu Yıldıran Genç
Sunullah İbrahim, O Koku, çev: Rahmi Er, Jaguar Kitap, 79 s.
* Bu yazı Notos'un 44. sayısında yayımlanmıştır.

16 Ocak 2014 Perşembe

Leviathan

Bir taşra kasabasının içyüzü

Thomas Hobbs'un ve Paul Auster'ın Leviathan'larından sonra Türkçeye kazandırılmakta oldukça geç kalınmış üçüncü bir Leviathan'la karşı karşıyayız. Fransa'da büyümüş, genellikle Fransızca yazan Amerikalı Julien Green'in en ünlü romanlarından biri olan “Leviathan” geçtiğimiz ay yayımlandı. Edebiyatta ve felsefede sıkça karşılaştığımız bu ad, Tevrat'ta geçen ve sürekli büyüyerek kendi ağırlığı altında ezildiği rivayet edilen bir canavar ki daha romanı okurken yazarın oldukça uygun bir ad bulduğunu düşünmek mümkün.
İlk bölümlerde Paris yakınlarındaki küçük kasabalar, Lorges ve Chanteilless'deki sıkıcı, dedikodularla dolu, fakir yaşamlar göz gönüne serilir. Her şey tekdüzedir: Hafta içi çalışmakla geçen günler, pazar günü nehir kenarında ailecek yapılan yürüyüşler, herkesin birbirini tanımasından dolayı renksiz hayatlar... Romanın ana karakteri Paul Guéret kasabaya yeni taşınmış bir “yabancı”dır.
Guéret, karısından nefret eden, mutsuz, kasabadaki tek burjuva ailenin çocuğuna özel ders veren bir Fransızca öğretmenidir. Saplantılı bir biçimde âşık olduğu çamaşırcı güzel Angèle'le ilgili kurduğu hayaller bile mutlu olmasını sağlayamaz, parasızlığın getirdiği kompleksin büyümesi ve şiddete meyli romanda oldukça başarılı bir biçimde işlenir ve olaylar heyecanlı bir biçimde düğümlenir.
Dışarıdan oldukça sakin görünen bu taşra kasabasının içine girdikçe yaşanan çirkinlikler bir bir ortaya çıkacaktır. Kasaba eşrafından her bir erkeğe ayrı ayrı pazarlanan genç ve güzel Angèle'in trajedisi romanın temelini oluşturan sacayağından ilkidir. Angèle, teyze dediği ve çocukluktan itibaren kendisiyle “ilgilenen” Madam Londe tarafından kullanılmaktadır, yaşadığı bu hayattan kaçmayı istemesi için ilk kıvılcımı ise Paul Guéret ateşler, çünkü Angèle o güne dek hiçbir erkeğin kendisine böylesine âşık olduğunu görmemiştir.
Olaylar ilerledikçe anlarız ki kasabadaki bu tezgâhtan herkesin haberi vardır, Angèle'le birlikte olan bütün erkekler -borç öder gibi- Madam Londe'un lokantasında bir arada yemek yemekte ve hiçbir şey bilmiyormuş gibi yapmaktadırlar. Yine Angèle'in gitmesi ihtimaline karşılık yedekte tutulan on üç yaşındaki Fernande birkaç müşteriye deneme amaçlı gönderilmiş ve kimse “Hayır, bu daha çocuk!” dememiştir. Alışkın olduğumuz üzere herkes üç maymunu oynamaktadır.
Sacayağının ikincisi Madam Grosgeorge'dur. Guéret'in ders verdiği çocuğun annesi olan bu burjuva kadın oldukça burnu havada ve sert biridir. Oysa Madam Grosgeorge'un bu kadar sert olmasının sebebi mutsuzluğudur, istemeden yaptığı evlilik, zenginliğin verdiği tutsaklık, hepsi onda ayrı bir nefret uyandırmaktadır. Mutsuz ve tatminsiz insanların daha uzaktan birbirlerini tanımaları gibi, Madan Grosgeorge da bir süre sonra Guéret'e farklı bir gözle bakmaya başlar. Bir türlü mutlu olmayı becerememesi, çocuğunu bile sevememesi romanda uzun uzun açıklanır. “Birçok insan, bir meslek öğrenir gibi mutluluğu öğreniyordu ve daha kötüsünden kaçmak için vasat olanı kabul etmeye neşeyle boyun eğiyordu. Bu uysallıktan, verimli evlilikler, huzurlu yaşlılık günleri, üç mutlu kuşağı bir araya toplayan aile yemekleri çıkıyordu.”
Romanın bölümlerinin birçoğu kadın karakerleri anlatmak üzere kurulmuş ve bir okur olarak bazen yazarın benimsediği tutumdan rahatsız olduğumu söyleyebilirim. Tabii ki yetmiş-seksen yıllık bir romandan feminist bir hassasiyet beklemiyorum ama Julien Green'in tek bir iyi kadın karakter yaratmadığı da ortada. Guéret'in romanın en masum karakterlerinden biri olan karısı için düşündüklerinden bazı satırlar: “Bu kadının hiçbir şeyinden hoşlanmamıştı, ne yüzünden ne vücudundan ne de aşkından. (...) Kuşkusuz bir zamanlar güzeldi karısı; kaygıların çökerttiği o duru yüzü ve işlerin yıprattığı o taze ve beyaz vücudu hâlâ hatırlıyordu. Çekiciliğini çabuk kaybedeceği, çirkin ve sıkıcı bir kadın haline gelmesi için altı yıllık bir sürenin yeterli olacağı konusunda birileri onu uyarmalıydı.” Madam Londe bazen iyi davranışlar sergilese ve romanın en içi dolu karakteri durumuna gelse de onun düşüncelerinden oluşan bölüm kitapta küfürlerin sergilendiği tek bölüm: “Madam Londe Angèle'i fahişe olarak pazarlamadan önce, Londe lokantasının umutsuzluk içinde süründüğünü bilmeyen yoktu. Kuşkusuz, o zamandan bu yana yaşlı orospu bayağı iyi para toplamış olmalıydı...” Madam Grosgeorge ise bırakın iyiliği, kendi çocuğundan bile nefret edecek, ona vurmaktan zevk alacak kadar kötü biri olarak betimlenir.
Sacayağının sonuncusu olan erkek kahraman Paul Guéret ise karakterinin derinliği tam olarak oluşturulamamış, neyi niye yaptığını anlamanın pek mümkün olmadığı biri. Anlatıcının Guéret'in davranışlarına sürekli bir haklılık bulma çabası, yarattığı vahşetin farkında değilmişçesine yüzünü dağıttığı kızın hâlâ onun iyiliğini istemesi, içinde en ufak bir olumlu duygu kırıntısı taşımamasıyla okura tanıtılan Madam Grosgeorge'un durduk yere Guéret'e âşık olması romanın en havada kalan bölümleri olmuş. Oldukça başarılı bir biçimde düğümlenen olayların sonuca ilerlemesi biraz aceleye getirilmiş gibi.
Karanlık Yolculuk adıyla beyazperdeye de uyarlanmış ve oldukça popüler olmuş bu romanın, taşra kasabalarının içyüzünü, insan doğasını açıklıkla anlatma çabasıyla ve 1900'lerin başının Fransa'sına gerçekçi bir ayna tutmasıyla okunmaya değer olduğunu söyleyebiliriz.

