1 Ekim 2014 Çarşamba

Olaylar Boksörün Pazı Sarmasını Yemesiyle Başladı

Boks şakaya gelmezmiş...
İletişim Yayınları, Ankara'dan genç öykücülerle bizleri tanıştırmaya devam ediyor. Giray Kemer'in temmuz ayında yayımlanan ilk kitabı Olaylar Boksörün Pazı Sarmasını Yemesiyle Başladı ikinci baskı için yola çıkmış bile.
Kitap, yazarın kendi deyimiyle “öykülerden oluşan bir roman”. Romandan farklı olan tarafı ise bir yapboz gibi dizilmiş olması, yaşananları kronolojik bir sıraya koysak ortadaki öykü başta, baştaki öykü de sonlara doğru olmalı mesela. Her öyküde anlatılan farklı bir kaybediş, bu kaybedişlerin sırasını, zamanını kahramanın yaşam çizgisine oturtmak öyküleri tekrar tekrar okuma isteği yaratıyor.
Öyküler tek bir karakterin yaşamına odaklı, birinci kişi ağzıyla yazılmış. Bu anlatım biçimi okurla en samimi ilişki kurulan anlatım biçimi olduğundan bazı tehlikeleri de yok değil. Giray Kemer bu tehlikelere düşmeden, zaman ve duygu atlamalarını ustalıkla halletmiş. Hatta iki sayfalık kısacık bazı öykülere zamanda geri dönüşleri bile sığdırmış.

Kahramanımız bazen üniversiteli, bazen mezun, genellikle işsiz, her zaman aşk acısından muzdarip, yakın arkadaşlarıyla kardeş gibi olmuş, dertli mi dertli bir amatör boksör. Boks salonunda ve boks terimleriyle başlayan ilk öykü Ayten, doğruyu söylemek gerekirse bu sporla hiç ilgilenmemiş, onla ilgili hiçbir şey okumamış, hatta boksu pek de sevmeyen biri olan beni korkuttu. Neyse ki Giray Kemer benim gibi okurlarına Nikotin öyküsünde güzel bir cevap hazırlamış: “Saçmalayışına takılmamaya çalışarak 'Bazı filmler önemli,' dedim. Ne dediğim hakkında hiçbir fikrim olmadan. Etkileyici bir şeyler söylemeye çalışıyordum. Requiem for a Heavyweight izlemeyen, sonunda ağlamayan, ya da Hemingway okumayan birinin boksu sevebileceğini düşünmüyorum.”
Öyküler genellikle Ankara'da geçiyor, Ankaralıların hep söylediği üzere “dostlukların orada farklı olduğu” hissediliyor. Yakın iki arkadaşın arasına giren bir kadın: Şehrazat, tekrarlanan bir film karesi gibi akılda kalan mezarlıktaki ayrılık, başka kadınlar, başka terk edilişler, bol içki, sigara, esrar ve hep dönülen arkadaş evleri... Duygusal bir karakter çizmesine rağmen sıradan bir romantizme esir olmaması yazarın en büyük artılarından biri. İçen, içti mi sapıtan, kavga eden, dayak yiyen, terk edildi diye hayatındaki her şeyin tepetaklak olmasına izin veren bir ana karakter karşımızdaki ama Giray Kemer öyküleri doğru anlarda bitirerek ya da gidişatı bir anda ustaca çevirerek son dönemlerde sıkça rastladığımız arabeske varan bir kaybeden edebiyatından uzak duruyor.
Kitabın ithafında ve verdiği bir röportajda özellikle Barış Bıçakçı'dan etkilendiğini söyleyen Kemer'in dili de onunki gibi sade. Kısa öyküye yakışan bir biçimde fazlalıktan, mecazlardan, gereksiz benzetmelerden uzak. Olan Bitmeyen öyküsündeki “Elimdeki şişeyi yenisiyle değiştirip; yan yana duran, birbirinden güç alan üç eski dostu andıran Topkapı Sarayı, Ayasofya ve Sultanahmet'e doğru, o günü düşünerek içmeye devam ettim.” cümlesi tarihi yarımadayla ilgili okuduğum en hoş cümlelerden biri örneğin. Oldukça yaratıcı öykü adları da muzip ve hatırda kalıcı.
Son dönemde öykünün tekrar öne çıktığını, büyük yayınevlerinin art arda öykü kitapları yayımladığını görmek oldukça sevindirici. Okurları pek çok genç öykücüyle tanıştıran İletişim Yayınları umarım bu kitaptaki düzelti hatalarını ikinci baskıda tekrarlamaz.

Banu Yıldıran Genç

Giray Kemer, Olaylar Boksörün Pazı Sarmasını Yemesiyle Başladı, İletişim Yayınları, 92 s.


*Bu yazı Notos'un 48. sayısında yayımlanmıştır.

