Oynayacak rollerden kaybolan rol modellere: Mavna
Edebiyat dünyasında çok canımı sıkan bir durum var ve nasıl çözebileceğimi de bilmiyorum. Genç yazarların ilk kitaplarını yayımlamayı kabul eden yayınevi bulmaları oldukça zor, hatta imkânsıza yakın, çoğunlukla oldukça küçük yayınevlerinden basılan ilk kitaplar bu nedenle gözden kaçıyor. Kitaplarla oldukça haşır neşir olmama rağmen Ozan Can Özübal’ın ilk iki kitabını kaçırmışım. Halbuki ilk romanı İtlaf İdefiks sitesinin listesinde “2013’ün öne çıkan elli romanı” arasındaymış. Benim de eksiğim vardır tabii ama kitap eklerinin belli yayınevleri ve belli yazarlar arasında çıkıp durduğu, reklamın belli yayınevlerince yapılabildiği bu zamanda ne yapmak gerek bilemiyorum.
Neyse, geç olsun güç olmasın, Özübal’ın son romanı Mavna, Edebi Şeyler yayınevinden çıktı ve elime ulaştı. Ben de bu genç ve yetenekli yazarla tanışmış oldum.
Mavna, önceleri adını bilmediğimiz bir anlatıcının ünlü kumpanya sahibi Fikret M’yi anlatmasıyla başlıyor. Fikret M’nin gerçek adının Adil Fikret Muvaffakiyetsiz olduğunu öğreniyoruz bir süre sonra. Burada Fikret Adil’e, Asmalımescit’e ve onun tiyatro günlerine bir gönderme var sanırım. Yoksa da ben aşırı yorum yapmış sayılabilirim.
Anlatıcı okura uzun uzun Fikret M’yi anlatıyor, böylelikle onun saçma bir biçimde Martin Luther King’in reenkarnasyonu olduğuna inandığını, hatta bununla ilgili Amerika’ya gidip sınırdışı edildiğini (bu çok komik bir hikâye), yazdığı kitapları, kitaplardan bazı bölümleri, tiyatroya ve oyunculuğa ve hatta insanlığa bakışını öğreniyoruz. Ve öğrendiklerimizden sonra söyleyebileceğimiz tek bir şey var: Fikret M dengesizin teki.
Roman “Tak. Tak.” sesiyle açılıyor ki yazarın ustaca kurduğu yapı sayesinde cevaplanmayan soru kalmadığı için, bu sesin sebebini de kısa zamanda öğreneceğiz. “‘İnsanı çok seviyorum fakat insanlardan nefret ediyorum.’ Fikret M’nin sıkça tekrar ettiği cümle buydu.” diye başlayan romandaki bu oksimoron ifade aslında onun dengesizliği ve tutarsızlığıyla ilgili ilk ipucunu da veriyor okura.
Basında ve televizyonda haber oluşu bunun en net örneklerinden biri. “Tek başına yağmur altında ısınmaya çalışan bir mültecinin yanına oturup bütün gece şarkı söyleyerek, sokakta yaşayanlar hakkındaki önyargıları kırmak suretiyle, onun adına para kazanıp yardım etmesi, kırmızı logolu o berbat gazetede haber olmuştu. Televizyona çıkışı ise sokakta uyuyan mültecilerin üzerine çamaşır suyu döktüğü o menfur saldırı yüzünden olmuştu.”
Ozan Can Özübal romanın açılışını Fikret M’yle yapıyor ama bolca üstkurmaca teknikleri kullanarak, okurla konuşarak, zamanda bazen sıçrayarak bambaşka bir yere doğru götürüyor olayları. Romanın tamamen Fikret M üzerine olduğunu, anlatıcının geri planda kalacağını düşünmeye başladığımız anlarda da ustalıkla anlatıcının konumunu değiştirip romanın ana karakterinin kim olacağını gösteriyor bize. “Bana arkamdan seslenildiğinde; Kara, diye bir ses çıkar ve açık kalmış ağızların ortasında pembe diller asılı kalır. Karayeli pek seven babamdan kalan tek miras bu isim, Aslında bir miktar para da kalabilirdi ama neden olamadığını anlatacağım sırası gelince. Zaman bu kadar kısıtlıyken, anlatacaklarımı sıraya dizmek yangında ayakkabı bağlamak kadar zor.”