Banu Yıldıran Genç

Julien Green
Leviathan
Çev: Işın Gürbüz

Everest Yayınları, Aralık 2013, 298 s.

*Bu yazı Agos Kirk'in Ocak 2014 sayısında yayımlanmıştır.  

21 Aralık 2013 Cumartesi

Alis, Harikalar Diyarından Tüymüş Bulunuyor

Memleketten kadın manzaraları...
Yeni çıkan öykü kitapları, derlemeler, bir proje için bir araya gelen öykü yazarları... hepsi öyküseverleri heyecanlandıran, sevindiren haberler. Bu nedenle Notabene Yayınlarından çıkan Alis, Harikalar Diyarı'ndan Tüymüş Bulunuyor da Kadınlardan Gülümseyen Öyküler altbaşlığıyla kadına dair yeni ve mizah dolu öyküler okuyacağımızı muştuladı bize. Ayşegül Çelik'in editörlüğünde hazırlanan kitap kendisininkiyle birlikte on dört öyküden oluşuyor.
Önsöz oldukça alçakgönüllü bir biçimde başlıyor: “Ortak hedefimiz; tüm zamanını, aklını, enerjisini kadın hareketine ayıranlara bir selam çakıp, okuyacakların yüreğine de hafif bir rüzgâr üflemekti.” Bu sözlerden sonra şiddetin her türlüsüne hayır denilerek, kitap Gezi direnişine armağan ediliyor. Öyküleri okudukça görüyoruz ki bu memlekette kadınlara dair komik bir şeyler yazmak pek de kolay değil! Daha doğmadan başlayan kadın-erkek ayrımı, çocuk yaşta evlilikler, yapılması mecbur çocuklar, koca baskısı ve hatta şiddeti derken, hafifçe gülümsememizi sağlayan bir cümlenin ardından bile hayatın gerçekleri bir kabus gibi çöküyor üzerimize.

