20 Şubat 2020 Perşembe

Kurdun Postu


Taşradan Manzaralar
Geçtiğimiz günlerde Antalya Film Festivali’nde ödülleri toplayan Bozkır filminin taşrayla ilgili olduğunu öğrendiğimde son dönem Türk sinemasında taşranın ne kadar önemli bir yer kapladığını düşündüm. Oysa Türk edebiyatında taşra sinemaya ters orantılı bir biçimde oldukça az yazılıyor artık. Türkiye artık köylerde değil, şehirlerde yaşıyor ama bu şehirlerin de çoğu taşra ve biz buraları ancak orta yaşa yakın bazı yazarlardan okuyabiliyoruz.
Geçtiğimiz aylarda genç yazarların öykülerinin birbirine çokça benzediği, genelde aynı konuların, aynı dertlerin anlatıldığı sosyal medyanın farklı mecralarında konuşuldu. Özellikle iki büyük şehir, İstanbul ve Ankara özelinde ele alırsak, aynı çevrelerde yaşayan, birbirine benzer hayatlar süren yazarların aynı şeylerden beslendiğini, bu nedenle de bilmedikleri hayatlar hakkında yazabilmelerinin pek de mümkün olmadığını söyleyebiliriz. Bu sorun aslında Türkiye’deki çarpık kentleşmeyle ilgili ve hiç öngöremeyeceğimiz bir biçimde edebiyatı etkiliyor. İşte bu nedenle 2019 Yaşar Nabi Nayır Gençlik Öykü Ödülü’nü kazanan Batuhan Aşıktoprak’ın ilk kitabı Kurdun Postu’nu okuduğumda hem şaşırdım hem sevindim.
Batuhan Aşıktoprak taşra öyküsü yazmasını beklemediğimiz bir kuşağın taşra öyküleri yazan bir bireyi. 1994 doğumlu. Daha kitabın ilk öyküsü Yabancı’yı okurken bu gencecik yazarın hayata başka bir yerden bakabildiğini seziyoruz. Köyde babaannesi ve dedesiyle yaşayan bir çocuğun gözünden anlatılan öykü o klasik tonton nine, merhametli dede imajını yerle bir ediyor. Bahçedeki ıspanakların üzerine düşüp bayılmış bir adam bulduğunda dedenin hemen tüfeğine sarılması, bilip bilmeden ayyaşlıkla suçladığı adamı jandarmaya teslim etmeye çalışması, istedikleri olmayınca ilk fırsatta Tanrı’ya saydırmaya başlaması... aslında hepsi o kadar tanıdık ki çünkü yaşlılarla biraz olsun yaşamış herkesin bilebileceği gibi yaşlılar huysuzdur ve bunun istisnası çok azdır. Baygın adamı Tanrı misafiri olarak gören babaanneyle adamı evden atmaya çalışan dedenin kavgalarının doğallığı, babaannenin evdeki gizli hâkimiyetinin küçük detaylarla hissettirilmesi öyküyü güçlendiren öğelerden.
Kitaba adını da veren Kurdun Postu öyküsü şehirde yaşarken kaybettiğimiz doğa - insan ilişkisini her satırında hissettiriyor diyebilirim. Öyküde asıl olarak koyunları telef edip köpekleri parçalayan kurt ve onu avlamaya çalışan babanın gerilimi verilirken, alt katmanda baba-oğul ve baba-anne arasındaki ilişkiler var. “On dokuz yaşında, dünyası bu köyden ibaret bir erkek çocuğu olarak, uykuların yalnızca rüyalar tarafından bölündüğü yerlerden birinde yaşamadığımı biliyordum. Zindan gibi bir gece yarısı uyanıp, kaçırılan koyunları ve parçalanan köpekleri saymanın buradaki hayatın doğal ve kaçınılmaz yazgısı olduğunu çok küçük yaşta öğrenmiştim.” Kendini böyle tanıtan anlatıcı, doğayla gayet realist ilişki yaşayan babasına göre biraz romantik. Harekete geçmeden önce kendini, duygularını dinleyip yorumluyor. Yine böylesi bir gecede uyandırıldığında en önce parçalanan iki köpekle bağ kuracak vakit olmadığına sevinip köpekleri gömme işini babasına bırakıyor. Babasının gereksiz yere uyandırıp uykusuz bıraktığı annesine üzülüyor. Kurduğu kapanları bir anda bastırıveren karın altında kaybedip sonra birine ayağını kaptıran babasına da üzülüyor. Bunlardan anlıyoruz ki aslında anlatıcımız zorlu koşullardaki köy hayatına çok da uyum sağlayamayacak biri. Oysa babası vuracağı kurdun postunu duvara asmayı hayal ederken, annesi bu hayale “Bok vurursun. Hayvanlar salak yerine koyuyor seni. Belediyeden erzak alır gibi koyun çalıp gidiyorlar.” sözleriyle karşılık veriyor. Evdeki uyumsuz kendisi. Hafif hafif sezdirilen bu duygusallığı ve uyumsuzluğu, hele öykünün sonunda iki sayfa boyunca soluksuz okuduğum arasında gidip geldiği korkusu ve vicdanıyla Batuhan Aşıktoprak bambaşka bir karakter yaratmış. 
Kitabın son öyküsü Büyük, İyi Bir Şey’i okumam belki de otizmli öğrencilerin yuhalanması gibi korkunç bir olaya denk geldiğinden beni oldukça etkiledi. “Ona atının öldüğünü söylemediler, çünkü oğlan ölümün ne olduğunu bilmiyordu.” gibi çok iyi bir ilk cümleyle başlayan öykü, bize rahatsızlığını tam anlamadığımız ama otizmli olması muhtemel Ferit’i, onun mutluluğu için elinden geleni ardına koymayan anne ve babayı hiç dramatize etmeden, ajite etme hatasına düşmeden anlatıyor. Öyküde ismi olan tek karakter Ferit, günler boyu aynı noktada atını bekleyen, üzüldüğünde patates kızartmasıyla mutlu olan küçük bir çocuk. Diğer herkes isimsiz, bazen anne – baba, bazen kadın – adam diye anılıyor. Öyküde bir de çingeneler var, bir baba-oğul ki klasik bir biçimde atların yemlerini çalmakla suçlanıyorlar. Ferit’in babasının çingene çocukla karşı karşıya kaldığı ânla en sonda iki çocuğun bakıştığı an öykünün doruk noktaları. Babanın hırsızlık yapan çingene çocuğu yakaladığında hissettiği öfke ve cezalandırma isteği aslında kime karşı? Aklı da bedeni de sapasağlam çingene çocuğa mı, sağlam olmayan tuhaf oğluna mı, yoksa bir çocuğa bu şiddeti gösterebilen kendine mi?
Anne babanın Ferit’in iyiliği, mutluluğu için yaptıkları bir yandan, baş başa kaldıklarında içine düştükleri çaresizlik ve suskunluk bir yandan, oğullarını garip gözlerle bakan yabancılardan koruma çabası bir yandan, öykü tüm bu yaşananların ağırlığını detaylarla hissettiriyor bize. “Anne, oğlu ağlamasın diye akşam yemeğinde patates kızarttı, Ferit pencere dibindeki koltuğuna en sevdiği yemekle otudu, sustu. Bu kez anne ağlamaya başladı. Oğlunun farklı olduğunu anladığı günden beri, başına gelen şeylerin tümüne alışacak zamanı olmuştu, ama bunların bir annenin alışabileceği şeylerin ötesinde olduğunu anlayacak zamanı da vardı ve kadın daha çok o zamanı kullanmıştı.” Tüm bu zorluğa rağmen öykünün sonu, iki çocuğun bakışması ve sessiz iletişimleri bu dünyada umudun olabileceğini gösteriyor aslında... 
Kurdun Postu’nda çoğu öyküde bir baba-oğul meselesi olduğu fark ediliyor ama Batuhan Aşıktoprak’ın başka birçok derdi var öykülerine konu edeceği. Üzerinde düşünülmüş, çalışılmış, dili ve anlatımıyla, anlattıklarıyla dikkati çeken bir kitap Kurdun Postu. Böylesi özendirici bir ödülle taçlandırılması ayrıca sevindirici. Yazarın taşra ruhunu ustalıklı bir biçimde yansıtmasının yanında, Allahsız öyküsündeki deli ve son öyküdeki çocuk karakterlerini bambaşka biçimde, capcanlı yarattığını eklemeliyim.
Kitabı okurken bazı öykülerde gereksiz bir biçimde kullanılan “ve” bağlaçlarını işaretlemiştim. Bu yanlış kullanımın en yoğun olduğu öykü Akşamın Ardı. “Evlerimizin arası sahiden ve maalesef iki dakikaydı.” “Islanarak ve boşuna bir telaş içinde yorularak olsa da...” “Bilmediğim ve pek merak etmediğim hayatının güçlüğünden bahsederken...” gibi örneklerin hepsi birkaç sayfadan. Yine bazen gereksiz zamir kullanımı da göze batabiliyor, “Ayağa kalkıp yanıma geliyor, elimi öpüyor, onun eli küçük ve soğuk.” örneğinde olduğu gibi. Aslında biraz dikkat ve iyi bir editörlükle atılabilecek fazlalıklar bunlar. Ne de olsa Memet Fuat’ın “‘Ve’li Yazmak” başlıklı denemesinde yazdığı gibi, her genç yazarın bir “ve”leme dönemi oluyor. 


Banu Yıldıran Genç
Batuhan Aşıktoprak, Kurdun Postu, Varlık Yayınları, Ekim 2019, 95 s.
*Bu yazı Notos'un 79. sayısında yayımlanmıştır.


