28 Aralık 2019 Cumartesi

Ülkenin Sonuna


Ülkenin Sonuna Geldik mi?

David Grossman 2017 senesinde Bir At Bara Girmiş romanıyla kazandığı Man Booker Uluslararası Ödülü sayesinde tanıdığımız bir yazar. Ödül alan bu kitabı Siren Yayınları tarafından hemen yayımlandı. Bu yaz ise yazarın daha eski bir romanını yayımladılar: Ülkenin Sonuna. Her iki kitabı da okumuş biri olarak bu müthiş yazarı bize tanıttıkları, ülkemizde neredeyse hiç bilinmeyen modern İsrail edebiyatından, Etgar Keret’ten bizi haberdar ettikleri ve bunu her biri birbirinden iyi çevirlerle yaptıkları için Siren Yayınları gerçekten de büyük bir teşekkürü hak ediyor.
Bir At Bara Girmiş’i okuyanlar bilecektir, Grossman’ın metnine uyum sağlamak, anlatılanların içine girmek çok da kolay olmuyor. Ülkenin Sonuna için de aynı şeyi söyleyebiliriz. İlk altmış sayfayı okurken anlatılanlar bir yere bağlanacak mı, gerçek dünyadan mı bahsediliyor yoksa bir distopya mı gibi sorular sorabilirsiniz. On altı yaşlarındaki üç gencin tanışma hikâyesi gerçek olamayacak denli trajik çünkü. Kurulduğu günden beri sayısız savaşın içinde olan İsrail’in ilk büyük savaşından biri 6 Gün Savaşı sırasında salgın hastalık nedeniyle karantinaya alınan, bulaştırma ihtimalleri yüzünden sığınağa sokulmayan, başlarında hiç durmadan ağlayan Arap hemşire dışında kimse olmayan terk edilmiş, kırk derece ateşli üç genç. Romanın üç kahramanı, Ora, Avram ve İlan.
Bu üç genç ölmek üzere oldukları hastanede tanışıp yıllar süren garip bir üçlü ilişkiye girecek. Romanın merkezinde Ora var, Avram’ı bir nebze kendi düşüncelerinden tanıyoruz, İlan’ı ise tamamen Ora’nın anlattıklarından. Bu üç gencin yaralarını, acılarını bilmek sonraki davranışlarını anlamlandırmamızı da kolaylaştırıyor. Grossman bu karakterleri derinleştirip kurarken bunu hiçbir biçimde dosdoğru açıklayarak yapmıyor, düz bir zaman çizgisinde ilerlemeyen romanda sürekli sıçrayarak çocukluğa, gençliğe ve bir sürü savaş anısına gidiyor, bu anılardan öğrendiklerimizle bugünün yaşantısını anlıyoruz. Bu nedenle aslında romanı bitirir bitirmez üstünden tekrar geçmek bayağı faydalı oluyor.
Üç arkadaş
Avram, grubun sanatçı ruhlusu, gevezesi, tutkulusu. Çocukken dayaklarıyla büyüdüğü babası Avram beş yaşındayken onları terk etmiş, bu dayaklardan sıklıkla nasibini alan annesiyle baş başa kalmışlar. Masmavi gözlü, kısa boylu, kendisini çirkin bulduğunu sıkça tekrar ediyor. İyileşip de okula geri döndüğünde Ora’ya yazdığı aşk mektuplarına karşılık olarak onun İlan’a âşık olduğunu öğrendiğinde okul bahçesindeki çam ağacına çıkıp herkese bedenini boşadığını söylemiş, yeni boşadığı alınyazısına kayıtsız kaldığını kanıtlamak için de hop diye ağaçtan aşağı atlayıp asfalta çakılmış. Avram hem başına gelenler, hem de kendisine yaptıklarıyla Ora’da olduğu gibi okurda da anaçlık uyandırıyor.
İlan’ı ilk başta Avram’ın sınıfında kimseyle muhatap olmayan burnu havada bir tip olarak tanıyoruz. Asker babasıyla Tel Aviv’de yaşamış olması bile bu hava için yeterli İsrail’de. Hastanede en ağır durumda olan o. Anne babası boşandığında eve sık sık erkek getiren annesiyle yapamayıp babasıyla yaşamaya başlamış, habire istemediği ortamlarda bulunmak zorunda kaldığından kendisini uzak tutmayı, olanlardan etkilenmemeyi öğrenmiş. Uzun boylu, yakışıklı. Mantık timsali olmasıyla da bir süre sonra Avram’ın onu tamamlayan en yakın arkadaşı oluyor. Ve evet, Avram kendini ağaçtan atınca öğreniyoruz ki Ora, İlan’ı seçiyor.
Ora, ateş, kızgınlık anlamına gelen ismiyle müsemma, kızıl kıvırcık saçlı, koca gözlü, uzun ince bir kız. Annesiyle hiçbir zaman aşamadığı soğukluğun arkasında bir başka trajedi yatıyor. Bir gün anne babasının odasındaki gardroba saklanan Ora, annesinin nöbet geçirdiğine şahit olmuş. “Annesinin çabucak odaya girip kapıyı kilitlediğini, sonra da sessizce kendine vurmaya başladığını görmüştü, karnını, göğsünü tırmalıyordu, arkasından kısık bir sesle çığlıklar atmaya koyuldu: ‘Pislik, pislik, Hitler bile seni istemedi.’ O an kararını vermişti Ora, kendine harika bir aile kuracaktı.” İkinci bölümde otuz iki yıl sonraya atlayınca görüyoruz ki Ora toplama kampından kurtulmanın sevincini tadamayan annesinin tersine harika bir aile kurmuş.
Yürüyerek azalan acılar
2000 yılına geldiğimizde yine gündemde savaş var, bu kez İkinci İntifada. (Bu arada tüm bu savaşları okuyarak öğrendiğimi eklemeliyim, romanda her İsraillinin bileceği bu savaşların adları verilmiyor. Yıllar önce Edebiyattan Tarih Öğrenilir mi? başlıklı bir yazı yazmıştım. Bu roman sayesinde tarih bilgime İsrail savaşları da eklendi.) Ora yirmi beş yıllık kocası İlan’la bir sene önce ayrılmış. İlan’dan da Avram’dan da birer oğlu var: Adam ve Ofer. Her ikisi de İlan’ı baba olarak biliyorlar, Avram sonradan öğreneceğimiz ve hak vereceğimiz sebeplerle babalık rolünü reddetmiş. Ora’nın koşturmacası, hayal kırıklığı ve korkusuyla başlayan bölümde öğreniyoruz ki Ofer üç yıllık askerlik hizmetini bitirmiş ve döner dönmez seferberliğe gönüllü olarak katılacağını beyan etmiş, tam da Ora rahat bir nefes almışken. İki oğlan büyütmüş, zorunlu askerlik hizmetlerinde onları üçer yıldan altı yıl yüreği ağzında beklemiş Ora bu haberle yıkılıyor ve Ofer’i yolcular yolculamaz bir totem yapıyor. “Yürekten pagan olan Ora küçük tanrılara, günlük ikonalara, ufak tefek mucizelere bel bağlardı. Eğer trafikte peş peşe üç yeşil ışığı yakalarsa, eğer yağmur başlamadan çamaşırları toplamaya vakti olursa, eğer kuru temizleyici ceketinde unuttuğu yüz şakellik banknotu bulmazsa, işte o zaman...” Böylelikle Ora, Ofer’le birlikte planladıkları Celile gezisine yalnız gitmeye karar veriyor. Yirmi sekiz günlük seferberlik emri boyunca eve dönmeyecek, dönmeyecek ki kötü haber vermeye gelenler onu bulmasın, o evde olmayınca kötü haber de olmayacak, gelemeyecek. İsrail kadar olmasa da yıllarını savaş ortamında geçiren bizler de bu duyguyu o kadar iyi anlıyoruz ki. Ora bir ara Ofer doğduğunda İlan’la eve gelişlerini hatırlıyor: “‘İşte al sana sevgilim, İsrail Savunma Kuvvetleri’ne bir asker daha doğurdum.’ İlan gereken cevabı vermekte gecikmemiş, Ofer büyüyene kadar barış olacağını dile getirmişti bir solukta. Peki hangimiz haklı çıktık?” Şu an on sekiz yaşındaki oğlumun doğumunda ben de o kadar emin bir biçimde söylemiştim ki bunu. Mantık yürüten İlan değil, duygularını sonuna kadar dinleyen Ora haklı çıktı.
Ora tam yola çıkacağı sırada yıllardır haber almadığı Avram arayıp terhis olan Ofer’i soruyor. Bu telefonla Ora’nın yolculuğuna Avram da -emrivaki de olsa- katılıyor. Roman böylelikle aradaki kayıp yılları, kritik olayları öğreneceğimiz bir yol romanına dönüşüyor. Gidilecek yol belli, ülkenin sonu. Patikaların, çiçeklerin, derelerin, göllerin, köpeklerin, arada bir başka insanların dahil olduğu bu yolda hiç durmadan konuşacak Ora. Oğlunu anlatacak Avram’a, o oğlunu tanıdıkça oğlu yaşayacak. Anlatılanların ağırlığını doğa betimlemeleri hafifletiyor. Savaş eşiğinde, doğa içinde, destan gibi bir roman. David Grossman’ın kolay okunur bir yazar olmadığını söylemiştim, bu romanda da baştan itibaren hangi cümleyi kimin söylediğini takip etmek gerekiyor. Konuşma çizgisi günümüzde zaten kullanılmıyor ama Ülkenin Sonuna’da “dedi Ora” ya da “dedi Avram” gibi okurun işini kolaylaştıracak cümlelere pek yer verilmiyor. Tanrı anlatıcı bazen Ora’nın bazen Avram’ın zihninde geziniyor, İlan’la Adam’ın kişiliğini, cümlelerini anlatıcının aktardıkları sayesinde kavrıyoruz ki her ikisi de ana karakterler kadar önemli neredeyse. 
Olayların ve karakterlerin çok derinlikli, çok ustaca çizildiğini belirtmeliyim, bu sayede okur kapılıp gidiyor zaten. Zamanlar, olaylar arasında sıçrayarak yazarın büyük bir titizlikle önümüze bıraktığı düğümleri yavaş yavaş, neredeyse son sayfaya dek çözüyoruz. Romanın sonuna geldiğimizde artık Adam’ı, Ofer’i doğumlarından itibaren; Ora, Avram ve İlan’ı ise on altı yaşlarından beri tanıyor ve her şeyi biliyoruz. Ora’nın yakın arkadaş olan iki erkekle de bir ara kesişen ilişkisi, Avram’ın 1973 Arap – İsrail Savaşı’nda yaşadıkları ve Ofer’in varlığını bir bakıma bu yaşadıklarına borçlu olması, İlan’ın Ofer’i kendi çocuğu gibi sahiplenmesi, çekirdek aile olarak geçirilen yıllar ve İlan’la Ora’nın ayrılığı...
Sonsuz bir ağıt
Son olarak bu romanın aslında baştan sona bir ağıt duygusu verdiğini söylemeliyim. Barış yanlısı David Grossman’ın 2006 yılında İsrail - Lübnan Savaşı’na karşı çıkarak hükümeti protesto etmesinden tam iki gün sonra küçük oğlu Uri askerde ölmüş. Yıllardır üzerinde çalıştığı romanı Ülkenin Sonuna’yı Uri yakından biliyormuş, roman daha bitmemiş ve Uri de aynı Ofer gibi zırhlı birliklerdeymiş. Grossman yas sürecinde romanı tamamlamış. İşte bu yaşanan olayın acısı sanki tüm romanda, Ora’nın tüm duygularında sezdiriyor kendini. Oğlunun ölümünden iki ay sonra David Grossman yüz binlerce İsrailliyle birlikte hükümete seslenmiş: “Tabii ki yas tutuyorum ama acım öfkemden daha büyük. Bu ülkeye yaptıklarınız için, bu ülke için acı çekiyorum.”
Bu büyük yazarı, uzun yıllardır bir erkek tarafından yazılmış en iyi kadın karakter olarak tanımlayabileceğim Ora’yı tanıdığım için çok mutluyum. David Grossman tüm yaşadıklarına karşın bir umut abidesi gibi dikiliyor insanlığın karşısında. Yedi yüz sayfalık bu romanı hiç tökezlemeden çeviren, birçok kelime oyununun altından ustalıkla kalkan çevirmen Dilek Şendil’in de romana katkısını unutmamak gerek.