İlk öykü Gaye Boralıoğlu'nun Pilavcı Karısı. Adından da anlaşıldığı üzere uzun yıllardır kocasına yardım etmek için pilav pişirip tavuk diden bir kadının hikâyesi. Öykü uzun bir monolog biçiminde ilerliyor, Boralıoğlu senaryo yazımından gelen ustalığını buradaki günlük dilde de gösteriyor. Kadın emeğinin görünmemesi, hasbelkader büyüyen çocuklar, “iyi” adam olmasına rağmen yine de yenen dayaklar ve bunların doğal anlatımı önsözdeki hedefi yakalatır nitelikte.
Aslı Perker'in Terapi adlı öyküsü de yıllar süren şiddet dolu bir evliliği anlatıyor. Burada da dayakçı kocanın psikoloğa gitmeye mecbur edilmesi öykünün mizahi yanını oluşturuyor. Psikoloğun ne olduğu, niye gitmesi gerektiği, hakimin niye karıştığı, hele karısıyla beraber orda ne yapacakları kafasını oldukça karıştırsa da Ali Osman Bey'in, hapse girmemek için yapması gerekenlere mecburen katlanacaktır. İlk seans sonrası verilen ev ödevinden kaçmak için yapılan jest ise öykünün can alıcı noktalarından biri. Öykü, uzun yıllar süren geleneksel bir evliliği oldukça içerden ve doğal bir bakış açısı yakalayarak anlatmış.
Öyküler genelde evliliğin hapsettiği kadınları anlatıyor fakat Deniz Tarsus “Kuru Kayısı” öyküsünde evlilik olmadan da “aile” kurumunun özellikle bekâr bir kadın için hapishane anlamına geldiğini hissettiriyor. Yaşı geçkin bir bekâr kadın yani bir “kız kurusu” olan Remziye'nin beraber yaşadığı annesi ve hemen karşısında oturan kızkardeşi ve onun ailesinden ibaret dünyası... Çalışsa da kurtulamadığı bir döngü. Bu döngüye gidilen “gün”lerde neden evlenmediğine dair sorguya çekilmeleri, kilolar yüzünden aynalarla kavgaları da ekleyin, etrafınızda birçok kadının belki de dikkat etmediğiniz yaşamını göreceksiniz. Öykünün gayet manidar bir atasözüne bağlanması da ensestin kültürümüze nasıl yansıdığını gösteriyor: “Bayram değil seyran değil eniştem beni niye öptü?”
Sibel K. Türker'in “Kalpsizin Teki” öyküsü kız çocuk ve baba ilişkisine odaklanıyor. Genellikle oldukça problemli bir biçimde kendini gösteren bu ilişki, öyküde de öyle. Karısını hiç anlamamış, terk edip gitmiş bir baba, her ne kadar hatalarını bilse de babasını sevmekten ve acımaktan vazgeçemeyen kızı... Babanın bencilliği, kibri ve gaddarlığı en sonunda ipleri koparmaya kadar gelse de sonrasını hiç bilemeyeceğimiz bir öykü... Kızların vicdanları elverir mi ipleri tamamen koparmaya, babalarını tamamen silmeye?

Bazı öyküler kendi ayakları üstünde duran modern kadını anlatsa da, bazıları çocuklar için yazılmış gibi üstüne basa basa mesaj verse de, kitabın önsözündeki vaadi gerçekleştiren, yüreğime bir rüzgâr üfleyip gülümsememi sağlayan öykü sonuncusu oldu. Hatice Meryem'in kısacık öyküsü “Firdevs” hem bu toprakların kadınlar tarafından anlatılagelen masallarına selam veriyor hem de yaratıcı içeriğiyle bir adım öne çıkıyor. Firdevs'in yaşadıklarının anlatımında kadın argosunun ustalıklı kullanımı, yaşanan olağanüstülüğün normalleştirilmesi ve de iyi biten her masal gibi sonunda insanı hafifletip gülümsetmesi öykünün öne çıkmasını sağlayan unsurlardan bazıları. Hatice Meryem, okurunu hiçbir zaman yanıltmıyor.
Notabene Yayınları oldukça iyi niyetli bir girişimde bulunmuş, yazarlarla görüşmüş, kadınlar için kadın öyküleri yazmalarını sağlamış, fakat öyküler yayımlanmakta biraz aceleye gelmişe benziyor. Hemen her öyküde redaksiyon ve düzelti yanlışlarına rastlanıyor, anlamı bozuk, düşük cümleler, harfleri kayıp sözcükler maalesef çok fazla. Umarım bundan sonraki kitaplarında daha özenli bir çalışma sergiler.