Zaman bu kadar kısıtlı çünkü daha romanın başında öğrendiğimiz üzere garip bir olay sonrası Fikret M kayıplara karışmış, kumpanyasındaki oyuncular ise yardımcısı olan Kara’nın başına üşüşmüş durumdalar. Tek istedikleri kendilerine farklı farklı roller yazılması, hep bir şeyler yazılması, çünkü hayatlarını böyle geçirmeye alışmışlar, bunun için Kara’nın açmadığı kapının önünde “Tak, Tak” sürekli bekliyor, kapının altından paralar atıyor, bazen hiddetlenip tehditler savuruyorlar. Kara ise Fikret M’yle tanışmasından başlayıp bazen geriye, çocukluğuna dönerek kendini anlatmaya başlıyor.
Bu ikili daha yeni tanışmışken Fikret M’nin Kara’ya sorduğu “Hâlâ o evde mi kalıyorsun?” sorusu kafamızı biraz karıştırsa da Kara hikâyesini o kadar güzel anlatıyor ki unutup gidiyoruz. Annesinin çekip gitmişliği, işe yaramaz ve hatta yaptığı iş dolayısıyla ömür boyu sürecek bir hayal kırıklığı olacak babası, kendi ailesini dolandıran dayısıyla yaşamak zorunda kalmışlığı, yine de işte o çocuk saflığıyla yaşarken çektiği sefaletin farkında olmamışlığı bizi derinden yaralıyor. “Bıkkın, duygusal ve hatta zaman zaman bu bedbaht sözler rahatsız edici olabilir. Kapının yumruklara daha fazla dayanamadığı ana kadar başımdan geçenleri anlatmayı bitirmiş olursam, aslında hiç de fena bir adam olmadığım anlaşılacaktır. Zaten bunları yazmaktaki tüm amacım bu; okuyanı kandırmak.” Anlatıcı istediği kadar postmodern oyunlar oynayarak okuru kandırmaya çalışsın, şu aşağıda alıntıladığım satırlarda çocukluğun, hatırlananların, acının anlatımı o kadar etkili ki bunların gerçek olmadığına inanacak okur bulmak biraz zor. Uzun zamandır okuduğum en etkili çocukluk anlatımı diyebilirim.
“Annemin kaybolduğu günü hatırlamak, Tak, Tak, ufukta kaybolan gemileri izlemek kadar hüzünlü. Elimdeki fırçayla, geçmişe ait tablomu düzeltiyorum, Vahit’in söylediği üzere, tek resmim var ve sürekli aynı resim üzerinde oynuyorum; çocuklu evlerin salonu gibi darmadağın bu resim. Yalan yanlış hatırladığım detayların üzerinden, kalın fırçamla özensiz şekilde geçiyorum. Eve dönüş yollarında, güneşten bunalıp üzerimdekileri başıma bağlayarak yürümeyi, diz kapaklarıma bakarken gölgeme yetişmeye çalışmayı, kızaran omzuma parmaklarımla bastırıp beyaz izlerini çıkarmayı, göbek deliğime düğmeymişçesine dokunmayı, annemin elinin içerisinde elimin terlemesini özlüyorum. (...) Belki de tek yapabileceğim budur; parçaları gözüme hoş geldiği şekliyle yerleştirip yeni bir anne resmi ortaya çıkarmak. Onun gidişine benim kadar üzülmenizi dilerdim. Bu, ancak onu tanımakla mümkün olurdu şüphesiz.”
İşte kaybolan Fikret M’den Kara’ya, yok olan anneden keşke var olmasa dedirten babaya, üçkağıtçı dayıdan bilge Vahit’e kadar son derece tutarlı, taşrayı tanıyanlar için son derece gerçek, derinlikli karakterleriyle yaşayan bir dünya kurmuş Özübal. Bu incecik romanı bir kez daha okuyunca tüm taşlar yerine oturuyor. Öncesinde takıldığınız yerler varsa da önemli değil, hem Kara’nın dediği gibi: “Bu konu daha sonra kendiliğinden açıklığa kavuşacak, hiç telaşlanmayın. Bu tip detaylara takılmak hoş bir uğraş.”
Oyunlu, bulmacalı, didiklemeli, üst kurmacalı metinleri her zaman çok sevmişimdir, tabii iyi olmaları şartıyla. Ozan Can Özübal’ın Mavna’sı gerçekten üzerinde çalışılmış, kurduğu dünyanın hakkını veren, şaşırtmacasını tam dozunda tutan bir roman. Ayrıca uzun süredir kullanıldığını görmediğim ama dile renk katan pek çok sözcükle yeniden, hem de yerli yerinde karşılaşmak çok hoşuma gitti. Bu nedenle dil üzerine de çokça çabalamış diyebilirim. Umarım benim düştüğüm hataya düşmez ve Özübal’la bir an önce tanışırsınız.
Banu Yıldıran Genç
Ozan Can Özübal, Mavna, Edebi Şeyler Yayınevi, Eylül 2020, 104 s.
* Bu yazı Notos'un 83. sayısında yayımlanmıştır.