Banu Yıldıran Genç

Ülkenin Sonuna
David Grossman
çev: Dilek Şendil
Siren Yayınları, Ağustos 2019, 709 s.
* Bu yazı Agos Kirk'in Eylül sayısında yayımlanmıştır.

13 Aralık 2019 Cuma

Beterotu


Plaza’lardan Toki’lere bir Türkiye manzarası
Pınar Öğünç’ün ilk öykü kitabı Aksi Gibi’yi tanıttığım yazıyı Notos’un 51. sayısına yazmıştım. Öğünç, gözlem gücünün ilginç bakış açısıyla birleştiği öykülerle dolu yeni kitabı Beterotu’yla yine bizi bize anlatmaya devam ediyor.
İnsanlarda kimsenin görmediği ya da dikkat etmediği davranışlar, hiç farkında olmadan yapıverdiği jestler ve mimikler, ne anlama geldiğini çok da fark etmeden çıkardığı sesler belki de Öğünç’ün uzmanlık alanı çünkü aynı dikkati, gözlemi haber dilinde de ustalıkla kullanıyor. Bir mahkeme gününün anlatıldığı habere eğer Pınar Öğünç dahil oluyorsa biz mahkemedeki insanlarla, dışarıda bekleyenlerle, havasıyla, doğasıyla, ortamıyla tüm atmosferi hissedebiliyoruz. Böyle büyülü bir dokunuşu var. Beterotu da öyle bir öyküler toplamı olmuş ki ileride bir gün, dünya denen yer hâlâ var olursa bu kitabı okuyanlar 2020’li yıllara doğru Türkiye denen ülkede neler oluyormuş neredeyse hepsini öğrenecekler: Şehirlerin en uzak noktalarına kondurulmuş toplu konutlar, definecilik belası, Ermeni gömüleri, beyaz yakalıların mutsuzluğu, kentsel dönüşüm, işçi cinayetleri, inşaatlar sebebiyle yerinden yurdundan edilen yaban domuzları, whatsapp denen ayrı dünya ve herkesin bir şekilde terörist olduğu bir sistem... Hepsi bazen satır aralarında bazen göz önünde Türkiye Cumhuriyeti’nin anlatılmayan gizli tarihi olageliyor sanki.
Orhan Koçak’ın Pınar Öğünç öyküleri üzerine yazdığı yazıda söylediği gibi: İnsanın ‘içini ısıtan’ öyküler değil bunlar, ama artık kim tam ‘Sait Faik’ gibi yazma gücünü kendinde buluyor ki. Öğünç içinde bulunduğumuz hayata bakıyor ve orada genellikle balçık görüyor, ancak ‘faziletsiz mağduriyet’ gibi bir deyimle tanımlanabilecek bir toplumsal manzara. Herhangi bir kurtarıcı bakışa cevap vermeyen kaskatı sefillik.*” Gündemden ve gerçekten hiçbir biçimde kopamadığımız bu coğrafyada İskandinav ülkelerindeki gibi öyküler, romanlar yazılması, bir Erlend Loe nahifliği, mizahı hakikaten imkânsız geliyor artık bana. O yüzden Öğünç’ünki gibi toplumsal gerçekçiliği yeni ve bambaşka bir boyuta taşıyan öyküleri seviyorum.
Bu yazıda bahsedeceğim üç öykü de bir biçimde inşaatla ilişkili, bazısı doğrudan, bazısı dolaylı. İnsan inşaatın edebiyatta ve tabii ki hayatımızda bu kadar büyük yankısı olmasına şaşırıyor ister istemez. Dikkat çekici öykülerden ilki Bir İleri İki Geri. Allah’ın unuttuğu bir yerdeki toplu konutlarda çocukları sayesinde tanışan iki ailenin hikâyesi gibi başlasa da çocukların sokakta oynarken bulduğu kırık bir parçanın tarihi esere benzemesiyle bambaşka bir Türkiye hikâyesine dönüşüyor. Büyükşehir belediyesinde çalışan muhafazakâr Ender’le ocakbaşı ustası Hüseyin’in yaşadıkları site ve tatil günlerini geçirdikleri AVM dışında pek de ortak noktaları yok. Hatta Hüseyin’in çalıştığı lokantaya gidip de alkollü olduğunu fark eden Ender’in aldığı önlemler öykünün gülümseten bölümünden. Giriştikleri definecilik macerasının ikisi için de anlamı aynı: Hayatta bir kez olsun kazanmak. Hüseyin daha arka planda kalsa da Ender hinliği ve kendisini “daha” akıllı sanmasıyla günümüz Türkiye insanının prototipi aslında. Hak ettiklerini alamamış, kaderin sillesini yemiş, oysa her şey onun hakkı. Bulduğu parçayı soruştururken köydeki akrabasına söylediği “Hem Ermeni işi daha kolay oluyor diye ben hep duydum zamanında köydeki arkadaşlardan, onların yalancısıyım yani, hani hızla çıktıkları için evden, onlarınkiler daha yakına gömülü oluyor şeklinde.” cümlesi ise içerdiği gizli anlamla ısrarla reddettiğimizin aslında ne kadar aleni bir bilgi olduğunu yine yüzümüze çarpıyor. 
Çimento öyküsünün merkezinde bu kez toplu konut değil kentsel dönüşüm var. Tam olarak semt adı verilmese de Saliha Hanım’ın büyüdüğü köşkten, bahçeden ve durmaksızın kentsel dönüşüme giren apartmanlardan bahsedilmesi Bağdat Caddesi’ni akla getiriyor. Bu kez Öğünç’ün keskin gözlemi Beyaz addedilen Türkler üzerinde. Saliha Hanım’ın yaşadığı köşk, önce üç katlı, sonrasında ise altı katlı kocaman bir apartmana dönüşüyor. Bunamaya başlayan Saliha Hanım’ın kesik kesik anıları da, kitaba adını veren Beterotu ve köşkün bahçesinde bir zamanlar yetişmiş başka birçok bitki de  parçalı bir biçimde ilerleyen öykünün önemli katmanları. Kentsel dönüşümün üzerinden bir sene geçmiş, Erinç ailesinin her ferdi modern ve yeni dairelerine yerleşmiş, yaşlılara, çocuklulara, çalışanlara yardımcı tutulan Özbek kadınlarla hayat kolay ve sorunsuz ilerliyor. Ta ki müteahhitin kendine ayırdığı dairelerden birine taşınan kiracı, genç ve meraklı Esra Tanol kurcalanmaması gereken bazı şeyleri kurcalayana kadar... Ucu işçi cinayetlerine uzanan bu şeyler sayesinde aile denen yapı bir kez daha gözlerimizin önüne seriliyor. Çıkarların en ön planda olduğu bu kutsal yapı böylesi bir sallantıyı hasarsızca atlatabilir mi? Tabii ki atlatabilir, “ailemizin huzuru için” cümlesi aynen vatan, millet söz konusu olduğundaki gibi, her şeyi halı altına süpürebilir.
Kitabın son öyküsü Ceylan ile Kâmuran en azından öyküde yer alan aileyle, Ceylan ve babası Himmet’le içimizi bir nebze olsun aydınlatıyor. Ceylan’ın güçlü karakteri, ne istediğini bilen genç bir kadın oluşu ve vicdanı bataklığın içinde açan bir çiçek misali sevindiriyor insanı. İnşaat motifi bu kez öyküyü bambaşka bir yerden sarıyor. Üçüncü köprü inşaatının Kuzey Ormanları’nda yerinden yurdundan ettiği, kimselerin sevmediği bir hayvancık Ceylan’la birlikte hayata tutunurken, yıkılacak apartmanları boşaltıp moloza çeviren Himmet’in elde kalan kapıları, pvc pencereleri, boruları köydeki evine taşıdığı külüstür kamyoneti sayesinde yeni memleketi Nevşehir’e gidiyor. Himmet’in yaptığı işin anlatıldığı şu paragrafı okuduğumda bugüne dek şahit olduğum yıkımlar  geldi gözlerimin önüne ve yine düşündüm: Biz niye bir binanın nasıl yıkılıp boşaltıldığını bu kadar iyi biliyoruz? “Yüzlerini hiç görmedikleri insanların mutfaklarında nar lekeli sağlam fayansları ayıklar, bir gün karşılarına hiç çıkmayacak çocukların karaladığı duvarlara bakarlardı. Eski pasodan diskete, yün bereden lastik terliğe, bir sonraki eve taşınmaya değer görülmemişlerden bir hikâye uydurmaya vakit kalmadan çalışırlardı. Aplikler, borular, kablolar, prizler... Dev bir kemirgenin evi sarışı gibi hızla, her bir oda hani dolgusu düşmüş diş gibi kalıncaya dek sökerlerdi. Üçüncü kattan aşağı atılan kırık sandalyeler ve göçük yatak bazaları ve eski bisikletler ve eprimiş halılar, varsa ancak kıyamet günü yağabilecek tuhaf bir yağmur gibi uzaktan bakanı ürkütürdü.”
Pınar Öğünç geçen günlerimize şahitlik etmeye, bunları kendi gözünden ve sözcüklerinden süzüp öyküleştirmeye devam ettikçe yazının başında söylediğim gibi alternatif bir Türkiye tarihi ortaya çıkacak. Bu derece iyi gözlemlenmiş öykülerin daha etkili olmasının bir yolu Öğünç’ün öyküye bazen fazla gelen kişilerden, olaylardan vazgeçmesi olabilir. İlk kitabındaki öyküler daha kısa olduğundan fazlalıklar çok göze çarpmıyordu. Bu kitapta öyküler uzamış ve bu nedenle Çimento öyküsünün vurucu yanını Erinç ailesinin her birini tanıtan paragrafları okurken kaçırıyoruz, Bir İleri İki Geri’de Ender’i yeterince tanıyacağımız hâlde gereksiz bir biçimde beyzbol sopalarının üstüne yazılanları okuyoruz, öykünün merkezindeki erkeklerin eşleri Ayla ve Selma’nın geçmişteki iş hayatlarını bilmemiz de bize bir şey katmıyor. Tek bir fazla sözcüğün bile göze batabildiği öykü türünü teknik olarak bozan bilgiler bunlar. Daha çok o anla ilgilenirken geçmişi ya da etraftakileri bilmemiz gerekmiyor. Öğünç’ün öyküleri bunlardan arındırılsa çok daha vurucu, güçlü olacak. 

* Orhan Koçak, Pınar Öğünç’ün Öyküleri (I): Kanıksanmış Alarm, Birikim dergisi sitesi.
Banu Yıldıran Genç
Pınar Öğünç, Beterotu, İletişim Yayınları, 2019, 122 s.
* Bu yazı Notos'un 78. sayısında yayımlanmıştır.