Banu Yıldıran Genç

Alis, Harikalar Diyarı'ndan Tüymüş Bulunuyor

 Hazırlayan: Ayşegül Çelik, Notabene Yayınları, 2013, 158 s.
* Bu yazı Notos'un Aralık 2013 sayısında yayımlanmıştır.

13 Aralık 2013 Cuma

Yedi Güzel Yıl

Etgar Keret'le yedi yıllık yolculuk...
Bazı yazarları çok seversiniz; tarzınız olması gerekmez, hep tercih ettiğiniz gibi özel bir biçeme sahip değildir, dili yeni baştan yaratmaz, şaşırtıcı bir biçimde kendi yaşamını merkeze alır, sanatsal betimlemeler, afili cümleler ve son dönemde çok yaygın olduğu üzere artistik aforizmalarla hiç işi olmaz, ama her kitabıyla gönlünüzü çalmayı, size “iyi ki edebiyat var” dedirtmeyi başarır.
İşte Etgar Keret benim için böyle bir yazar. Yayımlanan ilk kitabından itibaren okuduğum, bıkmadığım, sık sık kendime neden çok sevdiğimi sorduğum bir yazar. Bu sorulara verdiğim cevaplar her kitabında değişiyor, şimdiye kadar kısa ve keskin öykülerini zaman zaman absürtlükle süslemesini severdim. Öyküleri gayet dertsiz tasasız ilerlerken son cümlesiyle okuru can evinden vurmasını severdim. Askerlikle, savaşla, ırkçılıkla derinden dalga geçmesini severdim. Siren Yayınları'ndan geçen ay çıkan “Yedi Güzel Yıl”ı okuduğumdan beri ise kendisini, ailesini ve babalığını sever oldum.