30 Ocak 2020 Perşembe

Hayvan Müzesi


Gerçek nerede biter? Kurmaca nerede başlar?
Hayvan Müzesi, Kosta Rikalı yazar ve akademisyen Carlos Fonseca’nın Türkçeye çevrilen ilk romanı. 1987 doğumlu yazarın böylesine görkemli bir romanı bu kadar genç yaşta yazabilmesi beni gerçekten şaşırttı. Kosta Rika’da doğup Porto Riko’da büyüyüp Amerika Birleşik Devletleri’nde eğitim görüp İngiltere’de yaşıyor ve çalışıyor olması belki de bu romanın bu denli evrensel ve kapsamlı olmasının sebebi. 
Roman adını bilmeyediğimiz anlatıcıya bir akşam gelen paketle başlıyor. İlk bölüm olan Doğa Tarihi’nde geçen gerçek zaman paketin gelmesi ve anlatıcının onu açıp açmayacağını uzunca bir süre düşündükten sonra açması ve içindekileri okuması arasındaki beş altı saat. Fakat bölüm boyunca anlatıcı zarfı gönderen Giovanna Luxembourg’la tanışmalarından son görüşmelerine kadar olan biten her şeyi anımsıyor. Ünlü modacı Luxembourg anlatıcının bir zamanlar yazdığı “Quincunx ve Tropikal Yankıları” makalesiyle ilgilenmiş ve ona ortak bir projede çalışmayı teklif etmiş. Bu ikiliyi bir araya getiren quincunx şekli roman boyunca karşımıza çıkacak. Projeyi kabul eden anlatıcıyla Giovanna iki yıl boyunca konuşur, çalışırlar. Her ikisinin de ortak noktaları hayvanların bilinmeyen doğası, kamuflaj yetenekleri, kendilerini var oldukları ortamda kaybedebilmeleri ki bu da roman boyunca tekrarlanacak. 
İki yılın sonunda proje ortaya çıkmadan görüşmeleri son bulur. Giovanna’yla ilgili iki şey kalır anlatıcının aklında. Biri modacının çocukluğuyla ilgili bir anıyı, onlu yaşlarının başında dönencelerde tropikal bir hastalığa yakalanıp aylarca hastanede yapayalnız kaldığını öğrendiğinde aklına takılan anne ve babanın nerede olduğu sorusu. Diğeri ise son görüşmelerinden birinde masanın üstünde gördüğü bir laboratuvar sonuç zarfı, o gün Giovanna’nın fazla zorlama neşesi ve yalanını saklama azmi anlatıcıyı meraklandırsa da konu açılmamış, sonra Giovanna yurt dışında yaşayacağını söylemiş ve projeyle beraber hayatından çıkmış gitmiş.
Daha ilk sayfada öğrendiğimiz bilgi var bu kez elimizde. O laboratuvar zarfının hangi kötü haberi ilettiği anlatıcıya paketin gönderilmesinden bir hafta önce anlaşılmıştır, gazetelerde “ Giovanna Luxembourg, modacı, 40 yaşında öldü.” haberleriyle. Ve işte o paketler, üç zarf, Giovanna’nın anlatıcıya mirasıdır. Bölümün sonunda anlatıcı artık zarfları açar, ilk zarftan eski birçok kadın fotoğrafı, madenci köyü fotoğrafları, ikinci zarftan Yoav Toledano imzalı fotoğraf üstüne beş makale, üçüncü zarftan ise bir madenci köyü yangınıyla ilgili gazeteden kesilmiş haber kupürleri çıkar.
Romanda her bölümün sonunda farklı bir metin yer alıyor. Bu bölümün sonunda Giovanna’nın gerçek adını, neden adını değiştirip yeni bir kimlik yarattığını anlattığı, yayımlanmamış üç soruluk bir söyleşi var. Böylece anlatıcının zaten fotoğraflardaki benzerlikten anladığını artık biz de biliyoruz. Kendi seçtiği adıyla Giovanni Luxembourg, gerçek adıyla Carolyn Toledano, 1977 yılında Latin Amerika’ya yolculuğa çıkıp kendilerinden bir daha haber alınamayan fotoğrafçı Yoav Toledano ve manken Virginia McCallister’ın kızı. İkinci bölüm sonunda ise anlatıcıya yazılmış ama gönderilmemiş bir mektup var ve niye bu mirasın gönderildiğini bu sayede anlıyoruz: “Bu mektubun sana asla ulaşmayacağının ve onu bir şekilde sezmenin sana kalacağının da bilincindeyim. Miras böyle bir şey: şimdiki zamana asla ulaşmayan, geçmişte yazılmış bir mektup. Senin görevin bu eksik diyaloğu kurmak.”
Latin Amerika edebiyatı çok uzun yıllar büyülü gerçeklikle anıldıktan sonra genç yazarların artık bambaşka anlatım biçimlerine dümen kırdıkları çok net. Bu biçimin öncülerinden biri Bolaño ama son yıllarda Zambra, Bellatin, Luiselli gibi yazarlar kurmaca ve gerçeğin sınırlarını, sanatın formlarını bambaşka biçimde aradıkları eserlerle ortaya çıktılar. Bazen çağdaş sanat sergileri, bazen performanslar bu arayışlara dahil oldu. İşte Carlos Fonseca da romanında asıl olarak bunu irdeliyor ve bu nedenle gerçek hikâyelerin bu denli dahil olduğu bir kurmaca bizi zaman zaman zorluyor. Fonseca’nın bölüm sonlarına yerleştirdiği farklı metin türleri de sanki okuru azıcık rahatlatmak için, bölüm boyunca kafamızda oluşan soru işaretlerini biraz olsun cevaplıyor. Üçüncü ve en kafa karıştırıcı bölümün sonunda anlatıcının arkadaşı Tancredo’nun düşünceleri aslında bu yeni Latin Amerika romanını betimliyor sanki “Bu hikâyede bağlantısız ipuçları çok fazla, öksüz anlatılar çok fazla. (...) Her anlatı tanımı gereği eksikti, her hikâyeyi sonunda bir sır örtüyordu.” 
Romanın ikinci bölümü Enkaz Koleksiyoncusu’nda bir yıl sonraya gidiyoruz, anlatıcı Giovanna’nın mirasının ona getirdiği sorumluluğu anlamış ve Yoev Toledano’yu bulup hikâyesini dinlemek üzere bir yangınla mahvolup terk edilen madenci köyüne gitmiş. Yoev’in yolculuğu 1960’larda Tel Aviv’den ayrılmasıyla başlıyor, önce kökenlerini aramak için Toledo’ya uğruyor, fotoğrafa iyice merak sarıyor, sonrasında ise uzun bir gemi yolculuğuyla Amerika’ya gidip bir şekilde önce gazeteci sonra moda fotoğrafçısı oluyor. Anlatıcı Yoev’den tüm hikâyeyi dinliyor, Virginia McCallister’la tanışmaları, evlenip mesleklerinde parlamaları, uyuşturucu, halüsinasyonlar, sonrasında McCarthy döneminin baskısıyla özellikle Virginia’nın kendini kaptırdığı ezoterik kuramlar, Carolyn’in doğması, Virginia’nın sanrılarının ve çılgınlıklarının iyice artması, yine uyuşturucuya dönmesi, Latin Amerika’nın derinliklerinde, Ateş Topraklarında kıyamet gününü bildiği söylenen kâhin çocuk ve onu bulmaya gitmek için 1977’nin 23 Kasım’ında çıktıkları yolculuk... Bu yolculuğun sonucunda bir daha haber alınamayan bir aile, birbirinden ayrılmış ve kopmuş anne, baba ve kızları.
Kitapta sanat kuramlarını alt üst eden, kurmaca ve gerçek arasındaki ince çizgiyi didikleyen üçüncü bölüm Sanat Yargılanıyor’a geldiğimizde bir yıl daha geçmiş. Bir gün anlatıcının önüne bir manşet düşüyor: “Kayıp Eski Manken Hayatta, Birçok Suçla İtham ediliyor.” Virginia McCallister ya da yeni adıyla Viviana Luxembourg’un otuz yılda üç bini aşkın sahte olay üretip borsanın milyonlarca dolar kaybetmesine sebep olduğu söyleniyor. Sanığın savunması ise bambaşka. “Suçunu kabul edip etmediği sorulduğunda sanık en ufak bir suçluluk duymadığını, çünkü onun düşüncesine göre bütün bunların sanatının bir parçası olduğunu, sanatın ise, Greklerden beri bilindiği gibi, iyiliğin ve kötülüğün fevkinde, ahlakın ve adli yargılanmanın fevkinde egemen bir sistem olduğunu söylemişti.” 
İşte Vivian’ın bu yargı süreci bize roman içinde roman okutuyor diyebilirim. Anlatıcı bu kez olaylara dahil değil, gazeteci arkadaşı Tancredo mahkemeyi izlemeye Arjantin’e gitmiş ve bize olan biteni Tanrı anlatıcı aktarıyor. Merkezde Vivian ve Tancredo’dan başka polis memuru Alexis Burgos, avukat Luis Gerardo Esquilín gibi kahramanlar var. Olayı çözmeye çalışan, yüzlerce defterle boğuşup sanat kuramlarında boğulan avukatın çabalarına, işin içine girdikçe kaybolan, en sonunda kaçıp giden bir polise ve Vivian’ın mektup yazarak mahkemesine dahil olmaya çağırdığı birçok aykırı sanatçıya tanık oluyoruz. Vivian kendini kamufle edebilmiş, kayboluşu eserin kendisine dönüştürmüş sanatçıların peşinde. Bu nedenle bu bölümde Kafka’dan, Dante’ye, yazılan defterler nedeniyle Gramsci’den hayatıyla ilgili her şey müphem olan B. Traven’a kadar pek çok isme rastlanıyor. Fonseca bu bölümde onlarca hikâye anlatıyor ve bunların gerçekliğini sürekli sorgulamak, gerçekse bilgilenmek gerekiyor. Yazarın yaşı nedeniyle şaşkınlığımın sebebi asıl bu bölüm diyebilirim. “Sanat nerede başlar, nerede biter?” sorusu iliklerimize işliyor. 2002’de Moskova’da bir tiyatroya yapılan Çeçen terör saldırısının “bile” sanattan esinlenmiş olabileceğini okumak, bu bölümün en çarpıcı savıydı bence.
Dördüncü bölüm Güneye Yürüyüş, sonu nasıl bittiği bilinen o hac yolculuğunun iç yüzünü, bir çocuk kâhin uğruna yola çıkan ve aslında yolun yarısında onlara önderlik eden havarinin de bu yolculuğun da sahtekârlık olduğunu anlayan ama bunu kendilerine bile itiraf edemeyen kandırılmış müritleri anlatıyor. Tüketim toplumundan ve mutsuzluktan kaçtıkları Amerika’nın da, her şeyini üç kuruşa satabilen Ateş Toprakları’nın da özünde aynı olduğunun anlaşıldığı bölümde Yoev’in ve Virginia’nın tepkilerinin farklılığı ise işte romanın karakter derinliğini kurduğu yer.
Son bölüm Sondan Sonra’da artık 2014 yılına geliyoruz. Porto Riko’da Giovanna’nın bir sergisinin açılacağı haberini okuyan anlatıcıya hemen ardından modacıdan imzalı davetiye geliyor. Ölümünden seneler sonrayı bile planlamış Giovanna’nin mirası ne durumda, anlatıcı diyaloğu tamamlayabilmiş mi, bu bölümde ortaya çıkıyor. Sebald’vari bir biçimde fotoğraflarla süslenmiş bu bölüm bir son mu? İşte ondan emin değilim.
Hayvan Müzesi kolay okunmayan ama içinde kayboldukça çıkmak istemeyeceğiniz çok katmanlı bir roman. Günümüzdeki sahte haberleri düşününce özellikle önemli bir roman, zaten yazar da “Teşekkür” bölümünde Donald Trump’ı bu vesileyle anıyor. Latin Amerika’nın yeni romancılarını sevenlere, Roza Hakmen’in mükemmel çevirisiyle...