29 Kasım 2019 Cuma

Övgü


Hayattan alacaklı olanlar
Komşum arada bir göz ucuyla bana bakıyordu, hissediyordum. Bense okuduğum kitaba dalmış hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi yapmaya çalışıyordum. Olmadı. Bir baktım karşımdaki sandalye yavaşça çekildi, dertli komşum beni azıcık rahatsız etmeye geldiğini söyledi. Alışkındım. İçkili geceler fazlasıyla hassas komşuma genellikle bu etkiyi yapıyordu. Buyur dedim tabii, komşuluk bunu gerektirir. Hiç eveleyip gevelemeden daldı lafa. Baba olmayı geçen otuz küsur yıla rağmen hâlâ öğrenemediğini söyledi. “Sizin işiniz kolay,” dedi sonra, “bebek rahminize düştüğü anda anne oluyorsunuz.” Tabii ki böyle düşünmüyordum ama komşularımla genellikle tartışmam. Uzaklara baktı sonra, belli ki bayram tatilinde bir araya gelen çoğu aile gibi mutlu geçen anlar gergin anlardan azdı. “Belgesel izliyorum hep,” dedi, “aslanların nasıl baba olduklarını biliyorum mesela, çekip gidiyorlar sonra.” Öylece dinlemeye devam ettim, kocaman kızları olan bir erkeğin duygularını dinlemek hoşuma gidiyordu. “Biz çekip gidemiyoruz,” dedi. Gidenlerin olduğunu söyledim, epey de çoktular. “Ben gidemem,” dedi, “gitmeyi de hiç düşünmedim.” Durdu yine. Uzaklara baktı. Biram olup olmadığını sordu, ben de içiyordum, şişelerimizi hayata kaldırdık. “Ama işte,” dedi, “hâlâ bilmiyorum baba olup olmadığımı, olabildim mi, bilmiyorum.” 
Komşum içini bir nebze de olsa döküp gittikten sonra bu soruyu kendine soran ne kadar az erkek olduğunu düşündüm. Anne olmak hakkında bile son yıllarda konuşulmaya başlanmışken altmışlı yaşlarda bir babanın böylesine içten ve doğru bir sorgulamayı yapacağı aklıma gelmezdi ama zaten komşum tanıdığım en nevi şahsına münhasır insanlardan biriydi. Kucağımda bitirmek üzere olduğum kitap tam da aslında kadınlık, hatta annelik ve babalık konularına değiniyordu. “Ne garip tesadüf oldu.” dedim, geçtiğimiz yaz da aynı yazarın iki kitabı üzerine kampta yaşadıklarımdan yola çıkarak bir yazı yazmıştım. Üstelik okuduğum kitap ilk olarak baba olmayı kendi gözünde bambaşka bir yere taşımış, kendince bir babalık miti kurmuş bir adamın anlattıklarıyla başlıyordu. Yazıma nasıl başlayacağımı bulmuştum.

.............

Rachel Cusk, Çerçeve ve Geçiş’ten sonra üçlemesini Övgü’yle tamamlıyor. Bundan daha görkemli bir tamamlanış olamazdı sanki. İlk iki katıp hakkında yazdığım Anlatanlar ve Dinleyenler’de Rachel Cusk’ın Faye karakterini, anlatım tarzını, romanların nasıl bir yol izlediğini anlatmıştım. Övgü de aynı izlekle ilerliyor. İlk iki kitapta Faye’in dinledikleri genellikle ilişkiler ve ayrılıklar üzerineydi. Kendisi de kocasıyla yeni boşanmıştı ve anlatıcı olarak onun sesini çok az duyduğumuzdan neden boşandığını bilmiyor, sadece kocasıyla kendisini tanıyan herkesin çok şaşırdığını okuyorduk. 
Geçiş’le Övgü arasındaki zamanda Faye yeniden evlenmiş, çocukları biraz daha büyümüş, hatta romanın sonunda öğrendiğimize göre istediklerini yapma özgürlüklerini kazanmışlar. Roman Faye’in bir edebiyat festivaline konuşmacı olarak gideceği uçak yolculuğuyla başlıyor. Uçak yolculuğunda yanındaki adamın koltuğuna bir türlü sığamamasıyla sohbet başlıyor. Bu sohbetlerde Faye’in katkısı çok az, yine gerektiği yerde ve sadece bazı sorular sorarak dahil oluyor. Oysa karşısındakiler neredeyse hayatlarını baştan sona anlatacak denli güvenilir buluyorlar Faye’i. Belki de insanların tek istediği kendisini yargılamadan dinleyecek, araya girmeyecek iyi dinleyiciler. Belki de bu yüzden uçaktaki koltuklara da koridora da sığamayan kocaman adam Faye’e bir anda önceki gece hasta olduğunu öğrendiği köpeğini kimseye söylemeden uyutturduğunu, sonra da ailesi görmesin diye sabah yola çıkacağı halde bütün gece onu bahçeye gömmeye çalıştığını, sabaha karşı işinin bittiğini, uykusuz yola çıkmak zorunda kaldığını bir bir anlatıyor. Faye’in neden karısına dahi söylemediğini sorduğunda ise verdiği cevap romanın asıl konusunu belirleyen ilk cümle oluyor: “Pilot’u çok seviyorlardı, ama onu eğiten disipline sokan ve ona bu kişiliğini kazandıran bendim. Bir anlamda Pilot’u ben yaratmıştım, ben yokken benim yerime orada bulunsun diye. Onun için neler hissettiğimi başka kimsenin anlayabileceğini sanmam, bizimkilerin bile. Onların orada olması ve duygularının benimkilerin önüne geçmesi fikri bayağı dayanılmazdı.” Faye o kadar mükemmel bir dinleyici ki adamın bu bencilliğine hiç ses çıkarmıyor. 
Erkekliğin bu korumacı ve anlamlandırması biz kadınlara zor gelen güçlü olma güdüsüyle başlayan roman edebiyat festivali boyunca bizi kadınlık erkeklik hâllerine ama en çok da edebiyat dünyasında kadınların ne kadar dezavantajlı olduğuna, eşitsizliklere tanık olmamızı sağlıyor. Avrupa’da, cinsiyet eşitliği konusunda dünyanın geri kalanından daha doğru bir yerde durduğu bilinen bir kıtada, sanatın bir dalında, eğitimli ve yetkin, pek çoğu sanatçı insanların arasındaki eşitsizliği okumak, aslında hep bildiğimiz, zaten yaşadığımız bu durumun belki de hiç ama hiç bitmeyeceğini düşündürtüyor bize, bir lanet gibi... 
Mesela Galli yazar Ryan’la tanışıyoruz, yıllarca öğretmenlik yapan Ryan ününü ancak başka bir adla yazdığı kitapla kazanmış ve buna biraz canı sıkkın. Ayrıca bu kitap ortak bir kitap, biri kadın iki yazarlı ama müstear isim yine erkek ismi olmuş: “...ama tabii besbelli birincil kişi kendisi olduğuna göre bu hayali yazarın da erkek olması mantıklıydı.” Üstelik daha sonra eski öğrencisi bu kadın yazarın romanın geçtiği 15. yüzyıl Venedik’i konusunda uzman bir doktor olduğunu, romanın onun sayesinde kurulduğunu öğreniyor, yani niye birincil kişinin Ryan olduğunu bir türlü anlamıyoruz. 
Daha sonra Sophia’yla karşılaşıyoruz. Faye onunla daha önce Amsterdam’da bir panele katılmış ve bu panelde oldukça alakasız bir biçimde hepsi kadın olan katılımcılardan rüyalarını anlatmaları istenmiş. Sophia da o paneli hatırlıyor. “Erkek konuşmacıların katıldığı bir panelde onlardan rüyalarını anlatmalarının isteneceğini hayal edemiyorum, dedi. Moderatörün bizden sözümona dürüstçe cevaplar beklediğini sanıyordu; sanki bir kadının hakikatle olan ilişkisi en iyi ihtimalle bilinçdışı bir ilişki olabilirmiş gibi, dedi.” Sophia boşanmış ve çocuklu bir kadın yazar. Roman boyunca çocuklarının sorunlarıyla uğraşıp duran kadın edebiyatçılardan, Geçiş’te aynı şeyleri yaşamış Faye’den ve ne kadar iyi bir baba olduğunu, karısının tabii ki çalışmadığını, böylelikle kendisine yazacak vakit kaldığını böbürlenerek anlatan erkek yazarlardan biliyoruz ki Sophia’nın hayatı çok zor. Üstüne üstlük festivalin yapıldığı ülke bir Avrupa ülkesi olmasına rağmen bu tip konularda çok daha geleneksel. (Ülkenin adı verilmese de doğa betimlemelerinden, atlatılan büyük ekonomik krizden, din ve spor tutkunluğundan Portekiz olduğu anlaşılıyor.) “Babası spor arabayla gezer, sahildeki villasındaki kız arkadaşını ziyaret ederken, annemse günde beş kere telefon edip fazla açık sözlü olduğum ve evlendikten sonra çalışmaya devam ettiğim için her şeyin benim hatam olduğunu söylerken, bu küçük şehirde, minicik bir apartman dairesinde, hasta bir çocukla sıkışıp kalmış olmak bana çok hakkaniyetsiz gelirdi. Bu ülkede, dedi, kadınların kabul ettiği tek güç köleliğin gücü, tek anladıkları adalet de kölelerin kaderci adaleti. En azından annem oğlumu seviyor, dedi, ama fark ettim ki çocukları en çok sevenler onlara genellikle en az saygıyı gösteriyor.”
Sophia roman boyunca Faye’in bize en çok dinlettirdiği kadın. Sophia’nın konuşmayı sevmesi, kendisini oldukça açık yüreklikle ortaya koyması, hatta yazarlar yemeğinde oğlu sebebiyle aslında olamayan cinsel hayatından bile bahsetmesi yorumsuz bir biçimde bize aktarılıyor. Faye onun yakışıklı ve evli yazar Luís’nin peşinden koşmasını, sürekli onlarla oturması için ısrar etmesini de gözlemci olarak aktarıyor, Çerçeve ve Geçiş’ten sonra artık biliyoruz, Tanrı anlatıcı yok, her şeyi bilen yok, yorum yok, önyargı yok. Biz kendi kendimize Sophia’nın bizi duyacağını sanıp “Yapma, bu kadar ısrar etme, yaralısın evet, ama yapma.” diyoruz.
Sonlara doğru gidilen toplantılar, yenilen yemekler, gazetelerle bir türlü yapılamayan söyleşiler derken edebiyatla ilgilenen üç kadın bir araya geliyor. Konuşulan konular çok benzer. İlgisiz babalar, zor bir boşanma süreci, sonrasında cezalandırma taktikleri... Paola en sonunda aslında varoluşumuzu özetliyor: “‘Hayatta kalıyoruz’ dedi Paola, boş kadehini içine bakmak için eğerek. ‘Bedenlerimiz, işlerine yaramayacak hale gelince bile yaşamaya devam ediyor, onları en çok çileden çıkaran da bu. Bu bedenler, yaşlanarak, çirkinleşerek ve duymak istemedikleri gerçeği onlara söyleyerek var olmaya devam ediyorlar.’” Üç kadının arasında okura en uzak olanı ilk yazımda da anlattığım gibi Faye. Bütün bu yazdıklarından sonra nasıl olup da yeniden evlendiği soruluyor ona. Faye ise yasaların üstesinden onların içinde yaşayarak gelmeyi umut ettiğini söylüyor ki bizimki, Sophia ya da Paola’nınki gibi memleketlerde bu yasaların üstesinden gelmek mümkün mü gerçekten bilmiyorum.
Faye ülkesine ve çocuklarına dönmeden bir gün önce bulduğu yegane fırsatta kendini okyanusun sularına atıyor. Ve roman daha birkaç sayfa önce umutla konuşan Faye’in adına bizim küfretmemize yol açan bir finalle bitiyor. Erkekliğin özünde ne olduğunu imleyen bir anla...

...........

Övgü kadınlık erkeklik, annelik ve babalıktan başka daha pek çok şey hakkında bir roman. Arka planda yazarların hiç durmadan konuştuğu Brexit var bir kere. Her yazarın bu konuda Faye’e sorulacak bir sorusu ve yapacak yorumu var. Bu politik gelişmenin dışında festival ülkesinin nasıl bir vahşi kapitalizmden geçtiği, yayınevlerinin ayakta kalabilmek adına sudoku kitapları basması, gazetelerin kitap eklerini kapatması, kapanan ve yerlerine otel yapılan tarihi kitapçılar, e-kitaplar çıktığından beri kitapların devrinin bittiğini duyuran felaket tellalları var. Bütün dünyada bağımsız kitapçılar aynı kadere yenik düşerken, bağımsız yayınevleri birer birer kapanırken, gazetelerin kültür sanat sayfaları -hatta gazeteler- tarihe karışırken gelecekte biz okurları nelerin beklediğini hakikaten merak ediyorum.
Ama asıl meseleye dönersek kadınların bu kapanmamış hesabının nasıl görüleceğini bilmek ediyorum. Dünyadan alacaklıyız, bize eşit davranmayan tüm sistemlerden, devletlerden, erkeklerden, kocalardan, babalardan alacaklıyız. Hatta komşumun dediği gibi rahmimize düştüğü anda hiç de hissetmediğimiz ama sonra dibine kadar yaşadığımız, hayatımızın her ânını vicdan azabı, kaygı, gelecek korkusuyla dolduran annelikten, bizi istediği gibi kırabileceğini düşünen ve bunu her fırsatta yapan çünkü onları her koşulda sevmeye, affetmeye kurulu olduğumuzu sanan çocuklarımızdan da alacaklıyız.
Rachel Cusk bu kısacık romanlarda tüm bu alacaklarımızı yeniden hatırlamamızı sağlıyor ve bunu o uzak, mesafeli, yargılamayan anlatıcı tekniğiyle yapıyor. Romanın orijinal adı Kudos ve ödül anlamına da gelen Yunanca bu sözcüğün neden seçildiği yine başka bir sohbette aktarılıyor. Yazarak, çevirerek, düzelterek var olan, yazdıklarını yayımlatan ya da yayımlatamayan, erkekler dünyasında savaş veren tüm kadınlara, Rachel Cusk’a, çevirmen Lâle Akalın’a bu satırların yazarından da kocaman bir “kudos”!