“Yedi Güzel Yıl” diğer Keret kitaplarından biraz farklı, her zaman kendi yaşamından yola çıkarak kurduğu öyküleri bir yerden sonra gerçeküstülüğe yol alırken, bu kitaptaki öyküler Keret'in yaşamının son yedi yılını anlatıyor, bazıları okurken günlük ya da anı tadı veriyor ve bu tat, kitabı bitirdikten sonra yakın bir arkadaşınızın son yedi yılına tanıklık etmişsiniz gibi bir duygu yaratıyor. Etgar Keret bu içtenliği her kitabında farklı farklı biçimlerde yakalayabilen bir yazar.
Yedi yıl, yedi bölümde anlatılıyor ve Keret'in yaşamındaki en büyük değişiklik ilk öyküde karşımıza çıkıyor: Sonraki öykülerde neredeyse ana karakterlerden biri olan oğlu Lev'in doğumu. İlk birkaç öykü yeni baba olmasının heyecanıyla Lev odaklı, anne-baba olan herkesin çocuklarından bahsettiği bilinirken, eski dost Keret'in de oğlundan bahsetmek istemesinden daha doğal ne olabilir ki?
Etgar Keret'i sevmemin bir nedeni de her ne kadar öyle olduğunu tahmin etmesek de İsraillilerle çok benzememiz. Sanırım birçok Türk okur da Keret'i çok seviyor ki geçen ay Robinson Kitabevi'ndeki imza gününde muazzam bir kalabalık vardı. Gerçi öykülerin birinde kitaplarına en çok ilgi gösteren ülkelerin trajikomik bir biçimde Polonya, Almanya ve Fransa olduğunu söylüyor. Bu ülkeler aynı zamanda Keret'in annesinin doğduğu, esir alındığı ve sonradan yollandığı ülkeler. Bu ülkelere Türkiye'nin de eklenmesi bence olası. Etgar Keret, Ortadoğu'nun göbeğinden bir yazar; aileler, geleneklere bağlılık, bayramlar, dini seçip radikalleşenler, zorunlu askerlik ve bu bölümdeki iki öyküde geçen hiç durmadan arayan telefon ve televizyon şirketlerine verilen cevaplar çok tanıdık: “Dün bağırmak için cep telefonu şirketini aradım. Önceki gün arkadaşım onları arayıp biraz bağırdığını ve başka bir operatöre geçmekle tehdit ettiğini söyledi bana. Aylık ücretini elli şekel düşürmüşler.”
Nerede O Eski Savaşlar öyküsünde bize oldukça tanıdık gelen bir duygudan bahseder Keret: “Hayır, bu, biz İsraillilerin savaş, ölüm ya da yas özlemi içinde olduğumuz anlamına gelmiyor, fakat taksi şoförünün sözünü ettiği 'eski günlere' özlem duyuyoruz. Siyah ile beyazın yitip sadece grinin kaldığı yorucu intifada yıllarının yerini gerçek bir savaş alsın istiyoruz.(...) Bir kez daha davamızın haklılığından eminiz ve neredeyse terk etmiş olduğumuz milliyetçiliği ışık hızıyla tekrar bağrımıza basıyoruz. Her gün sivil halkla savaşmak zorunda kalan işgalci güç değil, etrafı düşmanlarla çevrili küçük bir ülkeyiz şimdi.”
Yıllar ilerledikçe yazarın başka ülkelere imza günleri için gidişlerine tanık oluruz, pek de bilmediğimiz yazarlık hâllerinden bahsedilir, herkese uygun bir ithaf cümlesi bulmanın zorluğundan, aylar öncesinden “evet” denilen projelerin günü yaklaştıkça nasıl yük durumuna geldiğinden, bilinçaltına attığı “Yahudi olma”nın Almanya'da nasıl da birden bilinçüstüne çıktığından ya da İsrail devletinin yaptıkları yüzünden insafsızca suçlanışından... Günlük tutar gibi anlatılan bu ânlar yazarla beraber okuru da yedi yıl süren bir yolculuğa çıkarıyor.
Bu yedi yılın sonuncusu galiba en hüzünlü olanı çünkü hepimiz biliyoruz ki zaman insafsızca akıp gidiyor, yaşamımızda en değer verdiğimiz insanlar yavaş yavaş yaşlanıyor, hastalanıyor... Etgar Keret'e “hüzünlü yazar” demek pek de uygun kaçmıyor ama özellikle birkaç öyküde bu yolculuğun son yılında yaşanan tatsızlıklar, gözlerden yaş gelmesine neden olabilir! Yazar, kitabın son öyküsü Pastırma'da yine etkili bir salvoyla okurun yolunu hüzünden mizaha çevirecek, okuru patlayan bombalardan pastırmalı sandviç metoduyla korunan yedi yaşındaki bir oğlan çocuğunun masum heyecanına ve sevincine ortak edecek. Ortadoğu'daki en güçlü silahımız bu sanırım, yaşanan acılara mizahla karşılık vermek ve Etgar Keret bunu çok iyi başarıyor. Bizi yaşamına ortak eden Keret'e, bütün kitaplarını ustalıkla çeviren Avi Pardo'ya ve özenli bir biçimde basan Siren Yayınları'na teşekkür etmek gerekiyor.

Etgar Keret
Yedi Güzel Yıl
Siren Yayınları, Kasım 2013, 150 s.

*Bu yazı Agos Kirk'in Aralık 2013 sayısında yayımlanmıştır.

