28 Aralık 2020 Pazartesi

Mavna

 

Oynayacak rollerden kaybolan rol modellere: Mavna

Edebiyat dünyasında çok canımı sıkan bir durum var ve nasıl çözebileceğimi de bilmiyorum. Genç yazarların ilk kitaplarını yayımlamayı kabul eden yayınevi bulmaları oldukça zor, hatta imkânsıza yakın, çoğunlukla oldukça küçük yayınevlerinden basılan ilk kitaplar bu nedenle gözden kaçıyor. Kitaplarla oldukça haşır neşir olmama rağmen Ozan Can Özübal’ın ilk iki kitabını kaçırmışım. Halbuki ilk romanı İtlaf  İdefiks sitesinin listesinde “2013’ün öne çıkan elli romanı” arasındaymış. Benim de eksiğim vardır tabii ama kitap eklerinin belli yayınevleri ve belli yazarlar arasında çıkıp durduğu, reklamın belli yayınevlerince yapılabildiği bu zamanda ne yapmak gerek bilemiyorum.

Neyse, geç olsun güç olmasın, Özübal’ın son romanı Mavna, Edebi Şeyler yayınevinden çıktı ve elime ulaştı. Ben de bu genç ve yetenekli yazarla tanışmış oldum. 

Mavna, önceleri adını bilmediğimiz bir anlatıcının ünlü kumpanya sahibi Fikret M’yi anlatmasıyla başlıyor. Fikret M’nin gerçek adının Adil Fikret Muvaffakiyetsiz olduğunu öğreniyoruz bir süre sonra. Burada Fikret Adil’e, Asmalımescit’e ve onun tiyatro günlerine bir gönderme var sanırım. Yoksa da ben aşırı yorum yapmış sayılabilirim.

Anlatıcı okura uzun uzun Fikret M’yi anlatıyor, böylelikle onun saçma bir biçimde Martin Luther King’in reenkarnasyonu olduğuna inandığını, hatta bununla ilgili Amerika’ya gidip sınırdışı edildiğini (bu çok komik bir hikâye), yazdığı kitapları, kitaplardan bazı bölümleri, tiyatroya ve oyunculuğa ve hatta insanlığa bakışını öğreniyoruz. Ve öğrendiklerimizden sonra söyleyebileceğimiz tek bir şey var: Fikret M dengesizin teki. 

Roman “Tak. Tak.” sesiyle açılıyor ki yazarın ustaca kurduğu yapı sayesinde cevaplanmayan soru kalmadığı için, bu sesin sebebini de kısa zamanda öğreneceğiz. “‘İnsanı çok seviyorum fakat insanlardan nefret ediyorum.’ Fikret M’nin sıkça tekrar ettiği cümle buydu.” diye başlayan romandaki bu oksimoron ifade aslında onun dengesizliği ve tutarsızlığıyla ilgili ilk ipucunu da veriyor okura.

Basında ve televizyonda haber oluşu bunun en net örneklerinden biri. “Tek başına yağmur altında ısınmaya çalışan bir mültecinin yanına oturup bütün gece şarkı söyleyerek, sokakta yaşayanlar hakkındaki önyargıları kırmak suretiyle, onun adına para kazanıp yardım etmesi, kırmızı logolu o berbat gazetede haber olmuştu. Televizyona çıkışı ise sokakta uyuyan mültecilerin üzerine çamaşır suyu döktüğü o menfur saldırı yüzünden olmuştu.” 


Ozan Can Özübal romanın açılışını Fikret M’yle yapıyor ama bolca üstkurmaca teknikleri kullanarak, okurla konuşarak, zamanda bazen sıçrayarak bambaşka bir yere doğru götürüyor olayları. Romanın tamamen Fikret M üzerine olduğunu, anlatıcının geri planda kalacağını düşünmeye başladığımız anlarda da ustalıkla anlatıcının konumunu değiştirip romanın ana karakterinin kim olacağını gösteriyor bize. “Bana arkamdan seslenildiğinde; Kara, diye bir ses çıkar ve açık kalmış ağızların ortasında pembe diller asılı kalır. Karayeli pek seven babamdan kalan tek miras bu isim, Aslında bir miktar para da kalabilirdi ama neden olamadığını anlatacağım sırası gelince. Zaman bu kadar kısıtlıyken, anlatacaklarımı sıraya dizmek yangında ayakkabı bağlamak kadar zor.”