Banu Yıldıran Genç
* Bu yazı oggito.com'da yayımlanmıştır.

14 Kasım 2019 Perşembe

Annelik


Doğurmak ya da doğurmamak...
Nebula Kitap’ın yayımladığı Annelik romanını çıktığı günden beri merak ediyordum. Geçtiğimiz hafta kitabı okuduktan sonra kadın edebiyatında bu derece güçlü, bu derece içten ve bu derece özgün bir sesi uzun zamandır duymadığımı düşündüm.
Annelik kadınlara dair bir kitap, evet. Kadınlara, annelerine hatta anneannelerine dair... 70’lerdeki kadın hareketinin güçlü ivmesinden sonra dünyanın o yöne daha hızlı ilerleyeceğini sanırken son on yıldır sadece bizim ülkemizde değil Amerika, Kanada, Avustralya gibi ülkelerde de muhafazakâr aile yapısının sürekli gündeme getirilmesi “annelik” meselesinin yeniden ele alınmasını gerektiriyor. Kadınların ne zaman evlenmesi, ne zaman boşanması, ne zaman ve kaç tane doğurması, hatta nasıl doğurması gerektiği bile erkekler tarafından dile getirilen, utanmadan ahkâm kesilen konular. Anneliğin bu denli kutsanması, kadının varoluş sebebinin annelik olması gerektiği dünyada sağ siyasetin hiçbir zaman vazgeçmediği yöntemlerden biri ve artık bu konunun daha fazla ele alınması gerekiyor çünkü kadınların derdi sadece başımızdaki yöneticiler değil, evrimsel süreçle gelen bir biyolojik saatimiz, her ay dengemizi bozup bizi başka başka hâllere sokan bir döngümüz, ne olursa olsun soyumuzu devam ettirmeye yönelik şaşmaz içgüdümüz var. 
Sheila Heti romanına Çin’in kehanet sistemi I Ching’i açıklayarak başlıyor. Üç madeni parayla altı kez yazı tura atılan bu sistemden esinlenilen bir teknik kullanılıyor romanda. Hepimizin kendimize sorduğumuz soruları romanın isimsiz anlatıcısı üç madeni paraya soruyor. Aldığı evet ve hayır yanıtlarına göre ise sorularını çeşitlendiriyor ya da canı sıkılıyor, bırakıyor. 
İsimsiz anlatıcımız romanın başında otuzlu yaşlarının ortalarını yeni geçmiş, annelik için biyolojik saatin tik taklarını duyuyor, sevdiği bir erkek arkadaşı var, yazar olarak adını duyurmuş... Yani dışarıdan bakan biri için şartlar gayet yerinde, çocuk sahibi olmaması için hiçbir sebep yok. Oysa erkek arkadaşın önceki evliliğinden bir kızı var ve kesinlikle bir çocuk daha istemiyor ve bundan daha önemlisi anlatıcı çocuk isteyip istemediğinden hiç emin değil, istiyorsa da toplumsal ve biyolojik baskılar nedeniyle mi istediğini sorgulayıp duruyor. 
Romanda psikanalitik okumaya, yorumlanmaya müsait pek çok rüya ve mitolojik figür var. Tevrat’ta geçen bir hikâyeye göre Yakup tüm ailesini nehrin diğer kenarına geçirdikten sonra yalnız kaldığında sabaha kadar bir yaratıkla güreşir, yaratık onu yenemeyince uyluk kemiğini kırar, yine de yenişemezler, Yakup’a artık kendisini bırakmasını söyleyen yaratık, “Beni kutsamadıkça seni bırakamam.” yanıtı alır ve onu kutsar, adının artık İsrail olduğunu söyler. Yakup sorsa da bu yaratığın adını öğrenemez ve Tanrı’yla güreştiğini düşünür. Anlatıcı nedense bir falcının ona lanetli olduğunu söylemesi sonrası bu hikâyeyi hatırlar ve Yakup’un neden güreşmeyi bırakmadığını sorgular. Yakup yalnızken saldırıya uğrar, sonuna kadar direnir ve istediğini alır, kutsanır ve yine yapayalnız, üstelik yaralı olarak istediğini almanın gönenciyle yürür. Yakup’un yalnızlığı anne olmayan kadının yalnızlığına benzetiliyor ve romanın son sözü tekrar buna bağlanıyor.

Yalnızlık örneklerini o kadar doğru yerlerden seçiyor ki anlatıcı. Yirmili yaşlarında çok net bir kararla kürtaj olmaya gitmişken kendisine kürtaj olmamasını tavsiye eden doktoru, istemediği hâlde ultrason görüntüsünü göstermesini hatırlıyor mesela. Yine Stockholm’daki bir kitap okuma turunda, editörünün aktardığı bir olay doğurmayan kadınların dünyanın en gelişmiş ülkelerinde bile nasıl baskılara maruz kalabileceğini gösteriyor. “Bu kadın son yedi yıldır biriyle beraber olmasına rağmen, üniversiteden beri görüşen arkadaş grubu içinde çocuğu olmayan tek kişiymiş. Editörüm arkadaşının ve kocasının çocuk istemediklerini söyledi. Ama bu arkadaş bazen yemek buluşmalarına gelmediğinde, hep birlikte onun hakkında konuşuyor, onun için üzülüyor, çocuk istemeyenin adam olduğunu, aslında onun istediğini söylüyorlarmış. Kadının hayatı herkesin ilgi odağıymış. Ben onun belki gerçekten de çocuk istemiyor olabileceğini söyledim, ama editörüm bu olasılığı kabul etmekte epey zorlandı; başka bir kadının çocuk istememesini hayal edemediği için değil de özellikle bu kadın arkadaş grubu içinde hâline hep birlikte üzülebilecekleri, kendilerini kıyaslayıp ondan üstün hissedebilecekleri bir kişi olarak iyice yerleştiği için sanırım. (...) Kendi hayatlarının daha iyi olduğu hissini onlara yaşatabilecek birine ihtiyaçları vardı.” Durumun ne kadar tanıdık olduğunu söylemeye sanırım gerek yok ama burada can alıcı cümle son cümle çünkü aslında çocuk konusunu durmadan açanlar gerçekten de çoğu zaman çocuk doğurup kendi hayatlarını, zamanlarını kaybolmuş hissedenler. Hayatlarında hiç olmadıkları kadar mutlu olduklarını, “tamamlanmış” olduklarını anlatıp duruyorlar. Anlatıcının iki yaşında bir kızı olan arkadaşını ziyarete gittiğinde ona “Anneleri çok kıskanıyorum, çünkü ne olursa olsun, yanlarında hep biri, onlara ait bir şey var.” dediğinde duyduğu cevap bu konudaki en dürüst cümlelerden biri ve bunu kurabilecek denli cesur anne gerçekten az: “Bu doğru değil. Önceden bir şeylerim vardı. Artık hiçbir şeyim yok. İşim yok... kızım bağımsız biri. Bana ait değil.” Bu doğru bakış açısıyla baktığımızda aslında “çocuk sahibi olmak” kalıbının bile ne kadar yanlış olduğu ortaya çıkıyor. Sahibi olduğumuz bir şey yok ortada.
Anlatıcı yaşadığı baskılar ve içindeki huzursuzluk sebebiyle yumurtalarını dondurma aşamasına bile geliyor bir yerde, sonra yine vazgeçiyor. Erkek arkadaşı Miles’ı çok sevdiğini biliyorken bu çocuk doğurma konusuyla ilişkisini de mahvettiği düşüncesi madeni paralara en çok sorulan sorulardan biri. Romanın ortasından itibaren Sheila Heti bölüm başlıklarını aylık döngüye göre koyuyor. Sırasıyla Pms, Kanama, Foliküler ve Ovülasyon adlarını taşıyan bu bölümler birkaç kez tekrar ediyor ve anlatıcının yaşadığı duygu değişikliği o kadar net bir biçimde aktarılıyor ki. Pms bölümlerinde anlatıcının yaşadığı duygu durum bozuklukları, içinden ateş fışkırırcasına Miles’la ettiği kavgalar, huzursuz rüyalar ve doruk noktasına ulaşan yaratıcılık, sonrasında Kanama ve rahatlama, verilen kararlara geri dönme, hayatını yoluna koyma isteği, Foliküler dönemde aynı kararlılıkla devam edebilme ve bir anda girilen Ovülasyon dönemiyle sokaktaki her çocuğu kucaklama isteği, doğum kontrol hapını kesip çaktırmadan hamile kalma planları, durmadan sevişme isteği... Sonra sil baştan. Tüm bu biyolojik faktörlere rağmen anne olmama kararının ne cesurca olduğunu anlayabiliyor musunuz?
Kimselerin bu derece içtenlikle bahsetmediği adet döngüsünü, erkek arkadaşıyla sevişmelerini, kavgalarını bize açan anlatıcının bir başka derdi de taşıdığını düşündüğü genetik ve kültürel miras. Sheila Heti’nin anlatıcısı Macar göçmeni bir Yahudi olması dolayısıyla otobiyografik özellikler taşıyor. Anneannesinin toplama kampından şans eseri kurtulmuş olması ve genç yaşta kanserden ölmesi, annesinin Kanada’ya göçmesinin hemen ertesinde annesini kaybetmesi ve yıllar boyu onu rüyasında görmesi, kendi çocuklarını sahiplenmemesi, çalışmayı tercih edip çocuk bakımını kocasına bırakması gibi faktörler de anlatıcının işini zorlaştırıyor. Aslında tüm bu sürecin sonunda geldiğimiz bir yer var ki bu değişmiyor: Kadınların kendi anneleriyle ilişkileri. Hem cennetimiz hem cehennemimiz olan o yer. Yaşlandıkça içimizden fışkıran annemizle ne yapacağımızı bilemememiz. Anlatıcı da annesiyle aslında tam olarak barıştığı bir dönemin sonrasında rahatlıyor, artık biyolojik saatini geride bıraktığını düşünmesinin huzuru da var bu rahatlıkta ama annesiyle ve geçmişiyle barışıyor, onunla konuşup anneliği tartışıyor. Böylelikle şu cümleleri kurabiliyor: “Bir çocuğum olduğunu her ne kadar göremesem de sahiden de olmayacağını hayal etmek tuhaf. Ama olmaması da en az olması kadar harika, beklenmedik ve özel geliyor bana. İkisi de bir tür mucize hissi veriyor. İkisi de büyük bir başarı gibi. Doğanın taleplerine uymak ve ona direnmek -ikisi de güzel- ikisi de kendine göre etkileyici ve zor.” Ve bu barışmanın sonucu bitirebildiği kitabını annesine okuttuğunda anneannesi, annesi ve kendisi arasındaki köprüyü kurabildiğini görüyor. O da bir çocuk getirmiyor dünyaya, bir roman getiriyor.
Annelik bana çok iyi gelen bir roman oldu. Çok erken bir yaşta, üstünde çok da düşünmeden doğurdum, böyle yaptığıma hiç pişman olmadım çünkü yaşım ilerlese yapmayacağımı biliyordum. Ama çocuk doğurmamayı seçenleri hep anladım. Oysa son üç beş yıldır sosyal medyanın hele hele bazı anne blogger’ların yorumlarıyla sanki yine çocuksuz olunmaması gereken bir çağa geri döndük. Tüm bu sahtelik, bu annelik kutsamaları, bu prensesler paşalar yetiştirmecilik umarım ileride bir gün normale döner çünkü hayatlarında anne olmaktan başka bir şey olamamış kadınların çocukları bunun için onları kutlamayacaklar.
Sheila Heti, Paris Review’a verdiği röportajda bir arkadaşının Annelik üzerine yorumundan bahsetmiş. “Eğer erkekler doğursaydı, Platon’dan başlayarak annelik hakkında yüzlerce kitap yazılmış olurdu ve felsefenin temel sorusu doğurmak ya da doğurmamak olarak değişirdi.” demiş. Çok doğru bir cümle olduğunu söyleyerek, tüm annelerin, anne olmamışların, anne olmayı düşünmüşlerin, çok eskiden anne olanların ve kadınları kıyısından köşesinden anlamayı düşünen erkeklerin okuması gerektiği bir roman olduğunu eklemeliyim. Nebula Kitap bizi iyi kitaplar, iyi çevirilerle buluşturmaya devam ediyor.