1 Kasım 2013 Cuma

Niç

90'ların karanlığında bir umut ışığı...
Geçtiğimiz ay Sel Yayıncılık tarafından yayımlanan, Bünyamin Hazar'ın ilk romanı “Niç” Türkiye edebiyatında çok da işlenememiş bir konuyu oldukça başarılı bir biçimde ele alıyor, sağlam kurgusu ve özenli diliyle dikkat çekiyor.
Ülkede 30 yıldır var olduğu bilinen savaşa ve bu savaşın en kirli döneminin hüküm sürdüğü 90'lı yıllara dair, Bitlis'te geçen bir roman “Niç”. Hayatta ne istediğini tam olarak bilemeyen, amaçsızca sınıf öğretmeni olmayı seçmiş Cihan'ın askerliği sırasında yedeksubay öğretmen olarak atandığı Niç'te, bir yılda yaşadıkları romanın çatısını oluşturuyor. Bu çatının etrafında Osmanlı'dan bu yana süren Doğu-Batı çatışmasından Ermeni soykırımına; köylüyle bütünleşemeyen Batılı öğretmenlerden milliyetçilik timsali askerlere; ölüm korkusundan yalnızlığa kadar birçok farklı konu yer alıyor.
Niç'i farklı kılan, Doğu'yla ilk kez karşılaşan İstanbullu bir öğretmenin yaşadıklarının, bildik oryantalist tuzaklara düşülmeden, içten ve doğal bir biçimde anlatılması. Cihan, sosyal demokrat gelenekten gelen, ana dilde eğitimden yana, her sabah okutulan andın ırkçı olduğunun farkında, yani birçok öğretmene göre Kürt illerinde çok daha rahat çalışacağını düşüneceğimiz bir karakter. Fakat Bünyamin Hazar dönemin şartlarını ve psikolojisini o kadar ustalıklı bir biçimde vermiş ki Cihan'ın Bitlis'e ilk adım attığı andan itibaren herkesten “kimseye güvenme” sözünü duymasının yol açtığı güvensizliği, yalnızlığı, uyumsuzluğu ve köylüyle ilk başta kuramadığı yakınlığı okuyucu anbean hissedebiliyor. Şehirde geçirdiği ilk gece atılan bombayla yaşadığı korku, yalnız kaldığı, tıkırtıların duyulduğu, bazen kardan pencere ve kapıların tamamen kapandığı lojmanında ona hep eşlik edecek, bölgede öldürülmüş öğretmenlerin, yakılan lojmanların gölgesi hep üzerinde olacaktır.
Arka planda yaşanan savaş, kesilen yollar, korucular ve gerilla arasındaki gerilim hiçbir zaman ön plana geçmediğinden Niç aslında politik bir roman sayılmaz, romanın asıl derdi bireyin yalnızlığını, korkularını ve geçirdiği dönüşümü anlatmak. Bu anlatımda hem dilin farklı kullanımları, hem de çiş kaçırmak, temizlik takıntısı, mide bulantısı gibi sembollerin anlamlı tekrarları bireyin iç dünyasına yolculuğu kolaylaştırıyor. Bu nedenle öncelikle insana dair bir roman Niç.
Romanın kurgusu klasik bir romandan oldukça farklı, katmanlardan oluşan bir zaman eğrisine sahip. Ana katman Bitlis'teki bir otobüs yolculuğuyla başlıyor, Diyarbakır'da sona eren bu yolculukla da bitiyor. Bazı bölümlerde bu katmana geri dönüyoruz. Başka bir katman Cihan'ın Bitlis'teki öğretmenevinde geçirdiği ilk günle başlıyor, orada tanıştığı arkadaşlarıyla gelişiyor. Köyde yaşadıkları bir katmanı oluştururken, lojmanda yalnız kaldığında yaşadıkları farklı bir katmanda yer alıyor. Bu katmanlar doğrusal değil, döngüsel bir biçimde yer alıyor roman bölümlerinde. Bir bölümün başında okuduğumuz cümleleri başka bir bölümün sonunda okuduğumuzda, bazen zaman ileriye değil geriye doğru ilerlemiş oluyor.
Teorik olarak anlatması tabii ki okumaktan çok daha zor. Postmodernizme göz kırpan bu kurgu farklı olmasına rağmen okuyucunun kafasında soru işareti bırakmayan netlikte, bir süre sonra tüm katmanlar birbirini tamamlıyor, olay örgüsünde herhangi bir boşluk kalmıyor, hatta zamandaki sıçrayışlar karakterin iç dünyasını, neyi neden yaptığını anlamakta okura yardımcı oluyor. Romanda satır aralarında verilen politik olayları göz önüne aldığımızda 96 sonbaharında başlayan, 28 Şubat sürecini atlatıp Refahyol hükümetinin düşmesiyle biten bir yedeksubay öğretmenlik görevi Cihan'ınki.
Romanın dili de oldukça özenli. Ustaca gözlemlenip yazıldığı belli; köylülerle yaşanan diyaloglar oldukça doğal, hatta bir bölümde Cihan çat pat Türkçe konuşan köylülerin bozuk cümle yapısını hemen kafasında nasıl düzelttiğini detaylı bir biçimde anlatıyor. Öğretmenlerle yaşanan diyaloglar ise olması gerektiği gibi, doğallıktan uzak, ikircikli ve politik konularda bile oldukça teorik. Korkularının, sorgulamalarının yer aldığı bölümler ise genellikle noktalama işareti kullanılmadan yazılmış. Özellikle hastalandığı bölümde sayfalarca, sayıklarcasına süren bu anlatım doruk noktasına ulaşıyor:
“...ve bu ruh halimden nefret ediyordum içimdeki canlılığı istekleri neşemi gücümü emiyor yutuyordu ve ayağa kalktım kollarım bacaklarım halsizlikten uyuşmuştu ve bir ateş gibi üzerime çöken sıkıntı soluğumu da tutmuştu ve kesik kesik aldığım nefes yetmiyordu ve içim daralmıştı ve attığım adım yeri kavrayamıyor sendeliyordum...”