Banu Yıldıran Genç

Hayvan Müzesi, Carlos Fonseca
çev: Roza Hakmen
Metis Yayınları, Ekim 2019, 376 s.
* Bu yazı Agos Kirk'te yayımlanmıştır.

11 Ocak 2020 Cumartesi

Eskiden, çok Eskiden


Sürgünün ayıramadığı iki dost: Yorgo ve Fehmi

Petros Markaris, Heybeliada doğumlu bir yazar. Asıl adı Bedros Markarian. Ermeni bir babadan ve Rum bir anneden doğma. Yani Ermenilerle de Rumlarla da Türklerle de sorun yaşayacağı bir kimliğe sahip. 1954’te Atina’ya yerleşen ailesine rağmen memleketi Türkiye’de yaşamaya çalışsa da olmamış, 1964’te kendisi gibi Yunanistan pasaportlu on beş bin kişiyle beraber tehcire uğramış. Markaris, pek çok Theo Angelopaulos filminin senaristi, aynı zamanda Komiser Haritos polisiyelerinin yazarı. Bu polisiyeler ne şanslıyız ki hemen Türkçeye çevrilip burada da yayımlandı. Ve Türk yayıncılığının klasik özelliği olarak baskıları bitti, öylece kaldı. Sonra Can Yayınları ilk üç Haritos macerasını yeniden yayımlayınca sevindik ama bu kez de o üç kitabın devamını bekliyoruz. 

Eskiden, Çok Eskiden Komiser Haritos serisinin beşinci kitabı, Turkuvaz Kitap tarafından 2009’da yayımlandı, şu an yok. Türkiye’den göçüp gitmek zorunda kalan bir kadının memleketine İntikam Tanrıçası Nemesis misali dönmesini anlatıyor. İstanbul’a tatile gelen Haritos mecburen bu intikamların peşine düşüyor, böylece Komiser Murat’la Türkiye’nin utanç tarihine yolculuk yapıyorlar. Bu utanç ta Pontus Rumlarından başlıyor, Giresun’dan... Sonrası tarih kitaplarında birer satırla geçiştirilen şeyler, 1924 mübadelesi, 1955 pogromu, 1964 tehciri. Her cinayet bu utancı tekrar yaşatıyor. Bir yandan da İstanbul’a turla gezmeye gelmiş kafilenin, çoğu yıllar sonra memleketlerine dönmüş insanların duyguları var. Petros Markaris sık sık mizahla bu duygu yoğunluğunu azaltmaya çalışmış ama yok, olmuyor, anlatılanların ağırlığı mizahı bile silip atıyor. Gözlerim dolu dolu okuduğum kitaptaki bir cümle beni zaman makinesi misali geçmişe götürüyor: “Eskiden rakıyı da aynı şekilde içerlerdi. Viski içer gibi buzla değil; önce saf rakıdan bir yudum alınırdı, arkasından da bir yudum su. Eskiden İstanbullu Rumlar da Türkler de aynı şekilde önce özgün tadı alırlardı...” 

Eskidendi, çok eskiden
Yıllardır sağlık sebebiyle rakı içemeyen babam aynen böyle içerdi rakıyı. Su katmaz, buz atmaz. Yaşadığımız zamandan geçmişe baktığımızda “vay be ne günlermiş” diye hasretle anılan çocukluk geçirmek hayattaki en büyük şanslarımdan biriydi. Beş kişilik çekirdek ailemizin dışında sürekli görüştüğümüz kuzenler, amcalar, halalar, aile dostları vardı. Haftanın en az bir gecesini hep beraber geçirir, ayda birkaç kez de yirmi-otuz kişinin olduğu sofralarda toplanırdık.
Yılda bir, genellikle de yazları evi bir heyecan kaplardı. “Yorgo geliyor!” Bu haber biz çocukları daha da sevindirirdi çünkü Yorgo geliyorsa eğer gezme tozma günleri yakın demekti. Yorgo gelir, biz de tüm gençliğini birlikte geçirmiş, rakıyı susuz içmeyi birbirinden öğrenmiş babamla Yorgo’nun peşine takılırdık. Gülhane Parkı’ndan başlar, Kurtuluş’ta Madam Despina’da,  Arnavutköy Neşe Tavernası’nda feneri söndürürdük. 
Yorgo Fotiadis, babamın Beyoğlu’nda çalışmaya başladığı zamanlardan arkadaşı. Daha on dört yaşında Bolu’dan İstanbul’a göçüp pastanelerde çıraklık yapmaya başlayan babamın yolu Yorgo’yla kesişmiş, kendi imalathanesinde çörekler, çikolatalar yapan Yorgo ne biliyorsa babama da öğretmiş. Beyaz tenli, uzun boylu, yusyuvarlak kafalı (çocukken en çok bu dikkatimi çekerdi) Yorgo’yla, kara kaşlı kara gözlü Fehmi’nin gençliği nasıl geçmiş, neler yaşanmış çok da bilmiyoruz aslında. Babam bekâr odalarında arkadaşlarıyla kalır, şarap içip şişmanlamaya çalışırken Yorgo yaşlı annesiyle Tarlabaşı’ndaki evinde yaşarmış. Memleketimizde güzel şeyler kısa sürer, biliyorsunuz, bu arkadaşlık da on yıl sonra bir trajediyle sonlanmış. İstanbullu Rumlar 1924’ü, 1955’i sineye çekebilmişler belki ama 1964’te ellerinde yirmi kiloluk bavul, ceplerinde yirmi dolar, bir gün içinde memleketlerini terk etmeleri emredilmiş büyük yerden.**
Yunan tebaasından olduğu için evinden, işinden olan Yorgo, Türk vatandaşlığına geçmeyi göze alamamış çünkü o yaşta hem de astım hastası olduğu halde hemen askere alınması gerekiyormuş. Hazırlıklarını yapmış, babama “Evimi sen al.” demiş. Babamın cevabı olumsuz olmuş. “Sahibi kaçmış yuvada öteki kuş barınamaz.”* O dönem Beyoğlu’ndaki birçok pastaneye çalışan imalathanenin kapanmasına ikisinin de gönlü razı olmamış, babam devralmış. Sonra aradan yıllar geçmiş, babam annemle evlenmiş, birer birer kızları doğmuş, en yakın arkadaşı bunların çoğuna şahit olamamış ama yine de ara ara buluşmuşlar. Ve işte böylece iki arkadaşın bundan sonraki buluşmaları bizim de katıldığımız coşkulu bir gezme, yeme, içme ritüeline dönüşmüş.

Aklımda parça parça bir sürü görüntü var, Neşe Taverna’sında ortadaki süs havuzunun etrafında dans etmek, Despina’da masada yarı Rumca yarı Türkçe konuşmalardan sıkılıp birleştirilmiş iki sandalyede uykuya yatmak, yıllar sonra ilk yazlığımızı aldığımızda Yorgo’nun hemen davet edilmesi ve siesta’larında ses etmeden uyanmasını beklemek, hep birlikte Çanakkale’ye gitmemiz, Truva atındaki pozlarımız... 
Anıların benim için son bulduğu yer, işte o yaz, Çanakkale gezimiz. Sonrasında Yorgo astımının artması sebebiyle bir daha Türkiye’ye gelemedi. 1990’lı yılların ortasına geldiğimizde Beyoğlu bambaşka bir yer olmuş, pastaneler bir bir kapanmış, babamın Yorgo’dan devraldığı imalat sayesinde kurduğu pastane de bu sondan nasiplenmişti. O ara nasıl oldu bilmiyorum babam eski arkadaşlarından Yorgo’nun durumunun ağırlaştığını haber alıp atlayıp Atina’ya gitti. Hayatta hiçbir yerde kalmayı sevmeyen, rahat edemeyen babam ‘64’te göç eden arkadaşlarında kaldı günlerce, Atina’nın güneşli balkonlarında kurulan sofralarda hasret giderdi, akşamları tavernalarda yedi içti, en önemlisi Yorgo’yla hastanede hasret giderdi, helalleşti ve yanında koca bir sandıkla döndü.


 Babamın sandığı
Evinden ilk kez bu kadar uzak kalan babamı kapıda koca bir sandıkla gördüğümüzdeki şaşkınlığımızı hatırlıyorum en çok. Sonra babam anlatmaya başladı. Gözleri dolu dolu. Yorgo hastane odasından arkadaşlarını organize etmiş, “Fehmi hangi mağazaları geziyor, hangi vitrinlere bakıyor, nelerin fiyatını soruyor” diye. Babam da bir zamanlar iki ablama Bavyera yemek takımı alıp bana almamasının vicdan azabını yıllardır çektiğinden vitrinlerde hep Bavyera yemek takımlarına bakıyormuş. Bir modeli beğenip fiyatını sormuş bir gün. Sonra Atina’da otobüse binecekken arkadaşları çıkarıvermişler sandığıyla beraber yemek takımını “Yorgo’dan” diyerek. Kendimi bildim bileli sulu gözlü bir insan olduğumdan son cümlede gözyaşları içinde odama kaçtığımı hatırlıyorum. Böylelikle babamın en küçük kızının en değerli çeyizi Bavyera yemek takımı, en yakın arkadaşından hatıra oldu. 

Sonra bir akşam eve geldiğimde annem kapıyı açtı, bir garip baktı bana. Aynı romanlarda denildiği gibi, soru soran gözlerle baktım. “Yorgo...” dedi. Anladım. Babama baş sağlığı diledim, dokunmaktan hoşlanmayan bir aile olduğumuz için sarılıp ağlayamadık, ayrı ayrı odalarda sessizce ağlamayı tercih ettik. İşte Yorgo’nun hikâyesi bugün Tatavla’da evimin salonunda, gözüm gibi baktığım yemek takımında devam ediyor. 