Banu Yıldıran Genç

Annelik
Shiela Heti
çev: Aslı Mertan
Nebula Kitap, Mart 2019, 286.

* Bu yazı Agos Kirk'in Ağustos 2019 sayısında yayımlanmıştır.

28 Ekim 2019 Pazartesi

Sardalyanın Gizemi


Düğüm üstüne düğüm
Metis Yayınları’nın geçtiğimiz ay yayımladığı Sardalyanın Gizemi’ni okumaya başladığımda ne yazar ne de roman hakkında bilgim vardı. Kitabın ilk sayfasında Agatha Christie polisiyelerinden alışkın olduğum “Kim kimdir?” bölümünü görünce önce bir polisiye roman okuyacağımı düşündüm. Birkaç bölüm devam eden bu düşüncem bir süre sonra değişti çünkü aslında Sardalyanın Gizemi polisiye tatlar taşıyan ama hiçbir türe sokamayacağımız bir roman.
Romanın ilk bölümünde Bernard St. Austell’i tanıyoruz. Londra’daki apartman dairesinde her şeyden nefret ederek makaleler yazan, taşradaki evinde ise şiirler yazıp her şeyi seven bir adam, duyguları gibi yazılarını da aynı netlikte ikiye bölen St. Austell’in yaratıcılığının özü aslında nefretinde yatıyor. “Londra’daki dairesinde volta atarak doğru kelimeleri ararken nefret ettiği kişiler politikacılar ve devlet memurları, finans uzmanları ve sendikacılar, Marksistler ve kapitalistler, solcular ve sağcılar, zeki yabancılar ve aptal yerliler, inananlarla inanmayanlar ve -hepsinden öte- yazarlar ve okurlardı.” Bu ikiye bölünmüş hayatının dengesi oğlunun sorduğu bir soruyla bozulana dek tıkır tıkır işleyen bir nefret makinesi... Dengesi bir kez bozulunca ise duygular karışıyor, nefret ettiği ve sevdiği yerler, kişiler farklılaşıyor. Ve ne yazık ki bu garip dönem çok kısa sürüyor, Bernard St. Austell belki de dengesi bozulduğundan bu dünyadan aniden göçüyor.
Polisiye okuduğumu düşündüğüm için bu ölümden sonra “Zehirlendi mi acaba?” gibi sorular soruyordum ki olaylar hızla ve fevkalâde şaşırtıcı bir biçimde gelişmeye devam etti. Cenaze töreninin ardından birbiriyle tanışan merhumun karısı ve sekreteri birbirlerine âşık olup her şeyi satıp savıp Mallorca’ya taşınıyor mesela, pat diye. Hemen sonra felsefe okutmanı Tim Chesterton-Brown ve şair karısı Veronica’nın şiir üstüne düşüncelerine dalıyoruz. Bu arada bir önceki bölümde Bernard St. Austell’in şiiri üzerine tez yazarken aklına şairin göz rengi takılan ve üstadın şiirlerinin otobiyografik özellikler taşıyabileceğini düşünen Bay McPherson merhumun eşi ve sekreterine bu soruyu sormaya ta Mallorca’ya gidiyor. İronik bir biçimde ikisinin de göz rengini hatırlamamalarından sonra -diğer bölümde- Londra’ya dönmüş, üstadın arkadaşı Chesterton-Brown’a sorusunu yineliyorken siyah bir köpeğin boynuna bağlanan bombanın patlaması sonucu ölüyor. Chesterton-Brown’un da iki bacağını kaybettiği bu kaza sonrası ise ben artık polisiye okumadığımın bilincine varmış bir biçimde bu bambaşka kitabı bambaşka bir gözle okumaya başladım. 
Stefan Themerson’un tarzını bugüne dek okuduğum yazarlar arasında en çok Flann O’Brian’a benzettiğimi söyleyebilirim. Absürt olaylar, absürt bir mizah ve birbiriyle bağlantısız bazen gerçek üstüne de göz kırpan karakterler... Polonya’da daha yirmili yaşlarında çocuk kitapları yazarak ünlenen yazar, birlikte anıldığı karısı Francizska’yla da bu yaşlarda evlenmiş. Savaş sırasında Polonya ordusuna yazılan çift bir daha ancak 1944 yılında İngiltere’de bir araya gelmiş. Ünlü çift kurdukları yayınevi, yayımladıkları kitaplar, çektikleri avangard filmlerin dışında Russell, Queneau, Alfred Jarry gibi yazarlara yakınlıklarıyla da biliniyorlar. Yazar hakkında okuduğum bir diğer bilgiyse Raymond Chandler hayranı oluşu ki Sardalyanın Gizemi’nin polisiyeye benzerliği belki bu hayranlığa bağlanabilir. Yine romandaki felsefe okutmanı Tim Chesterton-Brown adı da ünlü yazar G.K. Chesterton’a ve onun dedektiflik yapan unutulmaz kahramanı Peder Brown’a gönderme olmalı. 
Olayların hepsini, karakterlerin her birini burada anmanın mümkünü yok çünkü hemen herkesi tek bir bölümde tanıyor ve geçiyoruz. Bunun istisnası tüm olaylarla bağlantılı olduğu düşünülen Leydi Cooper ama tabii ki bu bağlantıyı da öğrenemiyoruz. Aslında Themerson aynen bir polisiyede olduğu gibi düğümler ata ata ilerliyor ama polisiyede bu düğümler önünde sonunda çözülürken Sardalyanın Gizemi düğüm üstüne düğümle gidiyor ve bir süre sonra anlıyoruz ki yazarın yapmak istediği tam da bu, düğümlerin çözülmesiyle ilgilenmiyor. Yeni karakterler, yeni olaylar yaratmak ve bu karakterleri epey uzun konuşturmak asıl sevdikleri. Hemen her karakter ortaya çıktığı bölümde kendi yaşam felsefesini ortaya koyuyor, karakterler arası bol bol felsefi muhabbetten de bahsedebiliriz ki bunun da en absürtlerinden biri Doktor Goldfinger’ın otel odasına gelen üniversite öğrencisi fahişeyle seks öncesi diyaloğu olabilir: “- Benim okuduğum dilbilim ne tarihsel ne de artzamanlı. Bilakis eşzamanlı. Yapısal. Ve Fransızca. Saussure’le başlayıp Roland Barthes’la bitiyor. Pan onun hakkında bir şeyler duydu mu? - Biraz. - Ne kadar? - Semantokrasinin canı cehenneme! dedi Dr. Goldfinger. - Anlamla Hâkimiyetin canı cehenneme! dedi kız kıkırdayarak. - İşaretler çok yaşasın! dedi Dr. Goldfinger. - İşaretler kendileri konuşsun! dedi kız. - Satır aralarını okumak yok! dedi Dr. Goldfinger. - Çok yaşasın Edebiyatın Cebiri! dedi kız. - Ya Chomsky? diye sordu Dr. Goldfinger. - Hayır. Kesinlikle hayır. Chomsky siyasi olaylara fazla karışıyor. Buradaki herkese göre öyle.”
Romanda birçok filozofun, fizikçinin, matematikçinin adı geçiyor ki aslında üniversitede hem fizik hem mimari okuyan hem de felsefeye, özellikle semantiğe ilgi duyan Themerson kendi yarattığı bir oyunda kendi sevdiği konularla eğleniyor gibi. Bacaklarını kaybetmiş pozitivist felsefe hocasının onu kiliseye davet edip ruh, ahlâk ve vicdan üzerine nutuk çeken rahibe söylediği insanların ölü bedenlerin kokusunu sevmemeleri yüzünden bazı kuralları olduğu fikri ve bunu uzun uzun açıklaması biz okurlarda da şaşkınlık yaratacak denli aykırı. Yine son bölümlerden birinde tanıdığımız Leydi Cooper’ın oğlu Perceval da bize fikirlerini ve kafa karışıklıklarını açıyor, düşünüyor, düşünüyor ve bölüm bitiyor. “‘İyiliğinden sual olunmayan’ Tanrı. Ama ‘iyi Tanrı’ da başka bir oksimoron değil miydi? Bütün evrende Tanrı’dan daha az iyi biri var mıydı? Tanrı organik kimyasını tam da zulüm ve adaletsizlik üzerine üzerine kurmamış mıydı? Sonra da bütün suçu bize yüklemişti...”
Tüm bu alıntılara baktığımızda karşımızdakinin oldukça karamsar tablo çizen bir yazar olduğu sanılmasın, bu felsefi düşüncelere absürt durumlar da eşlik ediyor. Bazı söz oyunları, Polonyalılar ya da İngilizler hakkında komik anektodlar tüm bu felsefi düşüncelerin, monolog ve diyalogların aslında romana hiç rahatsız etmeden, okuru sıkmadan katıldığını gösteriyor. Zaten tüm bu düşüncelerle beraber sürekli bir olaylar zinciri var, birileri birilerine âşık oluyor ya da ölüyor.
Yazarın katıldığı savaşı, ülkesinden göç etmesini, ardında bıraktığı ülkesinin yıllar boyu bocalamasını da düşününce 1980’lerde yazılmış bu romanın Polonya’yla da çok ilgili olduğunu anlayabiliyoruz. Polonyalıların kahramanlığa ve canlarını vermeye bu kadar düşkün olmaları, romantik ruhları Savaş ve Barış'tan uzun bir alıntıyla tescilleniyor. Ülkenin her yerini kaplayan at heykelleriyle ayrı olarak dalga geçiliyor. Ve asıl olarak komünizm ve dindarlık arasına bu kadar sıkışıp kalmış bir halk sorgulanıyor. “‘Komünistlerin nasıl öyle dindar olabileceğine aklım ermiyor,’ dedi diğer memur. ‘Eh, oluyor bir şekilde,’ dedi Leydi Cooper. ‘Evet,’ dedi ilk memur. Biraz düşündükten sonra da ekledi: ‘Belki gençler komünist yaşlılar dindardır.’ ‘Veya tam tersi,’ dedi Leydi Cooper.” 
Romanın en trajik kahramanı 12 yaşındaki dahi Ian Prentice’in sevdiği kıza yazdığı mektubun başlığı romanın Lehçe basımlarındaki adı olmuş: Öklit Budalanın Tekiydi. Matematikten çok anlamam ama bu kitabı okuyacak okurlar için bu mektubun hayatlarında okuyacakları en romantik matematiksel mektup olacağını söyleyebilirim. “Sevgili müstakbel eşim Emma’ya / O ki bilmez, bir lemma dilemmayı çözdüğünde / Artık ihtiyacımız kalmadığını lemmaya.” ithafıyla başlayan mektup Ian’ın başına gelenleri de düşününce gerçekten yürek burkuyor.
Romanın adındaki sardalyaya gelirsek bunun da Stefan Themerson’un oyunlarından biri olduğu ortaya çıkıyor. Roman boyunca Mallorca’da görünen ve hayatında ilk kez işçi sınıfından birilerini görebilmek uğruna sardalya konservesi fabrikası arayan kahverengi takım elbiseli adam, düğümün asıl kahramanı diyebilirim çünkü her sorduğunda Mallorca’da sardalya fabrikası olmadığı, bunun için Portekiz’e gitmesi gerektiği cevabını aldığı halde, yıllarca -tamı tamına yetmiş dört yıl- aynı soruyu sormaya devam ediyor. Neyse ki yazar burada biz okurlara acıyor da sardalyanın gizemini biraz da olsa çözebiliyoruz.
Sardalyanın Gizemi çok farklı bir roman. Okuması kolay gibi gözükse de aslında alt metninde birçok düşünce barındırıyor. Özde Duygu Gürkan’ın bu zor metni ustalıkla çevirdiğini de eklemem gerekir. Themerson bu kitabında geçen renkli karakterlerin bazıları hakkında daha önce de roman yazmış. General Pięść ve Kardinal Pölätüo hakkında yazılmış bu kitapları da umarım Metis Yayınları bizlerle buluşturur.