Zaman bu kadar kısıtlı çünkü daha romanın başında öğrendiğimiz üzere garip bir olay sonrası Fikret M kayıplara karışmış, kumpanyasındaki oyuncular ise yardımcısı olan Kara’nın başına üşüşmüş durumdalar. Tek istedikleri kendilerine farklı farklı roller yazılması, hep bir şeyler yazılması, çünkü hayatlarını böyle geçirmeye alışmışlar, bunun için Kara’nın açmadığı kapının önünde “Tak, Tak” sürekli bekliyor, kapının altından paralar atıyor, bazen hiddetlenip tehditler savuruyorlar. Kara ise Fikret M’yle tanışmasından başlayıp bazen geriye, çocukluğuna dönerek kendini anlatmaya başlıyor. 

Bu ikili daha yeni tanışmışken Fikret M’nin Kara’ya sorduğu “Hâlâ o evde mi kalıyorsun?” sorusu kafamızı biraz karıştırsa da Kara hikâyesini o kadar güzel anlatıyor ki unutup gidiyoruz. Annesinin çekip gitmişliği, işe yaramaz ve hatta yaptığı iş dolayısıyla ömür boyu sürecek bir hayal kırıklığı olacak babası, kendi ailesini dolandıran dayısıyla yaşamak zorunda kalmışlığı, yine de işte o çocuk saflığıyla yaşarken çektiği sefaletin farkında olmamışlığı bizi derinden yaralıyor. “Bıkkın, duygusal ve hatta zaman zaman bu bedbaht sözler rahatsız edici olabilir. Kapının yumruklara daha fazla dayanamadığı ana kadar başımdan geçenleri anlatmayı bitirmiş olursam, aslında hiç de fena bir adam olmadığım anlaşılacaktır. Zaten bunları yazmaktaki tüm amacım bu; okuyanı kandırmak.” Anlatıcı istediği kadar postmodern oyunlar oynayarak okuru kandırmaya çalışsın, şu aşağıda alıntıladığım satırlarda çocukluğun, hatırlananların, acının anlatımı o kadar etkili ki bunların gerçek olmadığına inanacak okur bulmak biraz zor. Uzun zamandır okuduğum en etkili çocukluk anlatımı diyebilirim.

“Annemin kaybolduğu günü hatırlamak, Tak, Tak, ufukta kaybolan gemileri izlemek kadar hüzünlü. Elimdeki fırçayla, geçmişe ait tablomu düzeltiyorum, Vahit’in söylediği üzere, tek resmim var ve sürekli aynı resim üzerinde oynuyorum; çocuklu evlerin salonu gibi darmadağın bu resim. Yalan yanlış hatırladığım detayların üzerinden, kalın fırçamla özensiz şekilde geçiyorum. Eve dönüş yollarında, güneşten bunalıp üzerimdekileri başıma bağlayarak yürümeyi, diz kapaklarıma bakarken gölgeme yetişmeye çalışmayı, kızaran omzuma parmaklarımla bastırıp beyaz izlerini çıkarmayı, göbek deliğime düğmeymişçesine dokunmayı, annemin elinin içerisinde elimin terlemesini özlüyorum. (...) Belki de tek yapabileceğim budur; parçaları gözüme hoş geldiği şekliyle yerleştirip yeni bir anne resmi ortaya çıkarmak. Onun gidişine benim kadar üzülmenizi dilerdim. Bu, ancak onu tanımakla mümkün olurdu şüphesiz.”