16 Ağustos 2014 Cumartesi

Zeplin

İskandinav mitolojisi farklı öykülerle birleşirse...
Tuhaf ve iyi öykülere, romanlara az rastladığımız bugünlerde sizi İsveç kırsallarında, göllerinde dolaştırıp, sonra adı sanı belli olmayan garip dünyalara götürecek, bir an var olan sonra pof diye sırra kadem basan insanlarla tanıştıracak, mitlerin, efsanelerin bir insanın kaderini nasıl etkilediğini gösterecek bir kitap yayımlandı yaz başında.
İsveçli genç bir yazar olan Karin Tidbeck ve seçilmiş öykülerinden oluşan Zeplin adlı kitabı bana Ursula K. Le Guin'i ilk okuduğum zamanlarda hissettiklerimi anımsattı: Aynı heyecan, iyi bir şey okumanın verdiği tarifi imkânsız haz, kırsal yaşamın, sıkıntının ve eski inanışların nasıl ustaca harmanlandığını görmenin verdiği şaşkınlık.
Kitabın ilk öyküsü Beatrice şu cümleyle başlıyor: “Doktor Franz Hiller bir zepline âşık oldu.” Öykü bu farklı açılışından sonra Franz'ın Anna'yla kesişen yollarına uzanıyor. Anna da bir buhar makinesine âşıktır ve ondan hamile kalır. Öykü ilerledikçe Karin Tidbeck'in okuru içine alan güçlü anlatımı o kadar etkili olur ki, finalde yaşananlar hiç garip gelmez okura, “neden olmasın” diye omuz silkip bir sonraki öyküye yol alır.
Bütün öykülerin başlıca sorunlarından biri aslında çağımızın hastalığı olan sıkıntı ve bu sıkıntının başlıca nedenleri; günümüzde çarçabuk unutulanlar, anlık hevesler, ölümün kabullenilmesinin zorlaşması ya da herhangi bir kayıp... Tüm bu acılar yirminci yüzyıl sonu ve yirmi birinci yüzyıl başını betimlerken, Tidbeck bu sıkıntıları garip dünyalara, ilginç kurgulara yerleştiriyor. Distopik bir dünyanın ipuçlarını veren Arvid Pekon Kim? okurun kendisini sorgulayacak sorular sormasını sağlayabiliyor örneğin. Yurttaşların belli numaralara sahip olduğu, kimin aradığının ve tüm yaşamının santral memurlarınca görülebildiği, santral memurlarının ise gelen bütün aramaları aranan kişinin sesini taklit ederek cevapladığı bir ofis hayal edin. Kimsenin özel hayatı bilinmiyor, herkesin imzalamış olduğu SY-İY adlı bir belge var: Soru Yok-İfşa Yok. Beraber çalıştığınız bir iş arkadaşınız ansızın toza dönüşse, onu unutmanız kaç saniye sürerdi?
Kitabın en etkileyici öykülerinden biri olan Rengeyiği Dağı, eski inanışların insanların yaşamını nasıl etkilediğini anlatırken, ergenlik çağında baş edilmeye çalışılan sıkıntıyı okura anımsatması ve aktarmasıyla gerçekçi sayılabilecek öyküler arasında yerini alıyor. Babaları olmayan Sara ve Cilla'nın ninelerinin evini boşaltmak için şehirden köye gittikleri yazı anlatır öykü. Ergenlik sorunlarıyla boğuşan kızlar köydeyken ailelerinde birçok deli olduğunu öğrenir, hatta garip dayıları Johann'ı tanıdıktan sonra kendilerinde olup olmayacağını sorgularlar. Bütün köyün inandığı Vittra denilen perimsi yaratıklar da bu garip atmosfere eklenince, Karin Tidbeck'in hem acı dolu hem de mistik bir öyküyü anlatışındaki ustalığa şahit oluyoruz.
Bana unutulmaz Dune serisini anımsatan bir diğer öykü ise Augusta Prima, hatta bir sonraki öykü Teyzeler de bu dünyadan yola çıkarak yazılmış. Kroket sopasıyla oynanan, amacın golf topuyla uşakları öldürmek olduğu bir oyun, birbiriyle sevişip duran ikizler, çalıların dışında ölen yabancılar, konuşmamaları için dilleri kesilmiş, uşak olarak yetiştirilen peri çocuklar ve bu dünyanın bir köşesinde tek amaçları şişmanlamak ve çatlayıp ölmek olan teyzeler. Özellikle Teyzeler öyküsünde ele alınan ve detaylarıyla anlatılan şişmanlama süreci, çatlayıp öldükten sonra onların yerlerini alacak olan yeğenlerin hiç durmadan yemek yapmaları hayal gücünün neler kurabildiğini gözler önüne seriyor. Zaman kavramının olmadığı Augusta Prima ise günümüzdeki tüketimin, sınıflar arası uçurumun, “öteki”ne karşı olan acımasızlığın dünyayı nerelere götürebileceğini fısıldıyor sanki bize.

Karin Tidbeck yerelden evrensele nasıl başarılı bir yazar olunacağının kanıtı. Bunu özellikle İskandinav mitolojisiyle başarıyor. Kitapta yer alan Vitter, Pyret, cin, peri gibi doğaüstü yaratıklar, anlatılan halk hikâyeleri, karma evlilikler ve bunlardan doğan çocuklar, öykülerin çıkış noktasını oluşturuyor, hatta Pyret öyküsü tamamen bu doğaüstü varlığın araştırılma notlarından oluşuyor. Tidbeck bütün bu motifleri İskandinav ülkelerinin bildiğimiz melankolisiyle, ruhu boğan iklimiyle, günümüz dünyasının sorunlarıyla harmanlayıp unutulmayacak öyküler çıkarmış ortaya.
Kitabı okurken aklıma sıklıkla Mezopotamya efsanesi Şahmaran, Arap kökenli Yecüc ve Mecüc, Anadolu'da adı geçen Dunganga, Gulyabani, Karakoncolos gibi inanışlar geldi. Bu varlıkların şöyle güzel öykülere, romanlara konu olduğunu hayal etmek, Anadolu mitolojisinin evrensel bir edebiyat tadıyla işlendiğini bilmek ne güzel olurdu.
Umalım ki Aylak Kitap yeni Tidbeck eserleri için biz okurları bekletmesin. Yaratıcı kapak tasarımı, çok sık rastlamadığımız hard cover baskısı, Tülin Er'in başarılı çevirisi ve Tidbeck'in aydınlatıcı son sözü için farklı öyküleri sevenler kaçırmasın diyelim.

Banu Yıldıran Genç
Zeplin

Karin Tidbeck, Aylak Kitap, Haziran 2014, 151 s.
* Bu Yazı Agos Kirk'in 15 ağustos 2014 tarihli sayısında yayımlanmıştır.