Haritos’un çaresizliği 
Her acı biricik, yarıştırmak mümkün değil diye düşünsem de Eskiden, Çok Eskiden’i okuduğumda Yorgo’yla babamın hikâyesinin ayrılığa rağmen güzel olduğunu düşündüm. Başlarına gelen onca felaketten sonra burada kalan Rumların dertleri bambaşka, çekip gidenlerinki bambaşka. Kitapta İstanbul’da kalan Rumlardan Bayan Kurtidu bir yerde öyle bir patlıyor ki Atinalı Haritos’a, devletlerin vatandaşlarını aslında yeri geldiğinde tehdit unsuru olarak kullanılacak piyon yerine saydığı apaçık gözümüzün önüne seriliyor: “Kıbrıs krizi yüzünden hemen hemen bütün doktorlar, mühendisler, bilimadamları gittiler. Sadece avukatlar kaldı burada, İstanbullu Rumların malvarlığından biraz daha kazanabilirler de ondan. Biz perişan olmak üzereyken siz Yunanlılar kulaklarınızı tıkayıp gözlerinizi kapattınız. Kıbrıs Yunandır diye bağırıp bizi Türklerle karşı karşıya getirdiniz. Elinize ne geçti peki? Yarım bir ada. Bari tamamı olsaydı içim yanmazdı. Neye inanıyorum biliyor musunuz komiser bey? Sizin biz İstanbullu Rumlara hiç aldırmadığınızı Türkler bilselerdi, saçımızın teline bile dokunmazlardı.” Komiser Haritos’un bu cümlelere verecek bir cevabı yok, karşısındaki kadının aslında ona bağırmadığını biliyor. Bugün de pazarlık konusu yapılan insanlara dair neler neler duyuyoruz, savaştan kaçıp gelenler adına utancımızdan yerin dibine giriyoruz ama galiba devlet nezdinde hiçbir şey değişmiyor.
Petros Markaris Eskiden, Çok Eskiden’i yazarak geçmişiyle, gençliğiyle, geride bıraktıklarıyla hesaplaşmış. Haberi olmasa da yıllardır anlatmak istediğim, benim için çok özel bir hikâyeyi aktarmama vesile oldu. Keşke Can Yayınları telifini aldığı bu yazarın kitaplarını sırasıyla basmaya devam etse de Komiser Haritos polisiyelerini eksiksiz olarak okuyabilsek. Daha kim bilir ne hikâyeler var anlatacak...

Banu Yıldıran Genç

* Yaşar Kemal, Yağmurcuk Kuşu

** Konuyla ilgili daha fazla bilgiyi aşağıdaki link’lerde bulabilirsiniz.



* Bu yazı daha önce Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır.

28 Aralık 2019 Cumartesi

Ülkenin Sonuna


Ülkenin Sonuna Geldik mi?

David Grossman 2017 senesinde Bir At Bara Girmiş romanıyla kazandığı Man Booker Uluslararası Ödülü sayesinde tanıdığımız bir yazar. Ödül alan bu kitabı Siren Yayınları tarafından hemen yayımlandı. Bu yaz ise yazarın daha eski bir romanını yayımladılar: Ülkenin Sonuna. Her iki kitabı da okumuş biri olarak bu müthiş yazarı bize tanıttıkları, ülkemizde neredeyse hiç bilinmeyen modern İsrail edebiyatından, Etgar Keret’ten bizi haberdar ettikleri ve bunu her biri birbirinden iyi çevirlerle yaptıkları için Siren Yayınları gerçekten de büyük bir teşekkürü hak ediyor.
Bir At Bara Girmiş’i okuyanlar bilecektir, Grossman’ın metnine uyum sağlamak, anlatılanların içine girmek çok da kolay olmuyor. Ülkenin Sonuna için de aynı şeyi söyleyebiliriz. İlk altmış sayfayı okurken anlatılanlar bir yere bağlanacak mı, gerçek dünyadan mı bahsediliyor yoksa bir distopya mı gibi sorular sorabilirsiniz. On altı yaşlarındaki üç gencin tanışma hikâyesi gerçek olamayacak denli trajik çünkü. Kurulduğu günden beri sayısız savaşın içinde olan İsrail’in ilk büyük savaşından biri 6 Gün Savaşı sırasında salgın hastalık nedeniyle karantinaya alınan, bulaştırma ihtimalleri yüzünden sığınağa sokulmayan, başlarında hiç durmadan ağlayan Arap hemşire dışında kimse olmayan terk edilmiş, kırk derece ateşli üç genç. Romanın üç kahramanı, Ora, Avram ve İlan.
Bu üç genç ölmek üzere oldukları hastanede tanışıp yıllar süren garip bir üçlü ilişkiye girecek. Romanın merkezinde Ora var, Avram’ı bir nebze kendi düşüncelerinden tanıyoruz, İlan’ı ise tamamen Ora’nın anlattıklarından. Bu üç gencin yaralarını, acılarını bilmek sonraki davranışlarını anlamlandırmamızı da kolaylaştırıyor. Grossman bu karakterleri derinleştirip kurarken bunu hiçbir biçimde dosdoğru açıklayarak yapmıyor, düz bir zaman çizgisinde ilerlemeyen romanda sürekli sıçrayarak çocukluğa, gençliğe ve bir sürü savaş anısına gidiyor, bu anılardan öğrendiklerimizle bugünün yaşantısını anlıyoruz. Bu nedenle aslında romanı bitirir bitirmez üstünden tekrar geçmek bayağı faydalı oluyor.
Üç arkadaş
Avram, grubun sanatçı ruhlusu, gevezesi, tutkulusu. Çocukken dayaklarıyla büyüdüğü babası Avram beş yaşındayken onları terk etmiş, bu dayaklardan sıklıkla nasibini alan annesiyle baş başa kalmışlar. Masmavi gözlü, kısa boylu, kendisini çirkin bulduğunu sıkça tekrar ediyor. İyileşip de okula geri döndüğünde Ora’ya yazdığı aşk mektuplarına karşılık olarak onun İlan’a âşık olduğunu öğrendiğinde okul bahçesindeki çam ağacına çıkıp herkese bedenini boşadığını söylemiş, yeni boşadığı alınyazısına kayıtsız kaldığını kanıtlamak için de hop diye ağaçtan aşağı atlayıp asfalta çakılmış. Avram hem başına gelenler, hem de kendisine yaptıklarıyla Ora’da olduğu gibi okurda da anaçlık uyandırıyor.
İlan’ı ilk başta Avram’ın sınıfında kimseyle muhatap olmayan burnu havada bir tip olarak tanıyoruz. Asker babasıyla Tel Aviv’de yaşamış olması bile bu hava için yeterli İsrail’de. Hastanede en ağır durumda olan o. Anne babası boşandığında eve sık sık erkek getiren annesiyle yapamayıp babasıyla yaşamaya başlamış, habire istemediği ortamlarda bulunmak zorunda kaldığından kendisini uzak tutmayı, olanlardan etkilenmemeyi öğrenmiş. Uzun boylu, yakışıklı. Mantık timsali olmasıyla da bir süre sonra Avram’ın onu tamamlayan en yakın arkadaşı oluyor. Ve evet, Avram kendini ağaçtan atınca öğreniyoruz ki Ora, İlan’ı seçiyor.
Ora, ateş, kızgınlık anlamına gelen ismiyle müsemma, kızıl kıvırcık saçlı, koca gözlü, uzun ince bir kız. Annesiyle hiçbir zaman aşamadığı soğukluğun arkasında bir başka trajedi yatıyor. Bir gün anne babasının odasındaki gardroba saklanan Ora, annesinin nöbet geçirdiğine şahit olmuş. “Annesinin çabucak odaya girip kapıyı kilitlediğini, sonra da sessizce kendine vurmaya başladığını görmüştü, karnını, göğsünü tırmalıyordu, arkasından kısık bir sesle çığlıklar atmaya koyuldu: ‘Pislik, pislik, Hitler bile seni istemedi.’ O an kararını vermişti Ora, kendine harika bir aile kuracaktı.” İkinci bölümde otuz iki yıl sonraya atlayınca görüyoruz ki Ora toplama kampından kurtulmanın sevincini tadamayan annesinin tersine harika bir aile kurmuş.
Yürüyerek azalan acılar
2000 yılına geldiğimizde yine gündemde savaş var, bu kez İkinci İntifada. (Bu arada tüm bu savaşları okuyarak öğrendiğimi eklemeliyim, romanda her İsraillinin bileceği bu savaşların adları verilmiyor. Yıllar önce Edebiyattan Tarih Öğrenilir mi? başlıklı bir yazı yazmıştım. Bu roman sayesinde tarih bilgime İsrail savaşları da eklendi.) Ora yirmi beş yıllık kocası İlan’la bir sene önce ayrılmış. İlan’dan da Avram’dan da birer oğlu var: Adam ve Ofer. Her ikisi de İlan’ı baba olarak biliyorlar, Avram sonradan öğreneceğimiz ve hak vereceğimiz sebeplerle babalık rolünü reddetmiş. Ora’nın koşturmacası, hayal kırıklığı ve korkusuyla başlayan bölümde öğreniyoruz ki Ofer üç yıllık askerlik hizmetini bitirmiş ve döner dönmez seferberliğe gönüllü olarak katılacağını beyan etmiş, tam da Ora rahat bir nefes almışken. İki oğlan büyütmüş, zorunlu askerlik hizmetlerinde onları üçer yıldan altı yıl yüreği ağzında beklemiş Ora bu haberle yıkılıyor ve Ofer’i yolcular yolculamaz bir totem yapıyor. “Yürekten pagan olan Ora küçük tanrılara, günlük ikonalara, ufak tefek mucizelere bel bağlardı. Eğer trafikte peş peşe üç yeşil ışığı yakalarsa, eğer yağmur başlamadan çamaşırları toplamaya vakti olursa, eğer kuru temizleyici ceketinde unuttuğu yüz şakellik banknotu bulmazsa, işte o zaman...” Böylelikle Ora, Ofer’le birlikte planladıkları Celile gezisine yalnız gitmeye karar veriyor. Yirmi sekiz günlük seferberlik emri boyunca eve dönmeyecek, dönmeyecek ki kötü haber vermeye gelenler onu bulmasın, o evde olmayınca kötü haber de olmayacak, gelemeyecek. İsrail kadar olmasa da yıllarını savaş ortamında geçiren bizler de bu duyguyu o kadar iyi anlıyoruz ki. Ora bir ara Ofer doğduğunda İlan’la eve gelişlerini hatırlıyor: “‘İşte al sana sevgilim, İsrail Savunma Kuvvetleri’ne bir asker daha doğurdum.’ İlan gereken cevabı vermekte gecikmemiş, Ofer büyüyene kadar barış olacağını dile getirmişti bir solukta. Peki hangimiz haklı çıktık?” Şu an on sekiz yaşındaki oğlumun doğumunda ben de o kadar emin bir biçimde söylemiştim ki bunu. Mantık yürüten İlan değil, duygularını sonuna kadar dinleyen Ora haklı çıktı.
Ora tam yola çıkacağı sırada yıllardır haber almadığı Avram arayıp terhis olan Ofer’i soruyor. Bu telefonla Ora’nın yolculuğuna Avram da -emrivaki de olsa- katılıyor. Roman böylelikle aradaki kayıp yılları, kritik olayları öğreneceğimiz bir yol romanına dönüşüyor. Gidilecek yol belli, ülkenin sonu. Patikaların, çiçeklerin, derelerin, göllerin, köpeklerin, arada bir başka insanların dahil olduğu bu yolda hiç durmadan konuşacak Ora. Oğlunu anlatacak Avram’a, o oğlunu tanıdıkça oğlu yaşayacak. Anlatılanların ağırlığını doğa betimlemeleri hafifletiyor. Savaş eşiğinde, doğa içinde, destan gibi bir roman. David Grossman’ın kolay okunur bir yazar olmadığını söylemiştim, bu romanda da baştan itibaren hangi cümleyi kimin söylediğini takip etmek gerekiyor. Konuşma çizgisi günümüzde zaten kullanılmıyor ama Ülkenin Sonuna’da “dedi Ora” ya da “dedi Avram” gibi okurun işini kolaylaştıracak cümlelere pek yer verilmiyor. Tanrı anlatıcı bazen Ora’nın bazen Avram’ın zihninde geziniyor, İlan’la Adam’ın kişiliğini, cümlelerini anlatıcının aktardıkları sayesinde kavrıyoruz ki her ikisi de ana karakterler kadar önemli neredeyse. 
Olayların ve karakterlerin çok derinlikli, çok ustaca çizildiğini belirtmeliyim, bu sayede okur kapılıp gidiyor zaten. Zamanlar, olaylar arasında sıçrayarak yazarın büyük bir titizlikle önümüze bıraktığı düğümleri yavaş yavaş, neredeyse son sayfaya dek çözüyoruz. Romanın sonuna geldiğimizde artık Adam’ı, Ofer’i doğumlarından itibaren; Ora, Avram ve İlan’ı ise on altı yaşlarından beri tanıyor ve her şeyi biliyoruz. Ora’nın yakın arkadaş olan iki erkekle de bir ara kesişen ilişkisi, Avram’ın 1973 Arap – İsrail Savaşı’nda yaşadıkları ve Ofer’in varlığını bir bakıma bu yaşadıklarına borçlu olması, İlan’ın Ofer’i kendi çocuğu gibi sahiplenmesi, çekirdek aile olarak geçirilen yıllar ve İlan’la Ora’nın ayrılığı...
Sonsuz bir ağıt
Son olarak bu romanın aslında baştan sona bir ağıt duygusu verdiğini söylemeliyim. Barış yanlısı David Grossman’ın 2006 yılında İsrail - Lübnan Savaşı’na karşı çıkarak hükümeti protesto etmesinden tam iki gün sonra küçük oğlu Uri askerde ölmüş. Yıllardır üzerinde çalıştığı romanı Ülkenin Sonuna’yı Uri yakından biliyormuş, roman daha bitmemiş ve Uri de aynı Ofer gibi zırhlı birliklerdeymiş. Grossman yas sürecinde romanı tamamlamış. İşte bu yaşanan olayın acısı sanki tüm romanda, Ora’nın tüm duygularında sezdiriyor kendini. Oğlunun ölümünden iki ay sonra David Grossman yüz binlerce İsrailliyle birlikte hükümete seslenmiş: “Tabii ki yas tutuyorum ama acım öfkemden daha büyük. Bu ülkeye yaptıklarınız için, bu ülke için acı çekiyorum.”
Bu büyük yazarı, uzun yıllardır bir erkek tarafından yazılmış en iyi kadın karakter olarak tanımlayabileceğim Ora’yı tanıdığım için çok mutluyum. David Grossman tüm yaşadıklarına karşın bir umut abidesi gibi dikiliyor insanlığın karşısında. Yedi yüz sayfalık bu romanı hiç tökezlemeden çeviren, birçok kelime oyununun altından ustalıkla kalkan çevirmen Dilek Şendil’in de romana katkısını unutmamak gerek.