Bu alıntıdaki Vahit’e gelecek olursak, Kara’nın yaşamında en az Fikret M kadar önemli ama çekip gittiği için annesinden sonra bir başka travma yaratan bir aile dostu diyebiliriz belki. Gideceği gece Kara sanki küçük bir çocuk değilmiş de kocaman bir adammış gibi ona uzun uzun neler hissettiğini anlatan, neden gittiğini açıklamaya çalışan bir dost. İlk başta önemsiz bir yardımcı karakter gibi okunurken kitabı ikinci kez okuyunca Ozan Can Özübal’ın kurduğu dünyanın tıkır tıkır işleyişi de Vahit’in yeri de çıkıyor ortaya aslında. Şu sözlerin önemi büyük: “Hayatım komediden çok, trajediye benziyor. Bu ayrımı neden yaptığımı uzun süre anlamaya çalıştım. Doğduğum günden beri bunu düşünürüm. İnsan birkaç kez ölebilir. Sonrasında ise kendisini doğurması gerekir.”

İşte kaybolan Fikret M’den Kara’ya, yok olan anneden keşke var olmasa dedirten babaya, üçkağıtçı dayıdan bilge Vahit’e kadar son derece tutarlı, taşrayı tanıyanlar için son derece gerçek, derinlikli karakterleriyle yaşayan bir dünya kurmuş Özübal. Bu incecik romanı bir kez daha okuyunca tüm taşlar yerine oturuyor. Öncesinde takıldığınız yerler varsa da önemli değil, hem Kara’nın dediği gibi: “Bu konu daha sonra kendiliğinden açıklığa kavuşacak, hiç telaşlanmayın. Bu tip detaylara takılmak hoş bir uğraş.”

Oyunlu, bulmacalı, didiklemeli, üst kurmacalı metinleri her zaman çok sevmişimdir, tabii iyi olmaları şartıyla. Ozan Can Özübal’ın Mavna’sı gerçekten üzerinde çalışılmış, kurduğu dünyanın hakkını veren, şaşırtmacasını tam dozunda tutan bir roman. Ayrıca uzun süredir kullanıldığını görmediğim ama dile renk katan pek çok sözcükle yeniden, hem de yerli yerinde karşılaşmak çok hoşuma gitti. Bu nedenle dil üzerine de çokça çabalamış diyebilirim. Umarım benim düştüğüm hataya düşmez ve Özübal’la bir an önce tanışırsınız.



Banu Yıldıran Genç


Ozan Can Özübal, Mavna, Edebi Şeyler Yayınevi, Eylül 2020, 104 s.


* Bu yazı Notos'un 83. sayısında yayımlanmıştır.

12 Aralık 2020 Cumartesi

Hodan

 

Sevgisiz çocukluktan, kovulan halklara... 

Memleket tarihi gibi bir roman


Geçtiğimiz yılın kasım ayında yayımlanan Hodan’ı yazmak için geç kaldığımı düşünerek, işaretlemeden, not almadan okumaya başladım. Biraz okuduktan sonra, hele yazımın sonlarına doğru bahsedeceğim ağlaya ağlaya okuduğum bölümü gördükten sonra, yazmam gerektiğini anladım. Bazen böyle olur, aslında en güzeli de budur. Kitap o yazıyı size zorla yazdırır.

Hodan bir bildungsroman sayılabilir. Hodan lakaplı Hasan’ın doğup büyüdüğü günden ellili yaşlarına dek geçirdiklerini, olgunlaşmasını, ince ince, derin bir biçimde okuyoruz. Sayılabilir dememin bir sebebi, Hodan’ın çocukluktan itibaren toplumla uyumlu olması. Yaşadığı hayal kırıklıklarını, acıları içine atıp hayatının iplerini hep başkasının eline vermesi Hodan’ı klasik oluşum romanlarının kahramanlarından bir nebze ayırıyor.