Dolandırıcı Felix Krull'un İtirafları

Bir Dolandırıcının İtirafları
Can Yayınları, Thomas Mann'ın eserlerini yayımlamaya devam ediyor. Son olarak yayımlanan, Mann'ın tamamlayamadığı eseri Dolandırıcı Felix Krull'un İtirafları, bu usta yazarın ölmeden önce ulaştığı son noktayı biz okurlara gösteriyor.
Başyapıtı sayılan Doktor Faustus'u ve ardından Felix Krull'un İtirafları'nı okuyan biri olarak usta yazar, klasik eser, başyapıt kavramlarının insan zihninde tam olarak yerlerine oturduğunu söyleyebilirim. Doktor Faustus'ta işlenen temaya bağlı olarak romanın bütününe yayılan iç hesaplaşmalar, Alman mitolojisine, teolojisine yapılan göndermeler, müzikle kurulan ilişki okuyucuyu için zorlu ve çaba isteyen bir okuma vaat ediyorken, Dolandırıcı Felix Krull'un İtirafları'nda ise anlatıcının soylu olmayan bir ailede doğup doğru düzgün bir eğitim almamasıyla pekişen “alt sınıf” anlatısı olma iddiası daha romanın ilk satırlarında kendisini belli ediyor. Usta yazar kavramı işte burada anlamını kazanıyor: Anlatımın, konunun, işleyişin farkı oldukça net ama tüm bunların üstünde yazarın biçemi bütün eserlerde yazarın kim olduğunu belli ediyor.
Felix Krull sonradan iflas eden burjuva bir ailenin oğlu, daha çocukluğunda okula gitmemek için babasının imzasını taklit etmeye başlayarak kişiliği hakkında ipuçları veriyor. Kişiliğini gizli tutma isteği, kendisini başkası olarak hayal etme oyunları, kendisini zorlayarak gözbebeklerini küçültüp büyütebilmesi, nabzını hızlandırabilmesi daha çocukken farklı bir zekâyı işaret etmekte.
Eğer çevremdekilere biraz karışmış olsaydım, birlikte olduğum insanlarla hemen içli dışlı olurdum ya da zavallı babamın dediği gibi, hem dost hem de düşman davranışı sergilerdim; kısacası kendimi pek de güvenilmeyen bir yardımsever gibi gösterirdim, doğamın sırrına yaklaşmak, özsuyumun inceltilmesine ve yaratıcı güçlerimin çok kötü bir şekilde zarar görmesine ve zayıflamasına neden olurdu.” alıntısı Frankfurt sokaklarında yapayalnız dolaşan bir genç adamın tedbir, plan ve dikkat dolu cümleleri. Kendisiyle o kadar barışık, kendisinin “farklı bir ruh” olduğuna o kadar inanmış ki kadın simsarlığı yaptığı bir dönemden bile “bunu eğitimim ve gelişimim için son derece önemsediğim için yapıyorum” diyerek kendisini kandırabilir.
Felix Krull oldukça kurnaz bir biçimde zorunlu askerlik görevinden kurtulduktan sonra Paris'te bir otelde çalışmaya başladığı gün dört ayağı üstüne düşecek kadar da şanslı çünkü vaftiz babasının koyduğu ad Felix, Latincede şanslı anlamına geliyor. Şanslı beyimiz bulduğu mücevher kutusuyla kendisine başka sınıftanmış gibi gardırop düzerken, bir yandan da otelde çalışarak farklı insanlarla tanışmaya çalışır. Zekası kadar yakışıklılığı da bu yolda kendisine yardımcı olmaktadır.
Şansının yaver gittiği en büyük ân ise bir baronun kendisine onun yerine, onun kimliği ve parasıyla bir yıllık dünya turuna çıkmayı teklif ettiği ândır. Sevgilisinden ayrılmak istemeyen baronla kimlik değiş tokuşu yapan Felix Krull'un önünde yepyeni bir yaşam vardır artık.

Thomas Mann'ın Romanyalı hırsız Georges Manolescu'nun anılarından esinlenerek yazdığı bilinen bu roman ne yazık ki tamamlanamadan, tadı okurun damağında kalarak bitiyor. Manolescu'nun bir Alman prensinin adıyla Cenova'da bir soyluyla evlendiğini, çocuğu olduğunu yaşam hikâyesinden biliyoruz fakat Felix Krull'umuzun itirafları maalesef o kadar ilerleyemeden son buluyor. Romanda anlatıcının sık sık daha sonra anlatacağını belirttiği olaylardan, Thomas Mann'ın yazacaklarını kurguladığını anlayabiliyoruz. Bunları öğrenemesek de büyük bir yazarın son eserini okumak, dil ustalığını görmek adına Dolandırıcı Felix Krull'un İtirafları okunabilir. Bazı cümlelerde anlatım bozukluklarına rastlansa da Kasım ve Yadigar Eğit'in başarılı çevirisinin de bu zevkli okumada kuşkusuz payı var.

Banu Yıldıran Genç
Thomas Mann
Dolandırıcı Felix Krull'un İtirafları

Can Yayınları, Temmuz 2014, 476 s.
* Bu yazı Agos Kirk'in 15 Ağustos 2014 tarihli sayısında yayımlanmıştır.