Banu Yıldıran Genç

Stefan Themerson
çev: Özde Duygu Gürken
Metis Yayınları, Mayıs 2019, 225 s.

* Bu yazı Agos Kirk'in Haziran 2019 tarihli sayısında yayımlanmıştır.

11 Ekim 2019 Cuma

Belleğin Girdapları

Hatıralar, yalnızlık ve kaçış: Belleğin Girdapları

Hiç unutamadığım bir anım var yalnızlığa dair... Yalnızlık da değil aslında kendimi hiç tanımamama dair mi desem... Hatırlayınca film sahnesi gibi geliyor, abartıyor muyum, olduğundan farklı mı hayal ediyorum bilemiyorum bazen. Belleğin girdaplarında kaybolmak böyle bir şey olsa gerek. On sekiz yaşımda bir bayram tatiliydi, ilkbaharın sonlarına denk gelmişti. İstanbul’dan çok gidesim vardı, insanlardan bıkmıştım -on sekiz yaşında!-, yalnız kalmak istiyordum. Sanırım yine dokuz günlük tatillerden biriydi, ailem Çanakkale’deki yazlık evimize ancak bayrama gelebilecekti, sıkılmışlığımı, ısrarlarımı ve gitme isteğimi görünce beni babamın çok eski arkadaşı yaşlı bir çiftle beraber gönderdiler, onlar tatil başlamadan gidiyordu. Ben bayram gelene dek, şimdi tam bilemiyorum ama belki üç dört gün boyunca, bu yaşlı karı kocanın torunuymuş gibi üst katta yaşadım, yemeğe çağrılınca indim yedim, yürüyüş yaptım ve geceleri üniversitede ödev olarak seçtiğim Tehlikeli Oyunlar’ı okudum. Oğuz Atay bir yandan, romandaki yalnızlık duygusu bir yandan, benim günlerce “Elinize sağlık”ın ötesinde bir cümle kurmamam bir yandan... üç günün sonunda arife gecesi sabaha kadar camın önünde oturup siteye giren arabaları izledim. Ailemin yolunu gözledim. İlk o zaman aslında “düşündüğüm kişi” olmadığımı hissetmiştim. Lise yıllarımdan kalan aykırılık, insanlardan kaçmak, kimseyi sevmemek, aileye başkaldırmak, üniversiteye uyum sağlayamamak... bütün hepsi geçti gitti, bana sabah uzaktan geldiğini gördüğüm arabamızı koşa koşa karşılamak kaldı. Aradan yirmi yıldan fazla geçtiği halde Tehlikeli Oyunlar’ı yeni bitirmiş hıçkıra hıçkıra ağladığım, alacakaranlıkta pencere önüne oturup farlardan kimin geldiğini anlamaya çalıştığım o gece Belleğin Girdapları’nı okur okumaz zihnimden fırlayıp bir film sahnesi gibi gözümün önüne yerleşti sanki. 
Behçet Çelik’in son romanı Belleğin Girdapları’ndaki adsız anlatıcı orta yaşlarında, hayatındaki pek çok şeyden kaçabilmek adına çalıştığı reklam ajansındaki işini bırakıp şehrin çok uzak bir noktasına, varoş tabir edilen bir mahalleye taşınıyor. Kendisinin Serpmetepe adını verdiği bir mahalle burası. “Dedemle gittiğimiz köyle askerlik yaptığım kasabayı bir çuvala koyup karıştırmışlar, bir ölçek de şehir -camekânların bazısının kıyısında köşesinde, günün ilk ışıkları altında iyice solgunlaşmış da olsalar neşeliymişçesine pır pır eden, kırmızılı yeşilli led lambalarıyla polis merkezinin yepyeni, parlak binası ve önündeki devasa araç mesela- ekledikten sonra bu tepeye serpmişler.” 
Kahramanın kaçtıklarını, kaçıp da geride bıraktıklarını biliyoruz bilmesine ama bir yerde sayfalar boyunca duraklamadan, soluksuz okuduğumuz çok iyi bir döküm yapmış Behçet Çelik. İşin acı tarafı o kadar tanıdık geliyor ki, şehirde, istemediğimiz bağlarla bir biçimde içinde olduklarımız, görüştüklerimiz, görüşmek istemediklerimiz, iş hatırına, dostluk hatırına, bambaşka şeyler hatırına çekmek zorunda kaldıklarımız bir bir çarpıyor suratımıza. “...söylediklerini, önerdiklerini, dikte ettiklerini, kafalara kaktıklarını yapmayanlardan sürekli şikâyet edenler, yapmadığımız şeylerin ne sonuçlar doğurduğundan da haberdar olmadığımız şekvasını en üst perdeden dile getirenler, artık dillerinde tüy bittiğinden dem vurup bir daha bunları söylemeyeceklerini, bıktıklarını, umutlarını yitirdiklerini, karanlığa çekildiklerini iddia ederken nedense susmayıp konuşmayı sürdürenler... bir derdinizi açtığınızda -baş ağrısından ekonomik sıkıntıya, gece uyuyamamaktan patron zulmüne- o derdin katmerlisinin onda da olduğunu söylemeden duramayanlar, duramamak ne kelime, insana sorunlarını unutturacak kadar uzun uzadıya kendi sorunlarını anında sayıp döküverenler..” Cümleler uzadıkça her virgülüne katıldığımız, kimlerle niçin bir arada olduğumuzu sorgulatan satırları okumak herkese bir kaçma isteği veriyor.
Oysa benim yukarıda anlattığım kaçışımın sonrası üç günde geldiğim kırılma noktasına gelecek kahramanımız da. Normal olan da bu belki. On sekiz yaşında olmayınca o noktaya gelmek üç gün gibi kısa ve komik bir sürede gerçekleşmiyor elbet. Daha ilk haftalarda geçirilen ateşli bir grip bulmaya çalıştığı ya da bulmayı amaçladığı dengesini sarsıyor. Bir melankoli, bir kimsesizlik duygusu peyda oluyor hastalandığımızda çoğumuza olduğu gibi. Neyse ki grip bu, çabuk geçiyor. Bir sonraki denge şaşması ise gittiği mahalle kahvesinde oluyor. Bir garip mahalle Serpmetepe, kimse kimseyle ilgilenmiyor gibi. Kahveye bir yabancı gelip oturuyor ve filmlerde, romanlarda olanın aksine kimse hal hatır sorulmuyor. Vebalı ya da kaçak gibi hissediyor kendini anlatıcı. Yok ya da yok hükmünde. Kendi sözcükleriyle içinde bulunduğu durumu böyle tarif ederken hem bu duruma düşmesine hem de canının bu kadar sıkılmasına takıyor kafayı bu kez de. “Halimin hatırımın sorulmasına bile ihtiyacım vardı o anda, yapmadılar. Bana ilişmemelerini istediğimi zanneder, bir yakınlık, göz aşinalığı olmasın diye üst üste aynı bakkaldan, manavdan alışveriş yapmamaya özen gösterirken derinden derine ilgilerini beklediğimi fark etmek -bu kendini bilmezlik- ayrı bir bozgundu, başka bozgunlarla yer değiştiremezdi üstelik, bozgunlar matrisine bir satır olarak eklenebilirdi.”
Bu satırlar nedeniyle belki de yirmi yıl önceki bozgunum geldi benim de aklıma. Belki de ömrümüz boyunca kendimizle ilgili varıp varacağımız nokta “bu kendini bilmezlik”.

Geçmişi mi anmak geleceği mi kurmak?

Aslında isimsiz anlatıcının kaçıp geldiği ısınmayan, köhne giriş kat dairesinde önündeki hayata dair tek bir beklentisi var: Yazabilmek. Yazının belleğini bileyebileceği düşüncesi, yazdıkça hatıraların canlanıp parıldaması umudu var içinde. Mahallede oturduğu sürece yazma konusunda çok başarılı olmasa da geçmiş günlere dalacak, sürekli iki isim etrafında dolanacak hatırladıkları: Serhat ve Nuray. Hatıralarının peşine düştüğünde ne çocukluğunun ne de ilk gençliğinin dehlizlerinde dolaşıyor. Aklına ilk düşen Serhat. Üniversiteden ev arkadaşı, yoldaşı, nasıl koptuklarını kendisinin bile bilmediği, bir gün ansızın kimselerin gitmek istemediği o bölgeye gazetecilik yapmaya gittiğini söyleyen, hayatından çıkıp giden Serhat. Anlatıcı hatıralarını didikledikçe aslında Serhat’a, kopuşlarına, gidişine değil -yine- kendisine kızdığını görüyoruz. Zaten roman boyunca belleğin girdaplarında dönen anlatıcının dolaşıp geleceği yer burası: Kendisinin bir şeyleri değiştirmek uğruna herhangi bir çaba göstermemesi, her şeyi -anlamasa bile- kabullenmesi. Serhat kadar kendini yakın hissettiği başka bir arkadaşı olmamasına rağmen onu arayıp sormaması, hayatından çıkarması. Yine üniversite yıllarındaki aşkı, onca sevdiği Nuray’a kendisini bırakıp giderken “Neden?” diyememesi. Nuray’la tanışmaları, yakınlaşmaları, sevdaları roman ilerledikçe burunda tüten hatıralar oluyor ama onu da unutuluşa terk etmiş, hemen vazgeçmiş. Belleğin Girdapları’nın ana karakteri bu davranış biçimiyle aslında Yusuf Atılgan’ın, Ayhan Geçgin’in kahramanlarına benziyor. Yabancı’yı içinde taşımaktan bir an olsun vazgeçmeyen karakterler. 
Anlatıcımız gün geçtikçe Nuray’ı ve Serhat’ı daha çok hatırlarken kentten kaçarken tek umudu olan yazmayı başaramıyor. Bir süre sonra bir bakıyoruz bu konuda da kendisini deliler gibi didiklemeye başlıyor. Yazı yazmanın zorluklarını düşünürken bin bir düşünce geçiyor aklından... Ya belleği ona oyun oynarsa, anılarını kendi zaman çizgilerinden söktüğünde ya süreklilikleri kırılırsa, yapay olursa her şey... Behçet Çelik aslında anlatıcının belleğinde ve yazma tedirginliğinde gezerken herhangi bir yazarın yaşayabileceği tüm bilinmezleri seriyor gözler önüne. 