Terk Edilmiş Sofralar 1 alt başlığını taşıyan romanda Hodan’dan başka pek çok yaşama ve terk edilmiş sofraya tanıklık ediyoruz. Doğan Yarıcı’nın nereden ilerleyeceğini sanırım ikinci kitapla daha iyi anlayacağız. 

Roman, Hodan’ın çocukluğuyla başlıyor. Anadolu’nun dağlık bir köyünde annesi ve halasıyla yaşayan çocuk Hodan’ın hayalleri hep babasına dair. Kızıl Mustafa diye bilinen babası rüyalarında, gündüz düşlerinde, hayallerinde... 

“Kızılca’nın üzerinde, ılgar gidiyor. En sık gördüğü bu. Sağdan sola doğru dizemle sallanıyor. Gövdesi bir önde Hodan’ın, yüzüne koyu yeleler çarpıyor, gövdesi bir geride, sırtı dağa çarpıyor. Böyle Kızılca’nın üzerinde çığlıklar ata ata giderken doludizgin, sırtını vurduğu dağ Kızıldağ, babası Kızıl Mustafa. Yüzü yok, yüzü neden yok, babasının yüzü yok gözünde, bir türlü göremiyor. Babasının bacaklarının arasında sıkışmış, öne oturtulmuş da Kızılca’nın yelelerine yapışmış. Kızıl Mustafa vuruyor topuklarını hızlanıyorlar. Hodan öyle mutlu ki, anımsadığı tek mutluluk ânı bu, babasıyla ilgili.”

Hodan köyden çıkıp askere gidinceye dek mutluluk adına bu andan başka bir şey olmayacak hayatında... Hodan’ın hayallerinin tersine babası kızıl değil kara, kapkara bir adam: Deli Vezir. Kız kardeşinin sözüyle Hodan’ın anasını evden gönderip yine kardeşinin bulduğu başka kadınla hemen evlenen, köye döner dönmez Hodan’ı önce Kırıkdağ’daki hocanın yanına çırak, sonra kilometrelerce ötedeki Papakçı’nın yanına ırgat veren, babalığın b’sini yapmamış Deli Vezir. 

O Hodan ki kendisini okula yollayan, çocuklarıyla aynı sofraya oturtan, oda veren, bildiği her şeyi öğreten Papakçı’ya yanlışlıkla “baba” diye seslendiğinde, ağzından çıkanı duyduğu an utanan, havada kalmış “baba”nın titreşimiyle yıllarını geçiren bir kimsesiz.

Hodan’ın ömründe başka bir mutluluk ânı, babasını öldürdüğü an. Ama gerçek değil.

 “Yatakta uyurken başucuna kadar sokuldu. Ağılda koyunların arasından gölge gibi süzüldü. Kapı önünde baltayla odun kesişini bir süre izleyip usul usul yaklaştı. Haince, hep arkasından. Harman yerinde elinde yaba rüzgâra dururken, buğdaylar babasının ayakları dibine düşerken, samanlar Hodan’ın saçlarına savrulurken. Tüfeğinin kırığını sessizce dikledi, namluyu doğrulttu, horozu kaldırdı, kaç kere kaç kere. Üst üste vurdu onu başından göğsünden sırtından karnından ellerinden ve bacaklarından ve tam iki gözünden.”

Ritmi, tekrarları, noktalamasıyla romanın en etkili bölümlerinden biri olan bu öldürme hayali, bizi romanın asıl derdine getiriyor. Babalar ve oğulları. Büyüyüp erginleşmesi gereken oğullar, Tanrılaşması gereken kahramanlar. Hodan da Joseph Campbell’ın Kahramanın Sonsuz Yolculuğu’nda aktarılan adımları atıyor birer birer. Kendisine bir koruyucu bulur, maceralara atılır, sağ kalır ve erginleşmek için son olarak babayı öldürür.  Hodan’ın hayalinde öldürdüğü babası gerçekte de ölünce evine geri dönmek, neden istenmediğine dair gerçekleri öğrenmek kalıyor geriye. Sonrasında ise büyümeye son adım: Askerlik.