Banu Yıldıran Genç

Ülkenin Sonuna
David Grossman
çev: Dilek Şendil
Siren Yayınları, Ağustos 2019, 709 s.
* Bu yazı Agos Kirk'in Eylül sayısında yayımlanmıştır.

13 Aralık 2019 Cuma

Beterotu


Plaza’lardan Toki’lere bir Türkiye manzarası
Pınar Öğünç’ün ilk öykü kitabı Aksi Gibi’yi tanıttığım yazıyı Notos’un 51. sayısına yazmıştım. Öğünç, gözlem gücünün ilginç bakış açısıyla birleştiği öykülerle dolu yeni kitabı Beterotu’yla yine bizi bize anlatmaya devam ediyor.
İnsanlarda kimsenin görmediği ya da dikkat etmediği davranışlar, hiç farkında olmadan yapıverdiği jestler ve mimikler, ne anlama geldiğini çok da fark etmeden çıkardığı sesler belki de Öğünç’ün uzmanlık alanı çünkü aynı dikkati, gözlemi haber dilinde de ustalıkla kullanıyor. Bir mahkeme gününün anlatıldığı habere eğer Pınar Öğünç dahil oluyorsa biz mahkemedeki insanlarla, dışarıda bekleyenlerle, havasıyla, doğasıyla, ortamıyla tüm atmosferi hissedebiliyoruz. Böyle büyülü bir dokunuşu var. Beterotu da öyle bir öyküler toplamı olmuş ki ileride bir gün, dünya denen yer hâlâ var olursa bu kitabı okuyanlar 2020’li yıllara doğru Türkiye denen ülkede neler oluyormuş neredeyse hepsini öğrenecekler: Şehirlerin en uzak noktalarına kondurulmuş toplu konutlar, definecilik belası, Ermeni gömüleri, beyaz yakalıların mutsuzluğu, kentsel dönüşüm, işçi cinayetleri, inşaatlar sebebiyle yerinden yurdundan edilen yaban domuzları, whatsapp denen ayrı dünya ve herkesin bir şekilde terörist olduğu bir sistem... Hepsi bazen satır aralarında bazen göz önünde Türkiye Cumhuriyeti’nin anlatılmayan gizli tarihi olageliyor sanki.
Orhan Koçak’ın Pınar Öğünç öyküleri üzerine yazdığı yazıda söylediği gibi: İnsanın ‘içini ısıtan’ öyküler değil bunlar, ama artık kim tam ‘Sait Faik’ gibi yazma gücünü kendinde buluyor ki. Öğünç içinde bulunduğumuz hayata bakıyor ve orada genellikle balçık görüyor, ancak ‘faziletsiz mağduriyet’ gibi bir deyimle tanımlanabilecek bir toplumsal manzara. Herhangi bir kurtarıcı bakışa cevap vermeyen kaskatı sefillik.*” Gündemden ve gerçekten hiçbir biçimde kopamadığımız bu coğrafyada İskandinav ülkelerindeki gibi öyküler, romanlar yazılması, bir Erlend Loe nahifliği, mizahı hakikaten imkânsız geliyor artık bana. O yüzden Öğünç’ünki gibi toplumsal gerçekçiliği yeni ve bambaşka bir boyuta taşıyan öyküleri seviyorum.
Bu yazıda bahsedeceğim üç öykü de bir biçimde inşaatla ilişkili, bazısı doğrudan, bazısı dolaylı. İnsan inşaatın edebiyatta ve tabii ki hayatımızda bu kadar büyük yankısı olmasına şaşırıyor ister istemez. Dikkat çekici öykülerden ilki Bir İleri İki Geri. Allah’ın unuttuğu bir yerdeki toplu konutlarda çocukları sayesinde tanışan iki ailenin hikâyesi gibi başlasa da çocukların sokakta oynarken bulduğu kırık bir parçanın tarihi esere benzemesiyle bambaşka bir Türkiye hikâyesine dönüşüyor. Büyükşehir belediyesinde çalışan muhafazakâr Ender’le ocakbaşı ustası Hüseyin’in yaşadıkları site ve tatil günlerini geçirdikleri AVM dışında pek de ortak noktaları yok. Hatta Hüseyin’in çalıştığı lokantaya gidip de alkollü olduğunu fark eden Ender’in aldığı önlemler öykünün gülümseten bölümünden. Giriştikleri definecilik macerasının ikisi için de anlamı aynı: Hayatta bir kez olsun kazanmak. Hüseyin daha arka planda kalsa da Ender hinliği ve kendisini “daha” akıllı sanmasıyla günümüz Türkiye insanının prototipi aslında. Hak ettiklerini alamamış, kaderin sillesini yemiş, oysa her şey onun hakkı. Bulduğu parçayı soruştururken köydeki akrabasına söylediği “Hem Ermeni işi daha kolay oluyor diye ben hep duydum zamanında köydeki arkadaşlardan, onların yalancısıyım yani, hani hızla çıktıkları için evden, onlarınkiler daha yakına gömülü oluyor şeklinde.” cümlesi ise içerdiği gizli anlamla ısrarla reddettiğimizin aslında ne kadar aleni bir bilgi olduğunu yine yüzümüze çarpıyor. 
Çimento öyküsünün merkezinde bu kez toplu konut değil kentsel dönüşüm var. Tam olarak semt adı verilmese de Saliha Hanım’ın büyüdüğü köşkten, bahçeden ve durmaksızın kentsel dönüşüme giren apartmanlardan bahsedilmesi Bağdat Caddesi’ni akla getiriyor. Bu kez Öğünç’ün keskin gözlemi Beyaz addedilen Türkler üzerinde. Saliha Hanım’ın yaşadığı köşk, önce üç katlı, sonrasında ise altı katlı kocaman bir apartmana dönüşüyor. Bunamaya başlayan Saliha Hanım’ın kesik kesik anıları da, kitaba adını veren Beterotu ve köşkün bahçesinde bir zamanlar yetişmiş başka birçok bitki de  parçalı bir biçimde ilerleyen öykünün önemli katmanları. Kentsel dönüşümün üzerinden bir sene geçmiş, Erinç ailesinin her ferdi modern ve yeni dairelerine yerleşmiş, yaşlılara, çocuklulara, çalışanlara yardımcı tutulan Özbek kadınlarla hayat kolay ve sorunsuz ilerliyor. Ta ki müteahhitin kendine ayırdığı dairelerden birine taşınan kiracı, genç ve meraklı Esra Tanol kurcalanmaması gereken bazı şeyleri kurcalayana kadar... Ucu işçi cinayetlerine uzanan bu şeyler sayesinde aile denen yapı bir kez daha gözlerimizin önüne seriliyor. Çıkarların en ön planda olduğu bu kutsal yapı böylesi bir sallantıyı hasarsızca atlatabilir mi? Tabii ki atlatabilir, “ailemizin huzuru için” cümlesi aynen vatan, millet söz konusu olduğundaki gibi, her şeyi halı altına süpürebilir.
Kitabın son öyküsü Ceylan ile Kâmuran en azından öyküde yer alan aileyle, Ceylan ve babası Himmet’le içimizi bir nebze olsun aydınlatıyor. Ceylan’ın güçlü karakteri, ne istediğini bilen genç bir kadın oluşu ve vicdanı bataklığın içinde açan bir çiçek misali sevindiriyor insanı. İnşaat motifi bu kez öyküyü bambaşka bir yerden sarıyor. Üçüncü köprü inşaatının Kuzey Ormanları’nda yerinden yurdundan ettiği, kimselerin sevmediği bir hayvancık Ceylan’la birlikte hayata tutunurken, yıkılacak apartmanları boşaltıp moloza çeviren Himmet’in elde kalan kapıları, pvc pencereleri, boruları köydeki evine taşıdığı külüstür kamyoneti sayesinde yeni memleketi Nevşehir’e gidiyor. Himmet’in yaptığı işin anlatıldığı şu paragrafı okuduğumda bugüne dek şahit olduğum yıkımlar  geldi gözlerimin önüne ve yine düşündüm: Biz niye bir binanın nasıl yıkılıp boşaltıldığını bu kadar iyi biliyoruz? “Yüzlerini hiç görmedikleri insanların mutfaklarında nar lekeli sağlam fayansları ayıklar, bir gün karşılarına hiç çıkmayacak çocukların karaladığı duvarlara bakarlardı. Eski pasodan diskete, yün bereden lastik terliğe, bir sonraki eve taşınmaya değer görülmemişlerden bir hikâye uydurmaya vakit kalmadan çalışırlardı. Aplikler, borular, kablolar, prizler... Dev bir kemirgenin evi sarışı gibi hızla, her bir oda hani dolgusu düşmüş diş gibi kalıncaya dek sökerlerdi. Üçüncü kattan aşağı atılan kırık sandalyeler ve göçük yatak bazaları ve eski bisikletler ve eprimiş halılar, varsa ancak kıyamet günü yağabilecek tuhaf bir yağmur gibi uzaktan bakanı ürkütürdü.”
Pınar Öğünç geçen günlerimize şahitlik etmeye, bunları kendi gözünden ve sözcüklerinden süzüp öyküleştirmeye devam ettikçe yazının başında söylediğim gibi alternatif bir Türkiye tarihi ortaya çıkacak. Bu derece iyi gözlemlenmiş öykülerin daha etkili olmasının bir yolu Öğünç’ün öyküye bazen fazla gelen kişilerden, olaylardan vazgeçmesi olabilir. İlk kitabındaki öyküler daha kısa olduğundan fazlalıklar çok göze çarpmıyordu. Bu kitapta öyküler uzamış ve bu nedenle Çimento öyküsünün vurucu yanını Erinç ailesinin her birini tanıtan paragrafları okurken kaçırıyoruz, Bir İleri İki Geri’de Ender’i yeterince tanıyacağımız hâlde gereksiz bir biçimde beyzbol sopalarının üstüne yazılanları okuyoruz, öykünün merkezindeki erkeklerin eşleri Ayla ve Selma’nın geçmişteki iş hayatlarını bilmemiz de bize bir şey katmıyor. Tek bir fazla sözcüğün bile göze batabildiği öykü türünü teknik olarak bozan bilgiler bunlar. Daha çok o anla ilgilenirken geçmişi ya da etraftakileri bilmemiz gerekmiyor. Öğünç’ün öyküleri bunlardan arındırılsa çok daha vurucu, güçlü olacak. 