23 Temmuz 2014 Çarşamba

Vartanuş'un Ali'si

Bir ömür gizlenen kimlikler...
2015'e bir yıl kala yıllardır saklanan, sır kabul edilen Ermenilerin trajik hikâyeleri daha sıklıkla karşımıza çıkmaya başladı. 100 yıldır üstü kapatılmaya çalışılan bir gerçeklik artık karşımızda; saklanamaz, yok sayılamaz durumda. Yavaş da olsa bir şeylerin değiştiğini görmek, en azından insanların bu sırları anlatmaya başlaması insana umut veriyor.
Vartanuş'un Ali'si de yıllarca kimliğini saklamış bir Ermeni gelinin dramından yola çıkarak yazarın babasının yaşamını anlatıyor. Aysel Kılıç Karslı'nın babaannesi olan Vartanuş, evlendiği gece askerlerin önüne katılarak 2 gün aç ve susuz yürütülmüş, uğradıkları ilçede üstünde gelinliğinin olmasının getirdiği şansla kaymakamın dikkatini çekmiş, acıdığından olsa gerek evine aşçı olmuştur. Ailesinden kalan çok azdır, bir kızkardeşi Cemile adını almış ve Samsun'a gitmiş, erkek kardeşi ve annesi yolda eşkıyalar tarafından öldürülmüş, babası ise Suriye'deki kamplara dayanamayıp Amerika'ya göç etmiştir.
Sultan adını alan Vartanuş, kaymakamın evinde canla başla çalışır, okuma yazma bildiğinden çocukları eğitir, dokuma bildiğinden kadınlara dokumacılık öğretir. Daha sonra çıkan bir kısmetiyle evlenir ve dayakla, acıyla geçen bir yaşama adım atar. Bu yaşamda adına, dinine, kaybettiği ve bir daha göremeyeceği ailesine, severek evlendiği ve düğün günü ayrıldığı nişanlısının anısına yer yoktur.
Birçok çocuk doğurur, bazıları ölür. Yazarın babası olan Ali Kılıç hayatta kalan iki çocuğundan biri ve bir gece sırlarını anlattığı sırdaşıdır. Kocasından “gavur dölü” sözünü işite işite dayak yiyen, çocuklara Ermenice ninni söylenmesi yasaklanan, ailesinden bihaber yaşamaya çalışan, gerçek adını kullanamayan bir kadındır Vartanuş, dinini ve adını değiştirmek zorunda kalan binlerce Ermeni kadını gibi.
Vartanuş'un hastalanıp ölmesinden sonra hikâye Ali'nin cahil babasından çektiklerine doğru bir yön değiştirmekte, Ali zar zor okur, Köy Enstitülü bir öğretmen olur, ömrü boyunca din, ırk, mezhep ayrımı yapmadan çevresine yararlı bir insan olmaya çalışır. Yazar Aysel Kılıç Karslı'nın da son sözde yazdığı gibi 90'lı yaşlarda da olsa annesini unutamayan biri olarak yaşananları tüm gerçekliğiyle duyurmaya vesile olur.
Resmi tarihin bizlerden sakladığını sözlü tarihle, ailelerin hikâyeleriyle öğrenebiliyoruz maalesef. En ateşli insan hakları savunucuları bile soykırım sözcüğünü kullanıp kullanmama konusunda hâlâ tedirgin. Oysa şu kitapta yaşananları okuyan, Doğu Anadolu'da herhangi bir aileden yaşananları dinleyen bir insanın yapılanı tehcir diye adlandırılması öğrendikleriyle çelişir. Aysel Kılıç Karslı da romanında çoğu zaman tehcir sözcüğünü kullanmakta, sadece bir yerde soykırım demekte. Bu çok önemli olmasa da şöylesi resmi tarih kokan cümlelere rastlamak yadırgatıyor okuru: “Bazı Ermeniler dış güçlerle işbirliği içindeydi. Dış güçlerin de kışkırtmasıyla bazı Ermeniler Türk köylerini basmış, bazı Türkler de Ermeni köylerine baskın düzenlemişlerdi. Osmanlı hükümeti de Ermenilerin tehcirine karar vermişti.”
Tarihsel olaylar böyle ders kitabı cümleleriyle açıklanırken yaşanan, duyulan olaylar tüm gerçekliğiyle ve oldukça çarpıcı bir biçimde aktarılıyor. Sarıkamış'tan dönerken önce çarıklarını, sonra da ölmüş ve yabani hayvanlar tarafından yenmiş bir eşeğin kuyruğunu kemire kemire hayatta kalan bir başka Ali'nin hikâyesi, Vartanuş'un baba evini bulup oraya dönmesiyle duvardaki iğnelikte asılı kalan iğneyi ve ucunda sallanan yorgan ipini görmesi ve bu görüntünün yarattığı acı gibi detaylar çok güçlü.
Bunların dışında bir insanın babasının biyografik romanını yazması zor olsa gerek ki anlatılan Ali Kılıç romanda mükemmel özellikleri olan bir tipten sıyrılıp karakter özelliği kazanamıyor. Annesi öldükten sonra yatağına uzanıp ağlarken aklından geçen “Yakında anamın kokusunu yel, yerini de el alır.” düşüncesinin 9 yaşındaki bir çocuğa uymaması gibi.
Bunların dışında romanı bölerek aynı bir halk hikâyesinde olduğu gibi ağıtlara, ninnilere, manilere yer verdiği bölümler de var Aysel Karslı'nın. Bu şiirlerin bazıları Vartanuş'un ağzından yazılmış, bazıları babasına, bazıları da kendisine ait.
Yer yer tekrarlanan bilgiler -Kör Fadik'in adının nerden geldiği gibi-, birden yok olan karakterler -İstanbul'a giden doktor enişte ve teyze gibi-, sonlara doğru hızlanıp roman kurgusundan çıkıp biyografiye dönen bölümler olsa da Aysel Kılıç Karslı'nın attığı son derece önemli bir adım. Kitapta Nadiye olmuş Nadya'ları, Meryem olmuş Mayrig'leri okudukça her ailenin böyle bir sırrı olabileceğini göreceksiniz. Yıllarca saklanan bir sır ve dünyanın en ağır yüküyle yaşamış, belki kimselere anlatamamış kadınlar... Öldürülmekten kurtulmuş, fakat askerlere, doktorlara, hükümet görevlilerine bazen evlatlık, çoğunlukla hizmetçi olmuş, adını, dinini değiştirmiş, günü geldiğinde de uygun bir kısmetle evlendirilmiş Vartanuş'lar...
Fethiye Çetin'in “Anneannem”inin açtığı yolda ilerleyen bu anlatılar, seneye 100. yılını dolduracak bu acıyı anlamamıza, bu ağır yükü taşımamıza yardımcı olacak.