Tarihten bahsedilen bazı bölümlerde -1938 Dersim olayları, Köy Enstitülerinin kapatılması- anlatımın ders kitaplarına benzer biçimde öğretici olması dışında, bir ilk roman için oldukça başarılı “Niç”. Hatta Cihan'ın günler geçtikçe öğrencilerle, koruması Kulik'le, köydeki tek tük Ermeniyle kurduğu dostluk, okuma yazmayı öğretme çabası ve görevi bittiğinde yaşanan veda her okuyanın yüreğine dokunacak, umudunu tazeleyecek. Barışa düşe kalka ulaşmaya çalıştığımız şu günlerde “insan” olmaya dair bu romanı her edebiyatseverin okuması dileğiyle...

Banu Yıldıran Genç

Niç
Bünyamin Hazar
Sel Yayıncılık, Eylül 2013, 310 s.

*Bu yazı Agos Kirk'in Kasım sayısında yayımlanmıştır.

Kapalıçarşı Cinayeti

Eski tercüman yeni dedektif: Berna Tekdemir
Kitap okuma alışkanlığımı ilkokulda okumaya başladığım Agatha Christie'lere borçlu biri olarak polisiye her zaman favori türlerimden oldu. Polisiye yazanlar, uzun yıllar “Türkiye'de neden polisiye yok?” sorularına muhatap kalırken, son yıllarda Türkiye edebiyatında bu türdeki artış polisiyeseverleri de bu soruyla karşılaşmaktan bıkan yazarları da sevindirecek nicelikte.
Esra Türkekul'un ilk kitabı olan Kapalıçarşı Cinayeti bu türe oldukça sağlam bir giriş yapıyor. Adıyla, kapağıyla iddialı olan kitap aynı bölgede geçen Dan Brown'un Cehennem'inden hemen sonra yayımlanarak riskli bir giriş bile yapmış sayılabilir. Oysa okuyanlar bu şehrin kalbinden yazılan bu kitabın mekânının gerçekten “İstanbul” olduğunu hemen fark edeceklerdir.
 Okurlara hem yeni bir polisiye hem de yeni bir kadın kahraman sunan Kapalıçarşı Cinayeti bu sebeple çifte kavrulmuş lokum sayılır, çünkü Miss Marple'den bu yana biliyoruz ki kadınların cinayetlere bakış açısı çok daha farklı. Türkiye edebiyatında kadın kahraman deyince ilk akla gelenlerden biri Esmahan Aykol'un kahramanı; eğlenceli, akıllı, albenisi olan yarı Alman Kati Hirşel'i oluyor. İşte Kapalıçarşı Cinayeti'ndeki kahramanımız Berna Tekdemir de akıllı, eğlenceli bir kadın ama dahası var, kocasından yeni boşanmış, babası yeni ölmüş, depresyonun eşiğinde, 80 kiloyu geçmiş, kendisini devanasına benzeten bir kadın!
Kitap, kocasından boşandıktan sonra arada sırada turist rehberliği yapmaya başlayan yeminli tercüman Berna'nın, bir kış günü İstanbul'u gezdireceği Amerikalı çifti otellerinden almasıyla başlıyor. Berna içimizden biri, hatta fazlasıyla içimizden biri. Romanın akıcılığını sağlayan unsurlardan biri oldukça bol bir biçimde Berna'nın içsesine yer vermesi. İtalik yazılmış bu bölümler neredeyse önümüzdeki kitabı polisiye olmaktan çıkarıp kahkahalar atmamızı sağlayacak bir mizah kitabına döndürüyor. Kendini oldukça bahtsız bulan, kendinden, hayattan, gezdirmek zorunda olduğu turistlerden ziyadesiyle nefret eden Berna'yı tabii ki olmayacak işler bulur. Amerikalı erkek turist Kapalıçarşı civarında ölü bulunur. Cinayetin ortasında kalakalan Berna, İngilizce bilmeyen, suratsız komisere yardım edebilmek için olay çözülünceye kadar bir nevi dedektiflik yapar. Bu arada Kapalıçarşı esnafından İstanbul'un garibanlarına, yeni moda yaşam koçlarından maço polislere, gerçekçi bir Türkiye manzararası çıkar önümüze.