Romanın taşrada geçen ilk kısmının dili, anlatımıyla, İstanbul’da geçecek bölümlerin dili oldukça farklı. Doğan Yarıcı bunun üstünde epey çalışmış belli ki. Yukarıda alıntıladığım bölümlerde de görüldüğü gibi atlara, çiftçiliğe dair terimler metne ustalıkla yedirilmiş. Bazen noktalama kullanmadan sürgit okunan heyecanlı bölümler, bazense akışı kesip ritmi bozarak yavaşça yüreğe dokunan bölümler ince ince düşünülmüş. Bir sürgünden diğerine giderken yarı uyur yarı uyanık kabuslara karıştığı bölüm bu farklı dil kullanımının iyi bir örneği:


“Sefalar getirdin kara çocuk.

Baban.

Seni istemiyor mu?

Tanrın.

Da, bize geldin?

O.

Yücelerden yüce.

Seni.

Yanılttı mı?

Arafta mısın?

Aldandın.

Sıratta mısın?

Şaşırdın.

Da mı geldin?

Bu yolu.

Geçerken mi?

Doğruyu.

Bulacaksın?

Uzat dilini.

Tadımıza.

Bak!”

Kent romanlarına, öykülerine daha alışkın olsam, daha çok sevsem de edebiyatımızda pek çok eser birbirine benzemeye başlamışken Hodan’ın yaşamının ilk perdesindeki bu taşra bölümü, masalsı dili, kurduğu dünyası, iki yüzlü ama iyi insanlarıyla hoşuma gitti doğrusu.


Taşı toprağı altın İstanbul


Romanı hem tematik hem dilsel olarak, İstanbul öncesi ve İstanbul sonrası diye ele almak mümkün. Hodan, hiç bilmediği İstanbul’a tam da eski Türk filmlerinden tanık olduğumuz biçimde geliyor, Haydarpaşa’da trenden inip hemen yakındaki Selimiye kışlasında, yine herkesten ayrı, yabancı, garip duracağı askerliğine başlıyor. 

Romanın en önemli ve etkileyici bölümlerinden biri askerlikte yaşanıyor. “Terk edilmiş sofralar”ın artmasına sebep olacak o korkunç iki günün anlatımı aynen olması gerektiği gibi, ne romantize edilmiş ne de dramatize. Olaylara el koyan askerlere emirleri kâğıtla verecek üstteğmen Hodan’ı da yanına alır. Bir cipin içinde, elinde dosyalar, kâğıtlar, yaşanan vahşeti görecek, izleyecek ama hiçbir şey anlamayacak Hodan. “Kurban bayramı gibi, herkes mutlu, ortalık kan revan.” Sıraselviler, Tünel, Şişli, Galata, Dolapdere, Sirkeci ve Büyükdere derken iki gün iki gece uyumadan memleketini, insanlarını gerçek anlamda tanıdığı tarih, 6-7 Eylül 1955, Hodan için tek bir şey demek olacak: Utanç.

Romanın tekrar bu meşum tarihe bağlanması, askerliğini Ankara’da tamamlamış, bir hayal kırıklığı daha yaşamış Hodan’ın İstanbul’a dönüp aile bildiği tek kişiye kavuşmasından sonra oluyor. Kocası Papakçı’nın ortadan kaybolması sonrası, Kayaköy’ün boşaltılmasıyla göçe zorlanan Nazmiye kadın, terk edilmiş bir başka sofrayı simgeliyor. Yine de askerden daha da garipleşmiş gelen Hodan’ı kanatları altına alarak her şeye yeniden başlıyor.  