Banu Yıldıran Genç
Vartanuş'un Ali'si
Aysel Kılıç Karslı

Cinius Yayınları, 204 s.

4 Haziran 2014 Çarşamba

Kırık Kalp Sendromu

Konuşur Gibi Yazılmış Bir Roman
Ayşe Başak Kaban öykülerden oluşan ilk kitabı Ben, Kendim ve Bergen'den kısa bir süre sonra ilk romanı Kırık Kalp Sendromu'yla karşımıza çıktı.
Bir intikam romanı olarak da okunabilecek Kırık Kalp Sendromu, hayatında hep yanlış adamları seçen İris'in aldatmalarla dolu evliliğinin bitmesinin hikâyesiyle başlıyor. Birinci tekil kişili anlatımı seçen Kaban, okura da “sen” diye hitap ederek yakın ve son derece açık bir anlatıyı tercih edeceğinin ipuçlarını veriyor.

Türkiye'de '80'lerden sonra değişen “kadınlık” algısının 2000'li yıllarda nereye geldiğini göz önüne sermesi açısından oldukça gerçekçi bir roman olduğunu söyleyebilirim. Genellikle iyi eğitim almış, aşk evliliği yapmış, “Çocuk da yaparım kariyer de” diyen, kendi bakımını da, iş hayatını da ihmal etmemeye çalışan, evin yüküyle beraber işin yükünü de sırtlanan ve orta yaşa geldiğinde annesinden o kadar da farklı bir hayat sürmediğini, hatta daha yorgun olduğunu fark eden bir kuşağın kadınları bunlar. Bu yükün üstüne birçoğu aldatılmış, yaşamlarını adadıkları erkekler tarafından gururları kırılmış kadınlar.
Son dönemde kadınların bir aradayken, erkeklerin niçin bu kadar değiştiklerini, nelerine güvendiklerini çözmeye çalıştıklarını bizzat biliyorum. Bu değişim sosyolojik bir vaka olarak incelenebileceği halde, nedense fazla dillendirilmeyen, kadınların da biraz alkol, birkaç itiraf, bolca gözyaşı sonrası hemen unutmayı yeğlediği bir konu. Ayşe Başak Kaban bunu konu edinerek, fazlaca dillendirilmeyeni anlatarak oldukça cesur ve yenilikçi bir hamle yapmış diyebiliriz. Hem de bu hamlede olmasını beklediğimiz gibi bol beddua, sağlam küfür var.
İris'in ilk yanlış aşkı, ayrılık acısını kollarında dindirdiği sonradan kocası olacak diğer aşkı derken... klasik bir boşanma ve mağdur tarafta sönmeyen intikam ateşiyle karşı karşıya kalıyoruz. İris duygularını “Kırık Kalp Sendromu” adını verdiği bloguna içdökümü gibi yazmaya başlayınca, aynı dertten muzdarip başkaları da bu “intikam” kulübünün üyeleri oluyorlar ve okur yavaş yavaş üyelerin önce yaşamlarının sonra intikamlarının peşine düşüyor.
Hiçbiri bize yabancı olmayan, farklı farklı aldatılma hikâyeleri, farklı fiziksel ve psikolojik şiddetler... Eşimizin, dostumuzun, kendimizin yaşadığı bu olayları yazar, daha önceki öykülerinde de dikkatimizi çeken biçimde, son derece detaylı ayrıntılar, incelikli gözlemlerle aktarıyor bize.
Romanın nicelik olarak yarısını oluşturan ve zaman akışında atlamaları ustaca kotarılan İris'in yaşamından sonra diğer karakterler sanki biraz aceleye getirilmiş gibi. Roman hacimsel olarak bu kadar karakteri kaldıramayabileceğinden, karakterleri azaltmak ya da hepsinin yaşam-intikam hikâyelerine yer vermemek doğru bir seçim olabilirmiş. Bazı bölümlerde anlatılmasının kurguya ya da karakter gelişimine katkısı bulunmayan olaylar, kişiler yer alıyor. Roman türünün yazara tanıdığı özgürlük böyle sıkıntılara yol açabiliyor. Yine bazı betimlemelerde yazarın çok şey anlatmak istemesine kurban gitmiş yerler var, İris'in ayrılmaya karar verdiği gecenin sabahında kendisini anlatırken fazlaca gevezelik yapması, hatta dayanamayıp parantezlerle anlatması gibi: “Saçlarım mahalle kavgasına karışmış gibi yolunmuş. Çocukluğumdan beri bir türlü vazgeçemediğim davranışlarımdan birisidir bu; ne zaman korksam veya öfkelenip bağırmaya başlasam ellerim iki yandan saçlarımı kavrar, onları çekiştirirken; korktuysam çığlık atarım, öfkeliysem bas bas bağırmaya başlarım. (Laf aramızda beni bu şekilde ilk defa gören birinin gülmemesi imkânsızdır.)”
Kendi adıma Kaban'ın vurucu öykülerini tercih etsem de, şu sıkıntı dolu gündemde, çocukluğumuzdaki masallar gibi kötülerin cezalandırıldığı, alınan intikamların yüreğimize su serpeceği, aşk, sevgi, nefret gibi duyguları bir daha düşündürecek, özellikle kadın okurlar için “kızkardeşlik” duygusunu pekiştirecek, son derece açık, akıcı ve doğal bir dille, konuşur gibi yazılmış bir roman var karşımızda.

Banu Yıldıran Genç

Ayşe Başak Kaban, Kırık Kalp Sendromu, Ayizi Kitap, Nisan 2014, 260 s.
* Bu yazı Notos'un Haziran-Temmuz 2014 sayısında yayımlanmıştır.