Gün gün ilerleyen romanın, polisiye olarak kurgusu başarılı, çözüme adım adım gidiliyor, ipuçları okuyucuya tek tek veriliyor, son bölümde de güzel bir biçimde toparlanıyor. Bir okur olarak benim gözüme sadece Berna'nın arkadaşı Muzaffer'in de olaylara dahil olması battı, zaten çöldeki bahtsız Bedevi gibi dertleri etrafına toplayan Berna'nın bir de arkadaşlarının olaya karışması biraz zorlama olmuş. Muzaffer, işin sadece komik ve romantik kısmında yer alsaymış, daha dengeli olurmuş.
Kapalıçarşı Cinayetleri'nde polisiye kurgu dışında oldukça başarılı bulduğum diğer bir konu Berna ve annesinin ilişkisi. Boşanıp anneevine dönen depresif bir kadının annesiyle paylaştığı yalnızlık, babasının ölümüyle annesinin kendisini içinde bulduğu yalan ve koskoca bir kadın da olsa sırf annesini üzmek ve ona nazlanmak adına, bile bile söylenen kırıcı sözler, yapılan çocukça hareketler eminim birçok kadın okura tanıdık gelecektir.
Yukarıda bahsettiğim Berna'nın içsesi de kadın okurlara tanıdık gelirken, erkekleri şaşırtabilecek nitelikte. Özellikle boşandığı kocası ve onun yeni sevgilisi için düşündükleri erkek okurların gözünü bile korkutabilir. Arkadaşlarıyla kız kıza muhabbeti, bir kadeh fazladan şarap için uydurduğu bahaneler ve fazla yemek sonrası iradesine ettiği küfürler... Günlük dili, popüler kültürü, argoyu ve küfrü bolca ve ustaca kullanıyor Esra Türkekul.
Kadın, Reynard'ı ağına düşürdüğüne inanıp yılbaşı hindisi yolma planları yaparken adam yan çizdiyse... Al işte bir senaryo. Böyle kafadan çatlak, postmodern tarikatçılardan acayip çekinirim ben. Mesela dünyada en korktuğum kişilerden biri Tom Cruise'dur. Adam bilimkurgu yazarının kurduğu dine inanıyor. Böyle tipler, insanı yatırır, kıtır kıtır keser de kimsenin ruhu duymaz valla. Beyinlerinin contası çıkmış bir kere.”
Bir röportajında polisiyelerde güçlü kadın kahramanların azlığından bahseden Türkekul, ilk romanında okuyucuya hoşça vakit geçirten, merakını taze tutan, okuması zevkli bir polisiye ortaya çıkarmış. Hatta güçlü kadın karakterden fersah fersah uzakta olduğu sanılan ama yanıltan Berna Tekdemir'in bundan sonraki maceraları okurlar tarafından merakla beklenecektir.
Kitapla ilgili eleştirebilecek önemli bir nokta editoryal okumasının eksik olduğu, “duraksama yapmak”, “belim bıhınım ağrıyor” gibi yanlış kullanımların dışında, “son derece ajite olmuştu” gibi çeviri kokan cümleler var. Yine birkaç yerde “sağ ayak bileğinin dışını, sol bacağının dizinin üstüne koymuş”, “gözlerini sağ üst köşeye ve dik yukarıya iki kez devirdi” gibi üzerinde ikinci kez düşünülmemiş, yazarın da editörün de gözünden kaçmış cümleler var.
Oldukça etkili bir biçimde tanıtımı yapılan, hatta cezbedici bir tanıtım videosu bulunan Kapalıçarşı Cinayeti polisiyeseverleri tatmin edecek nitelikte bir roman.

Banu Yıldıran Genç

Kapalıçarşı Cinayeti
Esenkitap, 256 s

*Bu yazı Agos Kirk'in Kasım 2013 sayısında yayımlanmıştır.

Dorothy Parker - Tüm Öyküler

  Aşk Eski Bir Yalan Delidolu Kitap’ın son dönemde bizi tanıştırdığı öykü yazarlarını büyük bir zevkle okuyorum. Daha önce Notos’a ...