Yeni insanlar, yeni korkular

Şehirden, o hayattan, yeni bitmiş bir ilişkiden kaçarak uzaklaşmış biri ne yapar? İnsanlarla tanışmak için fırsat mı arar? Üst kat komşusunun kızını beğenip çocuk gibi onunla karşılaşma planları mı yapar? Karşımızda derinliği olmayan bir karakter olsaydı, mantıklı çıkarımları, mantıklı davranışları, tıkır tıkır işleyen bir hayatı olan ideal bir insan olsaydı cevabımız “Hayır.” olurdu. Oysa Behçet Çelik’in tüm yaraları, tutarsızlıkları, saçmalamalarıyla gözümüzün önünde canlandırdığı kahramanının yaşamının özeti kendini bilmezlik. Önce yazdıklarını beğenmediği için yırtıp yırtıp bitirdiği defterleri aldığı kırtasiyeciyle monologdan diyaloğa dönüşen garip ilişkisi, sonra üst kattaki komşusu Tahir Bey’in kızı Nazlı’yı bir saplantı haline getirmesi günbegün ilerlerken bizim kadar kendisi de farkında dengesizliklerinin. Nazlı’nın üst kattan duyduğu terlik sesine bile genç bir delikanlı gibi heyecanlanması, sabahları karşılaşabilmek uğruna yaptığı planlar, hayallerinde yakıştırdığı diyaloglar aslında romanın trajikomik bölümleri. Sona doğru yaklaşırken aldığı, korkuyla almak zorunda kaldığı kararda bile Nazlı’yla kurulan hayali diyaloglar rol oynuyor. 
Yalnızlık, bellek ve yazı hakkında dipsiz bir kuyuya benzer sorgulamalar içeren bir roman Belleğin Girdapları. Kahramanı son dönemde sıkça rastladığımız pek çok şeyden, en çok da kendinden kaçan erkek kahramanlara benziyor aslında. Bu romanı benzerlerinden ve o sıkıcı bunalımlı erkek hallerinden ayıran özellik kendini didikleyen kahramanın dürüstlüğü ve içtenliği diyebilirim. Çünkü her şeyi hatırlar, kaçtıklarını bir bir sayarken kendini de ayrı tutmuyor. Son sevgilisi Eylül’e karşı hatalı davranışlarının, uzaklığının farkında ve belleğinde dolaştıkça bu anlamsız tavırlarından da pişmanlık duyuyor. Hele içki masasında egosunun yükseldiği durumlardaki saçmalıklarını, sahtekârca muhabbetlerini, herkesi huzursuz edip sessizliğe boğduğu ortamları anlattığı bir bölüm var ki hem bunca tanıdık bir sahne olması insanın canını sıkıyor hem de o baskın ve yıkıcı erkeğin de aslında yaptıklarının farkında olması, kendinden de kaçmak istemesi bir nebze olsun rahatlatıyor. 
Behçet Çelik oldukça deneyimli ve iyi bir yazar. Belleğin Girdapları başlarda sadece insanın içine odaklanan bir roman gibi görünse de geçmişte yaşananları yavaş yavaş açan kurgusu, üniversite günlerini hatırladıkça sezdirilen politik tarihi ve sonunun aslında bu politik tarihe ustaca bağlanmasıyla okudukça farklı katmanlara çekiyor okuru. Açmazları ve çıkmazlarıyla unutulmayacak bir karakter yaratılmış. Bu karakter sayesinde ben de yirmi küsur yıl önceki hatıramı bugün gibi hatırladım, neyse ki kendimi bilmez hallerim adsız kahramanımız kadar uzun sürmedi. Yalnızlığı sevsem, tanımadıklarıma soğuk gibi gözüksem de gayet sosyal bir varlık olduğumu kabullendim, kendimle barıştım. Şimdilik. 
Romanda her bölümün ilk cümlesinden birkaç sözcüğün o bölümün başlığı olması ilk başta garip geldiyse de sonradan bölümleri hatırlamada çok büyük kolaylık sağladığını düşündüm. Yine tek bir cümlede Gezi’ye çakılan selam da İki Şehrin Hikâyesi’nin başlangıç cümlesine yapılan atıf da gülümsememi sağladı, bunu da ekleyeyim. Bu küçük selamlar okurla yazar arasında gizli bir bağ mı kuruyor nedir...


Banu Yıldıran Genç
* Bu yazı Temmuz 2019'da oggito.com'da yayınlanmıştır.

4 Eylül 2019 Çarşamba

Dört Köşeli Kambur


Herkesin bildiği, kimsenin demediği şeyler...
Geçtiğimiz ay yayımlanan Dört Köşeli Kambur adıyla da kapağıyla da dikkat çeken kitaplardan. Ali Özgür Özkarcı’nın öykü kitabı için yüzleşememenin kitabı da diyebiliriz.
Son yıllarda 1915 hakkında daha çok roman, öykü, anı gibi kitapların yazıldığını görüyoruz, bu tabii ki yüzleşebilme adına iyi bir adım ama hem samimiyetini hissettirecek hem de bunu edebiyattan, yaratıcı yazıdan ödün vermeden yapacak roman ve öykülerin sayısı o kadar çok değil. Dört Köşeli Kambur bu az sayıdaki kitaplardan. Ali Özgür Özkarcı dört öyküde de anlattığı coğrafya ve karakterleri ustalıkla kurmuş, bazen birbirine bağlamış, o coğrafyada işlenmiş suçu ve suçu hâlâ üstlenmeyenleri yepyeni bir teknikle öykülerine konu etmiş.
İlk öykü “Siryanuş da Kim Oluyor Lan?” kitabın en eğlenceli öyküsü aslında ama okuruna derdinin ne olduğunu da gayet net hissettiriyor. Öykünün anlatıcısı memleketteki çoğu çocuk gibi mutsuz, dayakçı baba sessiz anne arasına sıkışıp çareyi sokaklarda buluyor, adını bilmiyoruz ama en yakın arkadaşı öykünün asıl kahramanı: Talat. Talat’ın yaptıkları, yaramazlıklarının ünü arşa çıkmış, durmadan yediği haltlar yüzünden başka şehirlerdeki akrabalara gönderiliyor. En son mezarlık macerası ise aslında herkesin her şeyi bildiği ve bilmezlikten geldiği gerçeğini daha çok çarpıyor yüzümüze. Olayı duyduğunda anlatıcının o sessiz annesinin  kıkırdayarak “İsmi de Talat üstelik,” demesi, babasının “Siryanuş değil, onun doğrusu Siranuş!” diye kükremesi bu gizli bilginin en büyük kanıtı. 
Amcam Yok Ülkede yazarın bambaşka bir teknik denediği ve okurların bu yeniliğe bir iki sayfadan sonra rahatça alışabildiği bir öykü. Öyküdeki mekânların, olayların, kişilerin altta dipnotlarla açıklanması diyebiliriz bu teknik için. Bir yandan tüm dipnotlar öykünün parçası, öyküyü bütünlüyor ama bir yandan onlarsız da olabiliyor. Oldukça şiirsel başlıyor bu öykü: “Ve insan ölülerine aittir. Benim adımsa Ali. Buralıyım. Utancım, sevincim, ölülerim de buralıdır.” Okudukça, dipnotlar serçe neneyi tanıttıkça, amcayla nene arasındaki özel yakınlığı anladıkça, melankolik amcanın annesi öldükten sonra adım adım yaklaştığı trajedinin midemize bir taş gibi oturacağını biliyoruz sanki, bu kamburlarını yük gibi taşıyan neneleri biliyoruz, evlerin kilerlerini biliyoruz... 
Bu öyküdeki anlatıcı Ali, Adana’da büyüyen, ailesi orayı terk etmeyen çocuklardan... Son öyküyü ise Ali’nin kuzeni Murat anlatıyor. Bu iki öykünün bağlantısı kitapta kurulmuş bir köprü gibi. Kendime Vedamın Uzun Mektubu adındaki son öykü işte o melankolik amcaya -bu öyküde dayı oluyor- odaklanıyor. Yıllar sonra Adana’ya geri dönen Murat bir şekilde bir komşudan dayısından bir günlük kaldığını öğreniyor, günlüğü okumaya başlıyor ve dayının o umarsız mutsuzluğu, yalnızlığı, sevdiği kızdan mecburen ayrı kalışı, annesiyle arasındaki sır bu kez Murat’ın üstünde kambur oluyor kalıyor. Adana’da geçen çocukluğunu, komşusu madamı, konuşulmayanları hatırladıkça yine o suskunluk geliyor önümüze. Herkesin her şeyi bildiği ama bilmezlikten geldiği suskunluk.
İkinci ve dördüncü öykülerin bir köprü kurduğunu söylemiştim, üçüncü öykü “Benim Dedem Katil Değil!” ise tam da bu köprünün arasında kalan ve kitabın asıl derdini bütünleyen bir öykü olmuş. Bu öyküde de karakterlerin adları arada bir bağ olmamasına rağmen aynı. Öbür öyküler gibi anı biçiminde olmamasıyla ise farklı. Bir meyhane sofrasındayız, eski “solcu” arkadaşlar buluşmuş, Ali, Mert ve Murat’ın arası gerilimli. Bir de Ayşen var, Ali’nin sevgilisi, ki Ayşen de yukarıda bahsettiğim öykülerdeki amca-dayının sevdalanıp da kavuşamadığı kızın adı. Bu sofrada eski defterler açılıyor, Ali ve Murat’ın arasındaki geçmişte kalmış bir kız meselesi ortamı geriyor. Murat herkesle, her şeyle kavga etmek istiyor sanki. Doktora tezini Meşrutiyet Dönemi Tiyatrosunda Ermeniler olarak belirleyen Ayşen’e neden bu konuyu seçtiğini sorduğunda alacağı cevabı da biliyor belli ki. “Ayşen, Murat’a doğru kafasını sağa (çünkü sağdaydı) çevirerek, ‘Hrant’ın ölümünden çok etkilendim ama asıl işte ailemin kökeni ile ilgili belki de,’ derken, ‘ama’dan sonraki cümleyi yarım ağız ve devrik söyleme gereği duymuştu. Ama Murat mevzuyu sezmişti bir kere, ‘Dur, tahmin edeyim, senin nenen Ermenidir kesin!’” Ayşen’in önce ciddiye aldığı hemen ardından gelen kahkahadan kendisiyle dalga geçildiğini anlaması Murat’ın bitip tükenmez reddini bize açıyor. Özellikle öykünün vurucu son cümlesi, bu kamburu hep sırtlarında taşıyacaklar ve dedeleriyle yüzleşemeyecekler olarak ikiye ayrıldığımızı, öyle de kalacağımızı imliyor sanki.
1915’in yolunu 1909 Kilikya katliamının açtığı söylenir. Kilikya’da yaşananları Yıkıntılar Arasında* adlı eserinde anlatmaya çalışır Zabel Yesayan, gücünün yettiğince. Alıntıladığım şu satırlar Dört Köşeli Kambur’un özünü, yüzyıl süren suskunluğu daha iyi anlamamızı sağlar belki: “Dul kadınlar birbiri ardı sıra, umutları kırık, başları öne eğik ve elleri göğüslerinde birleşmiş, ürkek adımlarla ağır ağır kiliseye doğru ilerliyorlardı… Talihsiz kalabalığın üzerine büyük bir hüzün çökmüştü… Herkesin, ardından gözyaşı dökeceği birden çok ölüsü vardı… Gördüklerini anlatmaları gerekmiyordu; çünkü umutsuzluğun korkunç dehşeti baruttan kararmış yüzlerine zaten kazınmıştı… Tanrı kör ve dilsiz kalmış, bu kutsal mekânda yok olmuştu sanki.”
Dört Köşeli Kambur aslında yazarın Türkiye Üçlemesi’nin ikinci kitabı. İlki Bitik Ülke Son Atı adında bir şiir kitabı. Ali Özgür Özkarcı’nın şiire yakınlığı öykülerde de anlaşılıyor, bazen bir cümlenin şiirselliği, bazen aynı cümleyle başlayan ve ritim yaratan paragraflar bir şair yazarla karşı karşıya olduğumuzu hatırlatıyor bize. Bazı öykülerde olmasa da olur diyebileceğimiz açıklama yapan cümleler -üçüncü öyküden yapılmış alıntıdaki parantez içi gibi- dışında tekniğiyle, dili ve anlatımıyla yeni ve farklı. Bu açıklayıcı cümleler dipnotlarda göze batmazken olay aktarımı sırasında fazlalık gibi duruyor. 
Derdiyle, dermansızlığıyla, yüküyle, hatırladıklarıyla okunması gereken bir kitap olmuş Dört Köşeli Kambur. Üçlemenin son kitabını sabırsızlıkla bekliyorum.

Ali Özgür Özkarcı, Dört Köşeli Kambur, Everest Yayınları, Nisan 2019, 86 s.

* Zabel Yesayan, Yıkıntılar Arasında, Aras Yayınları.

* Bu yazı Notos'un 75. sayısında yayımlanmıştır.