16 Mayıs 2014 Cuma

Dalga

Tehlikeli bir deney
Ingeborg Bachmann'ın “Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar...” sözü yaşamımızı anlatan en doğru söz olabilir. Doğduğumuz ana-baba evinden başlayıp, biçimlendirilmek üzere gittiğimiz okulları, sonrasında çalışılan işyerlerini bir düşünün... Faşizmin aslında her yerde, her ilişki biçiminde var olduğunu görmek insanlık için herhangi bir umut besleme olasılığını azaltıyor.
Todd Strasser, yaşanmış bir olay üzerine kaleme almış Dalga romanını. 1969'da Kaliforniya'nın Palo Alto bölgesindeki bir lisede tarih dersinde yaşanan ve öğretmen Don Jones'un hayatı boyunca yakasını bırakmayacak olan “Üçüncü Dalga” adını verdiği bir deneyi anlatıyor. Don Jones yaşananları bir belgesel gibi aktardıktan sonra yazar Todd Strasser olayı romanlaştırmış. Oldukça ilgi gören roman 1981'de televizyon filmine, 2008'de ise sinema filmine aktarılmış.
Romanda Ben Ross, Gordon Lisesi'nde sevilen, sempatik bulunan bir tarih öğretmeni. Yakın tarihin işlenildiği bir derste konu 2. Dünya Savaşı'na, Nazilerin yaptıklarına, katledilen Yahudilere gelince, haklı olarak öğrenciler bütün Almanların Nazi olup olmadıklarını, niçin olanlara bir dur demediklerini sorgularlar. Savaş sonrası Almanların birçoğunun yapılanlardan haberlerinin olmadığını söylemiş olmaları elbette ki öğrencileri tatmin etmez. Ben, kendisinin de verdiği cevaplar karşısında tatmin olmadığını hisseder ve hep beraber “empati” kurabilecekleri bir deney başlatır.

Her sevilen öğretmen gibi sınıfta disiplini sağlamakta zorluk çeken, pek de ciddiye alınmayan Ben Ross'un bir sonraki dersinde öğrencileri tahtadaki “Disiplin Aracılığıyla Güç” sloganı beklemektedir. Ross, disiplinin hayatta ne kadar önemli olduğunu anlatır ve öğrencilerin bundan böyle dik oturmalarını, cevap verecekleri zaman ayağa kalkıp hazır ola geçmelerini ve cümlelerine “Bay Ross” diyerek başlamalarını ister. Öğrenciler dersin sonunda bu biçimde işlenen dersin daha verimli olduğunu keşfederler. Ben Ross ise hem inanılmaz bir hızla ders işlemiş, hem de lider olmanın hoşuna gittiğini fark etmiştir.
Türkiye'de öğrenim görmüş kişiler olarak romandaki öğretmenin öğrencilerden istediği şeylere pek şaşıramayız aslında. 2000'li yıllarda hâlâ ayağa kalkarak, hatta bazen asker gibi selam vererek derse başlıyor, pazartesi sabah ve cuma akşam İstiklâl Marşı okumadan hafta geçirmiyoruz, Andımız'ın kaldırılmış olmasına bile alışamayanlar var. O nedenle bir Amerikan lisesinde hele '68 kuşağı döneminde, böylesi askeri disiplinler bayağı şaşkınlıkla karşılanır.
Deney, hızla sorulan ve aynı hızla cevaplandırılan soruların ötesine geçer. Ben Ross “Toplum Aracılığıyla Güç” sloganıyla toplumu da disipline etmek için Dalga'ya dahil olanları gömlek giymelerine ve birbirlerini tanıyabilecekleri bir selamları olması gerektiğine ikna eder. Son olarak “Eylem Aracılığıyla Güç” sloganı Dalga hareketine yeni üyeler bulmayı, herkesin aynı şekilde düşünmesini sağlamayı amaçlar. Sorun çıkaranlar uyarılacaktır.
Bir iki hafta gibi kısa bir sürede okulda iki yüzden fazla öğrenci bu harekete katılır, selamlaşır, hareketten olmayanı dışlar ve problemler başlar. Yahudi bir öğrenci dayak yer, selam vermeyenler maça alınmaz, hatta tehditle üye alınır. Öğrencilerin 2. Dünya Savaşı için en başta sordukları soru gerçek olmaya başlar: Bu yapılanlara niye kimse dur demiyor?
“Dalga'nın ardındaki temel düşünce, içindeki insanların onu desteklemek zorunda olması. Eğer gerçekten bir toplumsak, hepimiz aynı fikirde olmalıyız.” diyen Robert, Dalga'nın en sadık üyesi, öğretmeninin koruması, gerekirse şiddet kullanacağını söyleyen ve hayatı boyunca dalga geçilmiş, ezilmiş bir çocuk. Deney ilerledikçe Bob Ross, Dalga'ya sessiz, öne çıkmayan, başkaları tarafından dışlanmış çocukların sahip çıktığını ve işi abarttıklarını fark eder. Bu öğrenciler derslerde öne çıkıyor, bilgileri ezberliyor fakat yorum yapamıyorlardır. Amacından sapan hareketi nasıl durduracağını düşünür, işin garip tarafı buna sadece bir deney olarak başlayan Bob'un da disiplinden, ciddiye alınmaktan ve güçten hoşlanmaya başlamasıdır.

Dalga, edebi yönü, anlatımı ya da dili çok kuvvetli olan bir roman değil. Önemi, anlattıklarından kaynaklanıyor. Sadece yukarıda özetlediğim bölümü bile memlekette son bir yıldır yaşadığımız ayrışmayı açıklayabilecek nitelikte. Ezilenlerin fanatikçe sahiplendiği bir hareket, güçlendikçe körleşen insanlar, güçten gittikçe daha çok hoşlanan bir lider, herkesin aynı ahlak anlayışına, inanca sahip olması gereken bir toplum size de tanıdık geldi mi?
Ben yıllar evvel Dalga'nın Dennis Gansel tarafından yönetilmiş film versiyonunu izlemiştim. Almanya'da, 2. Dünya Savaşı yüzünden pişmanlık duygusuyla büyümüş çocukların arasında geçmesi oldukça etkiliydi, olayların gelişimi ve karakter derinliği ise, genellikle tam tersi olmasına rağmen, filmde romandan daha başarılıydı. Otokrasinin ne olduğu, nasıl olduğu sorularını yanıtlamaktan başka, faşizmin sadece politik olmadığını, her tür ilişkide görülebileceğini anlatması açısından ister okuyun, ister izleyin ama Dalga'yı görmezden gelmeyin.