* Orhan Koçak, Pınar Öğünç’ün Öyküleri (I): Kanıksanmış Alarm, Birikim dergisi sitesi.
Banu Yıldıran Genç
Pınar Öğünç, Beterotu, İletişim Yayınları, 2019, 122 s.
* Bu yazı Notos'un 78. sayısında yayımlanmıştır.

29 Kasım 2019 Cuma

Övgü


Hayattan alacaklı olanlar
Komşum arada bir göz ucuyla bana bakıyordu, hissediyordum. Bense okuduğum kitaba dalmış hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi yapmaya çalışıyordum. Olmadı. Bir baktım karşımdaki sandalye yavaşça çekildi, dertli komşum beni azıcık rahatsız etmeye geldiğini söyledi. Alışkındım. İçkili geceler fazlasıyla hassas komşuma genellikle bu etkiyi yapıyordu. Buyur dedim tabii, komşuluk bunu gerektirir. Hiç eveleyip gevelemeden daldı lafa. Baba olmayı geçen otuz küsur yıla rağmen hâlâ öğrenemediğini söyledi. “Sizin işiniz kolay,” dedi sonra, “bebek rahminize düştüğü anda anne oluyorsunuz.” Tabii ki böyle düşünmüyordum ama komşularımla genellikle tartışmam. Uzaklara baktı sonra, belli ki bayram tatilinde bir araya gelen çoğu aile gibi mutlu geçen anlar gergin anlardan azdı. “Belgesel izliyorum hep,” dedi, “aslanların nasıl baba olduklarını biliyorum mesela, çekip gidiyorlar sonra.” Öylece dinlemeye devam ettim, kocaman kızları olan bir erkeğin duygularını dinlemek hoşuma gidiyordu. “Biz çekip gidemiyoruz,” dedi. Gidenlerin olduğunu söyledim, epey de çoktular. “Ben gidemem,” dedi, “gitmeyi de hiç düşünmedim.” Durdu yine. Uzaklara baktı. Biram olup olmadığını sordu, ben de içiyordum, şişelerimizi hayata kaldırdık. “Ama işte,” dedi, “hâlâ bilmiyorum baba olup olmadığımı, olabildim mi, bilmiyorum.” 
Komşum içini bir nebze de olsa döküp gittikten sonra bu soruyu kendine soran ne kadar az erkek olduğunu düşündüm. Anne olmak hakkında bile son yıllarda konuşulmaya başlanmışken altmışlı yaşlarda bir babanın böylesine içten ve doğru bir sorgulamayı yapacağı aklıma gelmezdi ama zaten komşum tanıdığım en nevi şahsına münhasır insanlardan biriydi. Kucağımda bitirmek üzere olduğum kitap tam da aslında kadınlık, hatta annelik ve babalık konularına değiniyordu. “Ne garip tesadüf oldu.” dedim, geçtiğimiz yaz da aynı yazarın iki kitabı üzerine kampta yaşadıklarımdan yola çıkarak bir yazı yazmıştım. Üstelik okuduğum kitap ilk olarak baba olmayı kendi gözünde bambaşka bir yere taşımış, kendince bir babalık miti kurmuş bir adamın anlattıklarıyla başlıyordu. Yazıma nasıl başlayacağımı bulmuştum.

.............