29 Haziran 2019 Cumartesi

Ian Rankin Polisiyeleri


Edinburgh’da depresif bir polis
Çocukluğumdan beri polisiye okumayı çok severim. Hatta kitap okuma maceram sahaflardan alınmış Altın Yayınları’nın o eski Agatha Christie kitaplarıyla başladı diyebilirim. 90’lı yıllarda polisiye basan birkaç yayınevine ve belli yazarlara mahkum oluşumuz şimdi düşününce bana o kadar acıklı geliyor ki her yeni yayımlanan polisiyeyi okuma açgözlülüğümün o dönemden kaynaklandığını düşünüyorum.
Tabii ki her yayımlanan kitap biz polisiyeseverleri tatmin etmiyor, beğendiğim kitapları ya da serileri Kirk’e yazmayı sevdiğimden Alfa Kitap’ın geçtiğimiz eylül ayından beri düzenli bir biçimde yayımlamaya başladığı Dedektif John Rebus serisinden mutlaka bahsetmek istedim. Ian Rankin’in yarattığı bu müthiş dedektifin bazı maceraları daha önce yayımlanmıştı ama ilk kez en baştan ve sırayla yayımlanıyor.
Başka derdin mi yok diyenler olabilir ama Türk yayıncılığında baskısı biten kitabı telifini hâlâ elinde bulundurduğu halde basmamak ve seri halinde olması gereken kitapları ortadan, sondan canları istediği basıp bırakmak gibi iki büyük sorun var bence. Ian Rankin de ikinci sorundan mustarip olmuş bir yazar. Bugün adını aratırsanız farklı farklı yayınevlerinden alakasız bir biçimde sırasına bakılmadan yayımlandığını göreceksiniz. Hatta Rebus serisinin son kitabı neredeyse ilk yayımlananlardan ve bunu ülkenin en büyük banka destekli yayınevi yapıyor. 
Bu çok önemli derdimi açmamın sebebi esasen John Rebus polisiyelerinin her birinin farklı konusuna rağmen arka planda Rebus ve arkadaşlarının yaşamlarının gerçek zamanlı devam ediyor olması. Bu nedenle ilk kitaptan başlanıp sıranın takip edilmesi, hele de polisiye serisiyse çok önemli... Geçtiğimiz sene ansızın kaybettiğimiz Philip Kerr’in Bernie Günter polisiyelerini doğru ve düzenli bir biçimde yayımlamasıyla gönlümüze taht kuran Alfa Kitap, Ian Rankin’e de el atarak içimizi ferahlattı diyebiliriz.
Kişisel bir dava
John Rebus’la ilk olarak Düğümler ve Haçlar’la tanışıyoruz. Dedektifler neredeyse yaşadıkları şehirle özdeşleşirler, İsveçli Wallander’in kıyı şehri Ystad, Miss Marple’ın köyü St. Mary Mead gibi Rebus da İskoçya’nın başkenti Edinburgh’la anılıyor. Hatta ilk kitaptan başlayarak doğup büyüdüğü yer olan Fife’ın ne hâle geldiğini, şehirdeki inşaat patlamasını, zenginlerin gittikçe kuzeye doğru gelmelerini okuyoruz. John Rebus bu kitapta kırka yaklaşmış, karısı Rhona’yla yeni boşanmış, sekiz yaşında Samantha adında bir kızı var. Tabii ki bol içki, bol sigara, depresif bir ruh hâli de dedektifimize eşlik ediyor. Karısı evi boşalttığından beri eşyaları hatta kitapları bile düzenlemediğini sık sık tekrarlıyor. Sonraki kitaplarda söylediği bir söz aslında evliliğini çok net anlatıyor: “Rhona kıtaların ayrılması gibi olduğunu söylerdi: O kadar yavaş ki çok geç olana kadar fark edemedik. İkimiz ayrı adalardayız ve arada da kocaman bir deniz var.”
Düğümler ve Haçlar’la ilgili bir diğer söylenebilecek şey en kişisel Rebus macerası olduğu, Ian Rankin bu romanı yazdığında devamı olacağını hiç düşünmemiş, hatta kahramanını da öldürecekmiş, son anda vazgeçmiş. Bu nedenle kitapta Rebus’un abisi ve babasıyla ilişkisi de var, polis olmadan önce SAT komandosu olduğu askerlik macerası da... Ian Rankin iyi ki kıymamış Rebus’a diyoruz çünkü John Rebus görüp görebileceğimiz en inatçı ama bir yandan da en vicdanlı polislerden biri. Ne olağanüstü bir eğitimi, ne suçluyu şıp diye tanıyan içgüdüsü ne de anlatıla anlatıla bitirilemeyen başarıları var. Hepimiz gibi sıradan, sıklıkla hata yapan, hatta hiç durmadan yanlış kişilere âşık olan bir polis karşımızdaki. Ekibinden bir polisin söylediği “Bence çok kötü birisi sayılmaz ama sevmesi kolay biri de değildir.” cümlesi Rebus’u en iyi tanımlayan cümle olabilir.

Polisiye romanın konusundan bahsetmek çok zor olsa da bu ilk romanın en sertlerinden biri olduğunu söyleyebilirim. Çocuk cinayetleri zaten konuyu olabildiğince zorlaştırıyor. Tüm bu cinayetler sırasında Rebus’a gelen mektuplar ve mektuplardaki düğümler geçmişinin bu cinayetlerde nasıl bir rol oynadığını da gözler önüne serecek. Son âna kadar heyecanlı, açıklanmayan herhangi bir soruya yer bırakmayan ve Rebus’un adalet duygusunu tam olarak anlamamızı sağlayan çok iyi bir ilk roman olduğunu söyleyebilirim. Ayrıca Rebus’un unutamayacağı aşkı Gill Templer’la nasıl tanıştığını da bu ilk kitapta öğreniyoruz.
Sağlanamayan adalet
İkinci kitap Saklambaç, Edinburgh’u daha iyi tanımamızı sağlıyor. Şehrin leş gibi yerlerine yapılan lüks siteler ve hemen hepsinin birkaç ismin elinde olması bize de bayağı tanıdık gelecek hatta. “Sadece birkaç yüz metre ötede bir müteahhit yeni apartmanlar yapmaya koyulmuştu. İnşaat sahasına konan tabelada LÜKS MUIR KÖYÜ yazılıydı. Rebus kanmasa da pek çok genç alıcının bu zokayı yutacağından emindi. Burası Pilmuir’di ve oldu olası çöplüktü.” İşte bu çöplüğün içinde gencecik bir çocuğun uyuşturucudan ölmesi çok polisiye bir vaka değilken cesedin taşınmış olması ve çürük izleri Rebus’un dikkatinden kaçmıyor. Böylelikle politikacıların, hakimlerin, kirli polislerin karıştığı bir suç örgütüne doğru ilerliyoruz. Romanın sonu adalet açısından çok iç açıcı olmasa da bence bu ikinci macera Rebus’un çaylağı Brian Holmes ve sevgilisi Nell’i tanımamız açısından önemli çünkü ilerleyen maceralarda da karşımıza çıkacaklar. Ian Rankin ilk kitapta Rebus’u öldürmeyip devam kararı aldıktan sonra klasik olarak ona bir de yardımcı bulmaya karar vermiş. Rebus fevri ve duygusalken Holmes daha mantıklı, sağduyusuyla çalışan bir polis.
Ayrımcı İngiliz polisi
Üçüncü kitap Diş izleri en sert maceralardan biri. Düğümler ve Haçlar’da çocuk ölümleri söz konusuyken bile hiçbir cinayet ayrıntısı yer almazken bu kez Londra’da kurbanlarını işkenceyle öldüren, makatını oyup karnından ısıran psikopat bir katil var karşımızda. Rebus bir önceki kitapta bahsettiğim sağlanamayan adaletten sonra sinirlerine pek hakim olamadığından üstlerinin dikkatini çekmiş ve bu kitapta bir şekilde seri katil uzmanı vasfıyla Londra cinayet masasına gönderiliyor. Rebus başkasının işine “uzman” olarak gönderilmekten zaten rahatsız ama Londra’ya gittiğinde kendisini bekleyenlerin daha da rahatsız olduklarını görüyor. İskoç olduğu için aşağılanmasının yanı sıra ne dediğinin anlaşılmaması sorunu da var. “Bir anlık tereddüdün ardından Laine gülümsese de bir şey demedi. Rebus acı gerçeği o anda idrak etti: Dediğini anlamıyorlardı! Aksanını çözemedikleri için ona gülümsemekle yetiniyorlardı.” Herhangi bir İskoç filmi, dizisi izleyenler Rebus’un aksanını tahmin edeceklerdir. Vakanın sertliği, Londra’nın büyüklüğü, hiçbir yere ulaşmayan ipuçları, Rebus’un medyayla ilişkilerinde hata üstüne hata yapması derken işler bayağı içinden çıkılmaz bir hâl alıyor. Aynı zamanda Rebus’un eski karısı ve kızının Londra’ya taşınmaları, kızının okulu bırakıp serserilerle takılıyor olması da sorunları artırıyor. Bu kitapta Ian Rankin polisiyelerde çok rastlanan bir tekniği kullanarak bazı bölümlerde katili anlatıcı yapıyor ve hislerini, sayıklamaları, cinayet anlarını aktarıyor fakat Rankin’de bu tekniği çok sevdiğimi pek söyleyemeyeceğim. Yine de Rebus’un küçük ipuçlarını birleştirmesi, İskoç inadı ve gözü pekliği sayesinde Londra polisi bu işten yüzünün akıyla çıkıyor. Rebus da George Flight gibi ırkçı olmayan iyi bir polis arkadaş ediniyor ki kendisine başka kitaplarda da rastlayacağız. Son ana kadar okuru katil konusunda ters köşeye yatırmasıyla, katilin psikolojik geçmişiyle bir hayli ilgilenmesiyle ilk iki kitaptan farklı bir macera Diş İzleri.
Rebus yine yanılıyor
Bir ihbar üstüne yapılan genelev baskınında yakalanan milletvekili Gregor Jack bu maceranın ana karakteri. İşçi Partisi’nden gelen, bağımsız olarak oldukça düşük gelirli bölgelerin milletvekili seçilen ve halk tarafından çok sevilen Jack ve polis baskını gazetelere düşmesine rağmen bir türlü ortaya çıkmayan karısı, Rebus’u tabii ki tedirgin ediyor. Rebus’un her zaman olduğu gibi korktuğu başına geliyor, kaybolan kadının cesedi bulunuyor. Liseden beri değişmeyen arkadaş çevresiyle bu genç milletvekili konusunda tam olarak ne düşüneceğini bilemeyen Rebus inadı ve başına buyruk hareketleri yüzünden yine hata yapıyor, hatta bu kez ona çok güvenen yardımcısı Brian Holmes’u bile hayal kırıklığına uğratıyor. Aslında Rebus bu kitapta iyice orta yaş bunalımına düşmüş, ilişkisi olduğu kadına ne vaat etmesi gerektiğini bilemez durumda ve kafası karışık olarak yansıtılıyor. Hatta şöyle sayıklıyor: “John Rebus hayatını ne hale getirdin? Gregor Jack daha genç olduğu halde ondan çok daha başarılıydı. Barney Byars da ondan daha genç ve başarılıydı. Ondan daha yaşlı ve başarısız bir tanıdığı var mıydı?” Bu kafa karışıklığı ve depresif ruh hâli kararlarını da etkilediğinden olsa gerek bazen gözünün önündekileri bile görmeyi reddediyor . Belki de bu yüzden bu dört kitap arasında sonu beni en tatmin etmeyen, belirsizlikler ve cevaplanmayan sorularla dolu olan Masadaki Düşman oldu. Ian Rankin’in kitaplarının sonunda herhangi bir belirsizlik bırakmadığını bildiğimden belki de bu cevaplanmayan sorular sonraki maceralarda karşımıza çıkacak, kim bilir?
Sonuç olarak eğer polisiye seviyorsanız, iyi polisiyeye hasretseniz 90’lı yıllardan başlayarak yirmi iki kitap boyunca sürecek John Rebus polisiyelerini kaçırmayın, hatta Rebus’un emekli olup sonrasında geri döndüğü maceralar da var... Umalım ki Alfa Kitap iyi çevirileri, özenli kapakları ve aynı düzeniyle bu kitapları yayımlamaya devam etsin.

Ian Rankin 
Düğümler ve Haçlar – Saklambaç – Diş izleri – Masadaki Düşman
çev: Esin Eşkinat – Cem Demirkan
Alfa Yayıncılık
*Bu yazı Agos Kirk'te Nisan 2019 tarihinde yayımlanmıştır.

Dorothy Parker - Tüm Öyküler

  Aşk Eski Bir Yalan Delidolu Kitap’ın son dönemde bizi tanıştırdığı öykü yazarlarını büyük bir zevkle okuyorum. Daha önce Notos’a ...