Banu Yıldıran Genç

Dalga, April Yayıncılık, Şubat 2014, 154 s.
* Bu yazı Agos Kirk'in 66. sayısında yayımlanmıştır.


Kahraman Köpekler

Hareketsiz Bir Adam ve Latin Amerika'nın Geleceği
Latin Amerika Edebiyatı'nın özgün yazarlarından olan Mario Bellatin'i Türkçede üçüncü kez okuma şansına eriştik bugünlerde. Notos Kitap tarafından yayımlanan Kahraman Köpekler her ne kadar 70 sayfalık bir novella olsa da herhangi bir Bellatin metnini okuyanlar niceliğe değil niteliğe bakmak gerektiğini bileceklerdir.
Oyunbaz bir yazar
1960'ta Perulu bir ailenin çocuğu olarak Meksika'da doğan Bellatin, Peru'da ve Küba'da yaşadıktan sonra tekrar Meksika'ya dönmüş, bu arada İslam Sufizmine gönül verip Abdülselam adıyla da metinler yayımlamıştır.
İlk kitaplarını kendi yayımlayıp sokaklarda satan yazar, bugün Latin Amerika Edebiyatı'ndaki yükselişi anlatmak için adını andığımız yazarlardan biri. Yazdıklarının yanı sıra ilginç gösterileri ya da oyunlarıyla da adını duyurur Bellatin. Bir edebiyat konferansında sevdiği yazarlardan bahsetmesi istendiğinde, seçim yapmak istemediği için Shiki Nagaoka adında bir Japon yazar uydurur ve kendisinin ondan ne denli etkilendiğini anlatır. Konferansın soru-cevap kısmında bu şakanın anlaşılacağını umarken, iş büyür ve kendisini Nagaoka'nın yaşamı hakkında birtakım yanıtlar verirken bulur. Hatta burnunun büyüklüğünden ve bu yüzden yardımsız yemek yiyemediğinden bahseder. Bu şaka, konferansın ardından Ballatin'in aklında yeni bir kitap fikri doğurur. Bir sonraki kitabı bellidir: Shiki Nagaoka'nın biyografisini yazacaktır. Gerçekten de alıntılar, fotoğraflar, kaynakçalarla genişlettiği Shiki Nagaoka: Kurmaca İçin Bir Burun kısa süre sonra yayımlanır.