Rachel Cusk, Çerçeve ve Geçiş’ten sonra üçlemesini Övgü’yle tamamlıyor. Bundan daha görkemli bir tamamlanış olamazdı sanki. İlk iki katıp hakkında yazdığım Anlatanlar ve Dinleyenler’de Rachel Cusk’ın Faye karakterini, anlatım tarzını, romanların nasıl bir yol izlediğini anlatmıştım. Övgü de aynı izlekle ilerliyor. İlk iki kitapta Faye’in dinledikleri genellikle ilişkiler ve ayrılıklar üzerineydi. Kendisi de kocasıyla yeni boşanmıştı ve anlatıcı olarak onun sesini çok az duyduğumuzdan neden boşandığını bilmiyor, sadece kocasıyla kendisini tanıyan herkesin çok şaşırdığını okuyorduk. 
Geçiş’le Övgü arasındaki zamanda Faye yeniden evlenmiş, çocukları biraz daha büyümüş, hatta romanın sonunda öğrendiğimize göre istediklerini yapma özgürlüklerini kazanmışlar. Roman Faye’in bir edebiyat festivaline konuşmacı olarak gideceği uçak yolculuğuyla başlıyor. Uçak yolculuğunda yanındaki adamın koltuğuna bir türlü sığamamasıyla sohbet başlıyor. Bu sohbetlerde Faye’in katkısı çok az, yine gerektiği yerde ve sadece bazı sorular sorarak dahil oluyor. Oysa karşısındakiler neredeyse hayatlarını baştan sona anlatacak denli güvenilir buluyorlar Faye’i. Belki de insanların tek istediği kendisini yargılamadan dinleyecek, araya girmeyecek iyi dinleyiciler. Belki de bu yüzden uçaktaki koltuklara da koridora da sığamayan kocaman adam Faye’e bir anda önceki gece hasta olduğunu öğrendiği köpeğini kimseye söylemeden uyutturduğunu, sonra da ailesi görmesin diye sabah yola çıkacağı halde bütün gece onu bahçeye gömmeye çalıştığını, sabaha karşı işinin bittiğini, uykusuz yola çıkmak zorunda kaldığını bir bir anlatıyor. Faye’in neden karısına dahi söylemediğini sorduğunda ise verdiği cevap romanın asıl konusunu belirleyen ilk cümle oluyor: “Pilot’u çok seviyorlardı, ama onu eğiten disipline sokan ve ona bu kişiliğini kazandıran bendim. Bir anlamda Pilot’u ben yaratmıştım, ben yokken benim yerime orada bulunsun diye. Onun için neler hissettiğimi başka kimsenin anlayabileceğini sanmam, bizimkilerin bile. Onların orada olması ve duygularının benimkilerin önüne geçmesi fikri bayağı dayanılmazdı.” Faye o kadar mükemmel bir dinleyici ki adamın bu bencilliğine hiç ses çıkarmıyor. 
Erkekliğin bu korumacı ve anlamlandırması biz kadınlara zor gelen güçlü olma güdüsüyle başlayan roman edebiyat festivali boyunca bizi kadınlık erkeklik hâllerine ama en çok da edebiyat dünyasında kadınların ne kadar dezavantajlı olduğuna, eşitsizliklere tanık olmamızı sağlıyor. Avrupa’da, cinsiyet eşitliği konusunda dünyanın geri kalanından daha doğru bir yerde durduğu bilinen bir kıtada, sanatın bir dalında, eğitimli ve yetkin, pek çoğu sanatçı insanların arasındaki eşitsizliği okumak, aslında hep bildiğimiz, zaten yaşadığımız bu durumun belki de hiç ama hiç bitmeyeceğini düşündürtüyor bize, bir lanet gibi... 
Mesela Galli yazar Ryan’la tanışıyoruz, yıllarca öğretmenlik yapan Ryan ününü ancak başka bir adla yazdığı kitapla kazanmış ve buna biraz canı sıkkın. Ayrıca bu kitap ortak bir kitap, biri kadın iki yazarlı ama müstear isim yine erkek ismi olmuş: “...ama tabii besbelli birincil kişi kendisi olduğuna göre bu hayali yazarın da erkek olması mantıklıydı.” Üstelik daha sonra eski öğrencisi bu kadın yazarın romanın geçtiği 15. yüzyıl Venedik’i konusunda uzman bir doktor olduğunu, romanın onun sayesinde kurulduğunu öğreniyor, yani niye birincil kişinin Ryan olduğunu bir türlü anlamıyoruz. 
Daha sonra Sophia’yla karşılaşıyoruz. Faye onunla daha önce Amsterdam’da bir panele katılmış ve bu panelde oldukça alakasız bir biçimde hepsi kadın olan katılımcılardan rüyalarını anlatmaları istenmiş. Sophia da o paneli hatırlıyor. “Erkek konuşmacıların katıldığı bir panelde onlardan rüyalarını anlatmalarının isteneceğini hayal edemiyorum, dedi. Moderatörün bizden sözümona dürüstçe cevaplar beklediğini sanıyordu; sanki bir kadının hakikatle olan ilişkisi en iyi ihtimalle bilinçdışı bir ilişki olabilirmiş gibi, dedi.” Sophia boşanmış ve çocuklu bir kadın yazar. Roman boyunca çocuklarının sorunlarıyla uğraşıp duran kadın edebiyatçılardan, Geçiş’te aynı şeyleri yaşamış Faye’den ve ne kadar iyi bir baba olduğunu, karısının tabii ki çalışmadığını, böylelikle kendisine yazacak vakit kaldığını böbürlenerek anlatan erkek yazarlardan biliyoruz ki Sophia’nın hayatı çok zor. Üstüne üstlük festivalin yapıldığı ülke bir Avrupa ülkesi olmasına rağmen bu tip konularda çok daha geleneksel. (Ülkenin adı verilmese de doğa betimlemelerinden, atlatılan büyük ekonomik krizden, din ve spor tutkunluğundan Portekiz olduğu anlaşılıyor.) “Babası spor arabayla gezer, sahildeki villasındaki kız arkadaşını ziyaret ederken, annemse günde beş kere telefon edip fazla açık sözlü olduğum ve evlendikten sonra çalışmaya devam ettiğim için her şeyin benim hatam olduğunu söylerken, bu küçük şehirde, minicik bir apartman dairesinde, hasta bir çocukla sıkışıp kalmış olmak bana çok hakkaniyetsiz gelirdi. Bu ülkede, dedi, kadınların kabul ettiği tek güç köleliğin gücü, tek anladıkları adalet de kölelerin kaderci adaleti. En azından annem oğlumu seviyor, dedi, ama fark ettim ki çocukları en çok sevenler onlara genellikle en az saygıyı gösteriyor.”
Sophia roman boyunca Faye’in bize en çok dinlettirdiği kadın. Sophia’nın konuşmayı sevmesi, kendisini oldukça açık yüreklikle ortaya koyması, hatta yazarlar yemeğinde oğlu sebebiyle aslında olamayan cinsel hayatından bile bahsetmesi yorumsuz bir biçimde bize aktarılıyor. Faye onun yakışıklı ve evli yazar Luís’nin peşinden koşmasını, sürekli onlarla oturması için ısrar etmesini de gözlemci olarak aktarıyor, Çerçeve ve Geçiş’ten sonra artık biliyoruz, Tanrı anlatıcı yok, her şeyi bilen yok, yorum yok, önyargı yok. Biz kendi kendimize Sophia’nın bizi duyacağını sanıp “Yapma, bu kadar ısrar etme, yaralısın evet, ama yapma.” diyoruz.
Sonlara doğru gidilen toplantılar, yenilen yemekler, gazetelerle bir türlü yapılamayan söyleşiler derken edebiyatla ilgilenen üç kadın bir araya geliyor. Konuşulan konular çok benzer. İlgisiz babalar, zor bir boşanma süreci, sonrasında cezalandırma taktikleri... Paola en sonunda aslında varoluşumuzu özetliyor: “‘Hayatta kalıyoruz’ dedi Paola, boş kadehini içine bakmak için eğerek. ‘Bedenlerimiz, işlerine yaramayacak hale gelince bile yaşamaya devam ediyor, onları en çok çileden çıkaran da bu. Bu bedenler, yaşlanarak, çirkinleşerek ve duymak istemedikleri gerçeği onlara söyleyerek var olmaya devam ediyorlar.’” Üç kadının arasında okura en uzak olanı ilk yazımda da anlattığım gibi Faye. Bütün bu yazdıklarından sonra nasıl olup da yeniden evlendiği soruluyor ona. Faye ise yasaların üstesinden onların içinde yaşayarak gelmeyi umut ettiğini söylüyor ki bizimki, Sophia ya da Paola’nınki gibi memleketlerde bu yasaların üstesinden gelmek mümkün mü gerçekten bilmiyorum.
Faye ülkesine ve çocuklarına dönmeden bir gün önce bulduğu yegane fırsatta kendini okyanusun sularına atıyor. Ve roman daha birkaç sayfa önce umutla konuşan Faye’in adına bizim küfretmemize yol açan bir finalle bitiyor. Erkekliğin özünde ne olduğunu imleyen bir anla...

...........

Övgü kadınlık erkeklik, annelik ve babalıktan başka daha pek çok şey hakkında bir roman. Arka planda yazarların hiç durmadan konuştuğu Brexit var bir kere. Her yazarın bu konuda Faye’e sorulacak bir sorusu ve yapacak yorumu var. Bu politik gelişmenin dışında festival ülkesinin nasıl bir vahşi kapitalizmden geçtiği, yayınevlerinin ayakta kalabilmek adına sudoku kitapları basması, gazetelerin kitap eklerini kapatması, kapanan ve yerlerine otel yapılan tarihi kitapçılar, e-kitaplar çıktığından beri kitapların devrinin bittiğini duyuran felaket tellalları var. Bütün dünyada bağımsız kitapçılar aynı kadere yenik düşerken, bağımsız yayınevleri birer birer kapanırken, gazetelerin kültür sanat sayfaları -hatta gazeteler- tarihe karışırken gelecekte biz okurları nelerin beklediğini hakikaten merak ediyorum.
Ama asıl meseleye dönersek kadınların bu kapanmamış hesabının nasıl görüleceğini bilmek ediyorum. Dünyadan alacaklıyız, bize eşit davranmayan tüm sistemlerden, devletlerden, erkeklerden, kocalardan, babalardan alacaklıyız. Hatta komşumun dediği gibi rahmimize düştüğü anda hiç de hissetmediğimiz ama sonra dibine kadar yaşadığımız, hayatımızın her ânını vicdan azabı, kaygı, gelecek korkusuyla dolduran annelikten, bizi istediği gibi kırabileceğini düşünen ve bunu her fırsatta yapan çünkü onları her koşulda sevmeye, affetmeye kurulu olduğumuzu sanan çocuklarımızdan da alacaklıyız.
Rachel Cusk bu kısacık romanlarda tüm bu alacaklarımızı yeniden hatırlamamızı sağlıyor ve bunu o uzak, mesafeli, yargılamayan anlatıcı tekniğiyle yapıyor. Romanın orijinal adı Kudos ve ödül anlamına da gelen Yunanca bu sözcüğün neden seçildiği yine başka bir sohbette aktarılıyor. Yazarak, çevirerek, düzelterek var olan, yazdıklarını yayımlatan ya da yayımlatamayan, erkekler dünyasında savaş veren tüm kadınlara, Rachel Cusk’a, çevirmen Lâle Akalın’a bu satırların yazarından da kocaman bir “kudos”!


Banu Yıldıran Genç
* Bu yazı oggito.com'da yayımlanmıştır.

14 Kasım 2019 Perşembe

Annelik


Doğurmak ya da doğurmamak...
Nebula Kitap’ın yayımladığı Annelik romanını çıktığı günden beri merak ediyordum. Geçtiğimiz hafta kitabı okuduktan sonra kadın edebiyatında bu derece güçlü, bu derece içten ve bu derece özgün bir sesi uzun zamandır duymadığımı düşündüm.
Annelik kadınlara dair bir kitap, evet. Kadınlara, annelerine hatta anneannelerine dair... 70’lerdeki kadın hareketinin güçlü ivmesinden sonra dünyanın o yöne daha hızlı ilerleyeceğini sanırken son on yıldır sadece bizim ülkemizde değil Amerika, Kanada, Avustralya gibi ülkelerde de muhafazakâr aile yapısının sürekli gündeme getirilmesi “annelik” meselesinin yeniden ele alınmasını gerektiriyor. Kadınların ne zaman evlenmesi, ne zaman boşanması, ne zaman ve kaç tane doğurması, hatta nasıl doğurması gerektiği bile erkekler tarafından dile getirilen, utanmadan ahkâm kesilen konular. Anneliğin bu denli kutsanması, kadının varoluş sebebinin annelik olması gerektiği dünyada sağ siyasetin hiçbir zaman vazgeçmediği yöntemlerden biri ve artık bu konunun daha fazla ele alınması gerekiyor çünkü kadınların derdi sadece başımızdaki yöneticiler değil, evrimsel süreçle gelen bir biyolojik saatimiz, her ay dengemizi bozup bizi başka başka hâllere sokan bir döngümüz, ne olursa olsun soyumuzu devam ettirmeye yönelik şaşmaz içgüdümüz var. 
Sheila Heti romanına Çin’in kehanet sistemi I Ching’i açıklayarak başlıyor. Üç madeni parayla altı kez yazı tura atılan bu sistemden esinlenilen bir teknik kullanılıyor romanda. Hepimizin kendimize sorduğumuz soruları romanın isimsiz anlatıcısı üç madeni paraya soruyor. Aldığı evet ve hayır yanıtlarına göre ise sorularını çeşitlendiriyor ya da canı sıkılıyor, bırakıyor. 
İsimsiz anlatıcımız romanın başında otuzlu yaşlarının ortalarını yeni geçmiş, annelik için biyolojik saatin tik taklarını duyuyor, sevdiği bir erkek arkadaşı var, yazar olarak adını duyurmuş... Yani dışarıdan bakan biri için şartlar gayet yerinde, çocuk sahibi olmaması için hiçbir sebep yok. Oysa erkek arkadaşın önceki evliliğinden bir kızı var ve kesinlikle bir çocuk daha istemiyor ve bundan daha önemlisi anlatıcı çocuk isteyip istemediğinden hiç emin değil, istiyorsa da toplumsal ve biyolojik baskılar nedeniyle mi istediğini sorgulayıp duruyor. 
Romanda psikanalitik okumaya, yorumlanmaya müsait pek çok rüya ve mitolojik figür var. Tevrat’ta geçen bir hikâyeye göre Yakup tüm ailesini nehrin diğer kenarına geçirdikten sonra yalnız kaldığında sabaha kadar bir yaratıkla güreşir, yaratık onu yenemeyince uyluk kemiğini kırar, yine de yenişemezler, Yakup’a artık kendisini bırakmasını söyleyen yaratık, “Beni kutsamadıkça seni bırakamam.” yanıtı alır ve onu kutsar, adının artık İsrail olduğunu söyler. Yakup sorsa da bu yaratığın adını öğrenemez ve Tanrı’yla güreştiğini düşünür. Anlatıcı nedense bir falcının ona lanetli olduğunu söylemesi sonrası bu hikâyeyi hatırlar ve Yakup’un neden güreşmeyi bırakmadığını sorgular. Yakup yalnızken saldırıya uğrar, sonuna kadar direnir ve istediğini alır, kutsanır ve yine yapayalnız, üstelik yaralı olarak istediğini almanın gönenciyle yürür. Yakup’un yalnızlığı anne olmayan kadının yalnızlığına benzetiliyor ve romanın son sözü tekrar buna bağlanıyor.