Şimdi yavaş yavaş romanı okurken hüngür hüngür ağladığım bölüme doğru yaklaşıyoruz. Çocuk yaşta Kırıkdağ’da ustasıyla yaşarken buğdayla, unla haşır neşir olmuş, dillerden düşmeyen börekler yapmayı öğrenmişti Hodan. Aslında mutluluğa en çok yanaştığı anlar da hamurla uğraştığı anlardı da mutluluk nedir bilemediğinden anlamıyordu pek. İşte biraz şans, biraz da hünerini göstermesiyle Kurtuluş’ta, o korkunç gecede paramparça vitrinini hatırladığı Stavro Pastanesi’nde çalışmaya başlayınca bu mutluluk anlarını yeniden yaşamaya başlıyor.


Romanda babamla karşılaşmak


Burada bir es veriyorum. Hodan’ı yaratan Doğan Yarıcı benim arkadaşım. Yıllarca aynı yerde kampçılık yaptık. Çocuklarımız beraber büyüdü. Ve ne gariptir ki baba mesleklerimizden dolayı edebiyattan çok börekçilik, pastacılık konuştuk. En son babamın büyük bir ameliyatı sonrası görüştük uzun uzun. Hep babamla ilgili bir kitap yapılması gerektiğini söylerdi Doğan. Son on yılda babamı gazetelere, televizyonlara çokça çıkardık, hakkında yazılar yazdım ama kitaba gelene kadar babam daha da büyük bir ameliyat daha geçirdi... Ardından karantinaydı, 65 yaş yasaklarıydı derken fikirler kendiliğinden rafa mı kalktı ne oldu bilmiyorum açıkçası. Sürgünün Ayıramadığı İki Dost: Yorgo ve Fehmi babamla ilgili yazdığım son yazı oldu.

İşte Hodan’ın Stavro Pastanesi günlerini öyle bir anlatmış ki Doğan Yarıcı, yıllardır konuştuğumuz şeyleri bir bir yazıya dökmüş sanki, tabii çok daha fazlasını araştırmış, kendini, damağını katmış, haldır haldır mutlulukla çalışmanın şevkini yuvarlana yuvarlana akıp giden sözcüklere aktarmış... Hani Hodan’ın yeni öğrendiği, alışmaya çalıştığı bu düzen tıpkı bizim Paskalya’larda maaile üç gün üç gece doğru düzgün uyumadan ama adrenalin sayesinde capcanlı ayakta durabildiğimiz zamana benzemiş.

“Bu işe ömrüm yetmeyecek diye düşündü. Dondurmasından drajesine, baklavasından kiraz şekerine her şeyi kendilerinin ürettiği bir pastaneydi Stavro. Karamela şekeriyse içlerinde en zoru. Şeklini hayal bile edemediği, adını söylemesi tadı kadar güzel, fakat akılda tutması bir o kadar zor nisuaz, trigona, adisebaba, patasu, kasato... Daha neler neler.”

Zaten düzenini, tarihini bildiğim bir işin bu kadar güzel, detaylı ve doğru anlatılmasından etkilenmiş, sayfalar arasında uçarken kalakaldım sonra bir anda:

“Tam yedi kez elden geçiriyordu, haftaları ayları gidiyordu şuncacık vişne likörlü çikolataya. Bu başka türlü yapılamaz mı? Yapılmaz! Senden başka yapmayı bilen var mı? Fehmi adında bir delikanlıdır. Bir tek o çocukta bu özen ve sabır var.”

Babamın adını, hem de hâlâ en ünlü olduğu çikolatasıyla yan yana görünce, yazının başında bahsettiğim şey oluverdi işte. Hüngür hüngür ağladım. Bu ince selam çakış, tarihiyle kültürüyle tam olması gereken yere bir roman karakteri olarak yerleşivermiş babam, Hodan’la hemen hemen aynı yaşta oluşları, aynı belaları yaşamışlıkları, yalnızlıkları, çocuk yaşta büyümek zorunda kalmışlıkları, birkaç senedir görmediğim Doğan’ı ve ailesini özlediğimi fark etmek... her şey ağlattı işte beni.