Kahraman Köpekler'in yayımlanmasından kısa bir süre sonra ise kitabın tanıtımı için Meksika'da bir kilisede bir okuma günü planlar. Bu okumada dinleyiciler hareketsiz duran ve gözlerini dinleyicilerden ayırmayan Belçika Malinios köpekleriyle çevrelenecek, köpeklerin ortasında Bellatin kitabından parçalar okuyacaktır. Eğitimli de olsa gözünü size dikmiş bir sürü köpekle birlikte, bu köpeklerin nasıl öldürücü olabileceğini anlatan bir novelladan parçalar dinlemeyi hayal edin, işte Bellatin'deki yaratıcılığın sırrı.
Bu tip performanslardan hoşlanan yazarın alametifarikası ise doğuştan olmayan sağ kolu. Durumunun avantajlarından yararlandığını söyleyen yazar, bu sayede bütün bedeniyle yazabildiğini savunur. “Böylelikle sağ elimin ne yaptığından sol elimin haberi olmuyor.” diyen yazar, fotoğraf çekimlerinde kullandığı onlarca farklı kol proteziyle ünlü. Kendisine “Kaptan Hook” görüntüsü veren biçim biçim kancalarıyla poz vermeyi seviyor.
Kahraman Köpekler
Epigraf olarak “Latin Amerika'nın geleceği hakkında, hareketsiz bir adamın ve otuz Belçika Malinois çoban köpeğinin gözünden...” cümlesiyle başlayan novella, alegorisini en başta belli ediyor. Romanın alegorik olduğunu bilmek okuyucunun işini kolaylaştırıyor mu? Hayır. Kim, neyin sembolü hiçbir biçimde yerine oturmayacak, fikrimiz sürekli değişecek, on satırdan oluşmuş bir sayfayı hemen bitirecek ama sayfayı çeviremeden en az bir on dakika düşüneceğiz. Bunlar Mario Bellatin metinlerinin en belirgin özelliklerinden zaten. Burada da “hareketsiz” olarak nitelendirilen adamın gaddarlığı ve etrafındakilerin ona olan bitmez tükenmez zayıflığı bizi bol bol düşündürecek.
Mario Bellatin birçok yerde Kahraman Köpekler'i yazma fikrini doğuran olayı anlatmış: Uzun yıllar kendisine arkadaşlık eden köpeğinin ölümünden sonra bir arkadaşının tavsiyesi üzerine şehrin dışında yaşayan ünlü bir köpek eğiticisine gider. Gittiğinde çiftliğinde otuza yakın Belçika Malinois çoban köpeği yetiştiren bu adamın boynundan aşağısının felçli olduğunu görür. Romandaki “hareketsiz adam” fikri buradan doğar.
Bellatin, her bir sözcüğünü, her bir cümlesini özenle seçen bir yazar. Felçli yerine “hareketsiz” sözcüğü de bilinçli olarak seçilmiştir. “Hareketsiz” sözcüğüne karşı daha duyarsız kalabiliriz, oysa “felçli” dendiği an arada vicdani bir bağ kurulur. Bellatin, okurunun mesafeli ve tarafsız olmasını ister. Bu nedenle hiçbir romanında beklenen tepe noktaları, heyecan yaratan sorular, okuru rahatlatan yanıtlar bulunmaz. Çoksatar romanların izlediği yolların hiçbirine sapmaz. Bu nedenle arka kapak yazısında da dendiği gibi, “Bellatin okumuş insanın saçları dökülür.
Kahraman Köpekler'deki karakterler hereketsiz bir adam, onun hemşire-eğitmeni, annesi ve kızkardeşinden oluşuyor. Hemşire-eğitmen novella boyunca hareketsiz adamla diğerleri arasında bir köprü görevi görüyor. Hem hareketsiz adama hem de köpeklere bakan, kalan vaktinde evin maddi olarak tek geçim kaynağı olan torba ayırma işinde anne ve kızkardeşe yardım eden, duyguları hakkında pek de fikir sahibi olmadığımız bir karakter. Hemşire olabilmesi için öncelikle gönüllü olarak burada çalışması gerektiği, fakat süresini doldurduğu halde işi bırakmadığı bilgisini okura veren anlatıcı, hemşirenin hareketsiz adamla duygusal bir bağı olduğunu düşünmemize de izin vermez. Bir süre sonra hemşire-eğitmenin işten ayrılacağını söylediğinde duyduğu tehditler nedeniyle ayrılamadığını öğreniriz.
Uzay gemilerine köpeklerinin fotoğraflarını yerleştiren, köpeklerini çıkardığı seslerle eğitebilen, etrafındaki insanlardansa onlarla iletişimi seçen hareketsiz adam, bu özellikleriyle sempatik bir karakter olarak çizilebilir. Fakat Bellatin kurduğu hikâyede okurun mesafesini korumak için elinden geleni yapar. Hareketsiz adamın yaşam öyküsü anlatılır ki oldukça acılı bir öyküdür, hemen ardından “Hareketsiz adam kişisel hayat hikâyesini inşa etmiş gibi görünüyor. Bütün ailesi için birbirini izleyen olaylar silsilesi uydurmuş.” diyerek anlatılan öykünün doğru olmadığını sezdirir. Hareketsiz adamın çocukken tanıdığı bir çocuk yazara öykünmesi ve hemşirelerden istediği daktilonun verilmemesi anlatılır ki yine okurun yüreğini sızlatabilecek bir ataktır bu, hemen ardından hareketsiz adamın vahşi kuşunun fare avını izlerken yüzünde oluşan garip gülümsemeden bahsedilir, okur hemen eski tarafsız durumuna geri döner.
Bu nedenle Bellatin'in metinlerinde olay örgüsü, konusu gibi kavramlar önemli değildir. Bellatin bir oyun kurucu gibi metnini kurgular. Tek bir sözcüğü bile fazladan kullanmaz. Cümleleri uzatmaz. Hiçbir şeyi sezdirmeye çalışmaz. Tüm bu yabancılaştırma öğelerine karşın, anlatılan anekdotlardan, anlardan okur metnin alegorisini kendine göre bulacaktır.
Kahraman Köpekler'de hiç hareket etmeyen, acımasızlığını zaman zaman hissettiren bir hareketsiz adam, hiçbir şeye karşı çıkamayan ailesi ve dengeyi kurmaya çalışarak insanüstü çaba gösteren hemşire-eğitmen var. Bu karakterlere ise sürekli bir “sınır” motifi eşlik ediyor. Evin üst katlarına çıkamayanların sınırları, köpek kafeslerinin sınırları... Bu karakterleri ve motifleri, Latin Amerika'nın geleceğine konumlandırmak okurun işi.

Cinsiyet ve hastalık
Mario Bellatin'in tüm eserlerinde ortak olan bazı motiflerden de söz etmek mümkün, kendi yaşamöyküsünde de öne çıkardığı kolsuzluğu, romanlarında bir hastalık, bilinmeyen bir salgın, sakatlık ya da eksiklik olarak kendini gösteriyor.
Cinsiyetsizlik de Bellatin'in sevdiği motiflerden. Romanda hareketsiz adam ve hemşire-eğitmen bazen aynı yatağı paylaşsalar da yönelimleri hakkında okur aydılatılmıyor. “Kimse hemşire-eğitmenin önce hemşire sonra eğitmen mi, yoksa tam tersi, önce eğitmen sonra hemşire mi olduğunu bilemez. Hafif kilolu, hırpani spor giysileri içinde genç bir adamdır. Bazı geceler yatağı hareketsiz adamla paylaşır, özellikle de hareketsiz adamın bacağındaki ağrı dayanılmaz olduğunda.”
Gerek Güzellik Salonu'nda gerekse Çin Daması'nda çok da alışkın olmadığımız tarzından etkilendiğimiz, Latin Amerika Edebiyatı'nın nasıl bu denli başarılı ve yaratıcı olduğunu sorguladığımız, kendi edebiyatımız adına hayıflandığımız bir yazarla karşılaşmak her zaman gerçekleşmiyor. Bu nedenle okuru zorlasa da, kapalı anlatımından anlamlar çıkarabilmek yorsa da emin olun Mario Bellatin'in dünyasını tanımak, hepsine değecek ve bu novellaları yayımladıkları için Notos Kitap'a, yazarın mesafeli dilini Türkçeye aynen kazandırdığı için Pınar Savaş'a teşekkür edeceğiz.

Banu Yıldıran Genç


Kahraman Köpekler, Mario Bellatin, çev. Pınar Savaş, Notos Kitap, 70 s.
* Bu yazı Cumhuriyet Kitap'ta 15 Mays 2014 tarihinde yaymlanmıştır.

Dorothy Parker - Tüm Öyküler

  Aşk Eski Bir Yalan Delidolu Kitap’ın son dönemde bizi tanıştırdığı öykü yazarlarını büyük bir zevkle okuyorum. Daha önce Notos’a ...