Yalnızlık örneklerini o kadar doğru yerlerden seçiyor ki anlatıcı. Yirmili yaşlarında çok net bir kararla kürtaj olmaya gitmişken kendisine kürtaj olmamasını tavsiye eden doktoru, istemediği hâlde ultrason görüntüsünü göstermesini hatırlıyor mesela. Yine Stockholm’daki bir kitap okuma turunda, editörünün aktardığı bir olay doğurmayan kadınların dünyanın en gelişmiş ülkelerinde bile nasıl baskılara maruz kalabileceğini gösteriyor. “Bu kadın son yedi yıldır biriyle beraber olmasına rağmen, üniversiteden beri görüşen arkadaş grubu içinde çocuğu olmayan tek kişiymiş. Editörüm arkadaşının ve kocasının çocuk istemediklerini söyledi. Ama bu arkadaş bazen yemek buluşmalarına gelmediğinde, hep birlikte onun hakkında konuşuyor, onun için üzülüyor, çocuk istemeyenin adam olduğunu, aslında onun istediğini söylüyorlarmış. Kadının hayatı herkesin ilgi odağıymış. Ben onun belki gerçekten de çocuk istemiyor olabileceğini söyledim, ama editörüm bu olasılığı kabul etmekte epey zorlandı; başka bir kadının çocuk istememesini hayal edemediği için değil de özellikle bu kadın arkadaş grubu içinde hâline hep birlikte üzülebilecekleri, kendilerini kıyaslayıp ondan üstün hissedebilecekleri bir kişi olarak iyice yerleştiği için sanırım. (...) Kendi hayatlarının daha iyi olduğu hissini onlara yaşatabilecek birine ihtiyaçları vardı.” Durumun ne kadar tanıdık olduğunu söylemeye sanırım gerek yok ama burada can alıcı cümle son cümle çünkü aslında çocuk konusunu durmadan açanlar gerçekten de çoğu zaman çocuk doğurup kendi hayatlarını, zamanlarını kaybolmuş hissedenler. Hayatlarında hiç olmadıkları kadar mutlu olduklarını, “tamamlanmış” olduklarını anlatıp duruyorlar. Anlatıcının iki yaşında bir kızı olan arkadaşını ziyarete gittiğinde ona “Anneleri çok kıskanıyorum, çünkü ne olursa olsun, yanlarında hep biri, onlara ait bir şey var.” dediğinde duyduğu cevap bu konudaki en dürüst cümlelerden biri ve bunu kurabilecek denli cesur anne gerçekten az: “Bu doğru değil. Önceden bir şeylerim vardı. Artık hiçbir şeyim yok. İşim yok... kızım bağımsız biri. Bana ait değil.” Bu doğru bakış açısıyla baktığımızda aslında “çocuk sahibi olmak” kalıbının bile ne kadar yanlış olduğu ortaya çıkıyor. Sahibi olduğumuz bir şey yok ortada.
Anlatıcı yaşadığı baskılar ve içindeki huzursuzluk sebebiyle yumurtalarını dondurma aşamasına bile geliyor bir yerde, sonra yine vazgeçiyor. Erkek arkadaşı Miles’ı çok sevdiğini biliyorken bu çocuk doğurma konusuyla ilişkisini de mahvettiği düşüncesi madeni paralara en çok sorulan sorulardan biri. Romanın ortasından itibaren Sheila Heti bölüm başlıklarını aylık döngüye göre koyuyor. Sırasıyla Pms, Kanama, Foliküler ve Ovülasyon adlarını taşıyan bu bölümler birkaç kez tekrar ediyor ve anlatıcının yaşadığı duygu değişikliği o kadar net bir biçimde aktarılıyor ki. Pms bölümlerinde anlatıcının yaşadığı duygu durum bozuklukları, içinden ateş fışkırırcasına Miles’la ettiği kavgalar, huzursuz rüyalar ve doruk noktasına ulaşan yaratıcılık, sonrasında Kanama ve rahatlama, verilen kararlara geri dönme, hayatını yoluna koyma isteği, Foliküler dönemde aynı kararlılıkla devam edebilme ve bir anda girilen Ovülasyon dönemiyle sokaktaki her çocuğu kucaklama isteği, doğum kontrol hapını kesip çaktırmadan hamile kalma planları, durmadan sevişme isteği... Sonra sil baştan. Tüm bu biyolojik faktörlere rağmen anne olmama kararının ne cesurca olduğunu anlayabiliyor musunuz?
Kimselerin bu derece içtenlikle bahsetmediği adet döngüsünü, erkek arkadaşıyla sevişmelerini, kavgalarını bize açan anlatıcının bir başka derdi de taşıdığını düşündüğü genetik ve kültürel miras. Sheila Heti’nin anlatıcısı Macar göçmeni bir Yahudi olması dolayısıyla otobiyografik özellikler taşıyor. Anneannesinin toplama kampından şans eseri kurtulmuş olması ve genç yaşta kanserden ölmesi, annesinin Kanada’ya göçmesinin hemen ertesinde annesini kaybetmesi ve yıllar boyu onu rüyasında görmesi, kendi çocuklarını sahiplenmemesi, çalışmayı tercih edip çocuk bakımını kocasına bırakması gibi faktörler de anlatıcının işini zorlaştırıyor. Aslında tüm bu sürecin sonunda geldiğimiz bir yer var ki bu değişmiyor: Kadınların kendi anneleriyle ilişkileri. Hem cennetimiz hem cehennemimiz olan o yer. Yaşlandıkça içimizden fışkıran annemizle ne yapacağımızı bilemememiz. Anlatıcı da annesiyle aslında tam olarak barıştığı bir dönemin sonrasında rahatlıyor, artık biyolojik saatini geride bıraktığını düşünmesinin huzuru da var bu rahatlıkta ama annesiyle ve geçmişiyle barışıyor, onunla konuşup anneliği tartışıyor. Böylelikle şu cümleleri kurabiliyor: “Bir çocuğum olduğunu her ne kadar göremesem de sahiden de olmayacağını hayal etmek tuhaf. Ama olmaması da en az olması kadar harika, beklenmedik ve özel geliyor bana. İkisi de bir tür mucize hissi veriyor. İkisi de büyük bir başarı gibi. Doğanın taleplerine uymak ve ona direnmek -ikisi de güzel- ikisi de kendine göre etkileyici ve zor.” Ve bu barışmanın sonucu bitirebildiği kitabını annesine okuttuğunda anneannesi, annesi ve kendisi arasındaki köprüyü kurabildiğini görüyor. O da bir çocuk getirmiyor dünyaya, bir roman getiriyor.
Annelik bana çok iyi gelen bir roman oldu. Çok erken bir yaşta, üstünde çok da düşünmeden doğurdum, böyle yaptığıma hiç pişman olmadım çünkü yaşım ilerlese yapmayacağımı biliyordum. Ama çocuk doğurmamayı seçenleri hep anladım. Oysa son üç beş yıldır sosyal medyanın hele hele bazı anne blogger’ların yorumlarıyla sanki yine çocuksuz olunmaması gereken bir çağa geri döndük. Tüm bu sahtelik, bu annelik kutsamaları, bu prensesler paşalar yetiştirmecilik umarım ileride bir gün normale döner çünkü hayatlarında anne olmaktan başka bir şey olamamış kadınların çocukları bunun için onları kutlamayacaklar.
Sheila Heti, Paris Review’a verdiği röportajda bir arkadaşının Annelik üzerine yorumundan bahsetmiş. “Eğer erkekler doğursaydı, Platon’dan başlayarak annelik hakkında yüzlerce kitap yazılmış olurdu ve felsefenin temel sorusu doğurmak ya da doğurmamak olarak değişirdi.” demiş. Çok doğru bir cümle olduğunu söyleyerek, tüm annelerin, anne olmamışların, anne olmayı düşünmüşlerin, çok eskiden anne olanların ve kadınları kıyısından köşesinden anlamayı düşünen erkeklerin okuması gerektiği bir roman olduğunu eklemeliyim. Nebula Kitap bizi iyi kitaplar, iyi çevirilerle buluşturmaya devam ediyor.

Banu Yıldıran Genç

Annelik
Shiela Heti
çev: Aslı Mertan
Nebula Kitap, Mart 2019, 286.

* Bu yazı Agos Kirk'in Ağustos 2019 sayısında yayımlanmıştır.

Dorothy Parker - Tüm Öyküler

  Aşk Eski Bir Yalan Delidolu Kitap’ın son dönemde bizi tanıştırdığı öykü yazarlarını büyük bir zevkle okuyorum. Daha önce Notos’a ...