Her güzel şeyin sonu olduğu gibi Hodan’ın mutluluğu da Nazmiye anasının ona devlette iş bulmasıyla sona eriyor. Hayatının iplerini başkalarına bırakmaktan hiç vazgeçmeyen Hodan bir kez daha bambaşka yerlere sürükleniyor. Sonrasında severek evlendiği Sede’yle ziyaret ediyorlar Stavro Pastanesi’ni son kez çünkü 1974 yılında ellerinde bir bavulla ülkelerini terk etmek zorunda Rumlar. Öncesinde ‘70 darbesi, sonrasında ‘77 kanlı 1 Mayıs’ı, Hodan’ın tanıklık ettiklerinin sonu gelmiyor. Bu memlekette herhangi bir zamanda doğmuş herkes gibi...


Coğrafya kaderdir


Ve Hodan’ı romanın sonunda daha ellili yaşlarındayken, hastalıkla kuşatılmış bir dönemde, elinde fotoğraf albümüyle gördüğümüzde, tüm bu yaşanan travmatik olayları her fotoğrafla yeniden hatırlarken buluyoruz. İlk başta okurken fazla mı gelmiş bu kadar olay romana diye düşündüm açıkçası ama sonra bizim son yıllarda yaşadıklarımız geldi aklıma, vazgeçtim bu düşüncemden. Yine de bazı detaylar olmasa da olurmuş diyebilirim, Hodan’ın optalidon bağımlılığının, arkadaşı Abdullah’tan kopma sebebinin uzun uzun anlatılmasının, sonda fotoğraflara bakarken hatırlanan aile kavgalarının romana ve asıl çatışmaya pek de katkısı yok sanki. 

Yazım hem kişiselleşti hem fazlasıyla uzadı ama şunu eklemeden geçmeyeyim, Hodan’ın Kartal SSK’da çalışmaya başladığı zamanların saatli maarif takvminden alıntılanmış cümlelerle iç içe geçmiş bir teknikle anlatılması, romanın dil ve teknik açısından en iyi bölümlerinden biri. Tatavla neresi, Kartal neresi? Hodan nerede, hayalleri nerede? Bu tezat çok iyi işlenmiş.

Hodan’ın önce baba sonra anne travmasından dolayı hep bir eksikle geçen hayatını çektiği bir fotoğraf çok iyi özetliyor. Hatta albüme bakmaya başladığındaki ilk fotoğraf bu, Sede’nin yarım çıktığı bir fotoğraf: 

“İlkbahardı. Nevzat’ın verdiği Zenit makineyle, iyi anımsıyor, çektiği ilk fotoğraf bu. Beceremedi hiç, düzgün fotoğraflar çekemedi. Hepsi hayata baktığı gibi, tam ortalayamamış. Ya titrek, ya bir kenarından yakıcı ışık girmiş.” 

Bir insan kendi hayatını bundan daha iyi nasıl anlatır ki?

Hodan hem taşra hem kent romanı, hem politik hem bireysel. Doğan Yarıcı karakterini ilmek ilmek örmüş. Hodan’ın erginleşmeden olgunlaşmaya yaşadıkları, gördükleri, bildikleri derinlemesine araştırmanın, çalışmanın ürünü, bu her satırda belli oluyor. Ve asıl önemlisi aktarılanlar “bilgi” kokmuyor. 

İçinde babamın olduğu bir roman hakkında elbette nesnel olduğumu savunamam ama son dönemde okuduğum romanlar arasında içimi aydınlatan bir yere sahip oldu Hodan. Terk Edilmiş Sofralar’ın ikinci kitabını merakla bekliyorum.


                                                                                                                 Banu Yıldıran Genç

* Bu yazı Ekim 2020 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayınlanmıştır.


Dorothy Parker - Tüm Öyküler

  Aşk Eski Bir Yalan Delidolu Kitap’ın son dönemde bizi tanıştırdığı öykü yazarlarını büyük bir zevkle okuyorum. Daha önce Notos’a ...