Bir ömre kaç hayat sığar?
Aleksandar Hemon tesadüf eseri aldığım romanı Lazarus Projesi’yle çok beğendiğim yazarlar arasına girmişti. Acı dolu bir coğrafyadan beslenen yazar bunu kendine özgü mizah anlayışını kaybetmeden, hem hüzünlü hem duygulu bir biçimde anlatabiliyordu, yeni dönem Balkan edebiyatında en sevdiğim yönlerden biri de bu. Aynı şeyi öykü kitabı Aşk ve Engeller’i okurken de hissettim. Bosnalı bir yazar olan Hemon komünizmin son dönemlerini yaşamış, komünizmin bitişiyle birlikte Yugoslavya’nın dağılmasına ve Avrupa’nın ortasındaki Bosna Savaşı’na tanıklık etmiş.
Denemelerden oluşan Hayatlarımın Kitabı yazarın bazen çocukluğunu, bazen okulunu, bazen göçmenliğini anlattığı, yine yer yer güldüren yer yerse acılarıyla iç burkan bir kitap. Deneme-anı arası bir tarzı olan yazıların birçoğu gazete ve dergilerde yayımlanmış, hepsinin ortak özelliği ise Hemon’un sonuna kadar güvenebileceğiniz hissi veren dürüstlüğü ve yaşamındaki en utanç ya da acı verici olayları bile neredeyse yüreğini okura açarak nakletmesi.
İlk bölüm Başkalarının Hayatı’nda kısaca kim olduğunu anlatıyor Hemon. Kimlik denen ve “ben”imizi tamamlayan bu olgunun nasıl oluştuğuna o kadar basit örnekler veriyor ki usul usul anlatırken. Çocukluğunu anlattığı “Biz Kimiz” başlıklı bölümde, doğum gününe gittiği arkadaşı Almir’in üstündeki kazağın Türkiye’den geldiğini söylemesi üzerine çocukça bir şaka yapmak isteyen yazarın “Demek sen bir Türk’sün!” demesi doğum gününün rezil bir biçimde gözyaşlarıyla son bulmasına neden oluyor. Yaptığı hatayı hiçbir biçimde anlayamayan küçük Aleksandar için durum sonradan açığa kavuşur: “Sonrasında annemle babam bana Türk sözünün Bosnalı bir Müslüman için aşağılayıcı, ırkçı bir kelime olduğunu (hâlâ öyle) açıkladılar. (Kasıtsız hakaretimi yıllar sonra bir kez daha hatırlayacaktım; sekiz bin Bosnalı Müslüman erkeğin katlini idare edeceği Srebrenitsa’ya girdiğinde bir Sırp kamerasına konuşan Ratko Mladić’in görüntülerini izlerken. ‘Türklere karşı beş yüz yıllık bir savaşın son zaferi bu,’ demişti.)” Oysa insanlar komünist yönetimde yıllarca bambaşka bir biçimde öğrenmişlerdi. “Evet, hepimiz Yugoslav’dık ve öncüydük, sosyalizmi, ülkemizi ve en büyük evladı Mareşal Tito’yu seviyorduk ama bunlar için asla savaşıp yumruk yemezdik. Diğer kimliklerimiz, örneğin herhangi birimizin etnik kökeni kesinlikle konu dışıydı.”
Çocukluğunu ve gençliğini anlattığı denemelerinde aslında Hemon ve ailesinin birçok Bosnalı’ya özellikle de Müslüman Bosnalılara göre oldukça şanslı olduğunu görüyoruz. Yazar zaten savaş başlamadan hemen önce Amerika’dan aldığı bir bursla oraya gitmiş ve savaşın tam anlamıyla başlamasına Chicago’da televizyondan tanık olmuş, hemen orada iltica başvurusunda bulunmuştur. Ailesi ise Bosna’nın abluka altına alınmasından hemen önce kalkan son trenle başka şehirlere kaçabilmiş, bir yıl sonra da Kanada’ya mülteci olarak göç etmiş. Yine de “şanslı” sözcüğünü düşünerek kullanmak gerekir, memleketimizde Suriyeli mülteciler için çok daha ayrımcı laflar edene aslında Hemon ailesinin Kanada ve Amerika’da yaşadıklarının, en şanslı gördüklerimizin bile kimlik ve göç sorunuyla baş etme çabalarının anlatıldığı bölümleri okutmak gerekir. Bosnalı bir ailenin orta yaşı geçmişken mecburen ne dilini ne coğrafyasını bildiği bir ülkede “eşitlik” hissi uğruna neler yaşadıklarını gerçekten çok açık bir biçimde anlatıyor Hemon. “Gelgelelim annemle babam birkaç ay içinde bizimle onlar arasındaki farkları listelemeye başladı; burada biz, Bosnalılar ya da Yugoslavlar, onlar da safkan Kanadalılar oluyor. Teorik açıdan sonsuz bu listede ekşi krema (bizim ekşi kremamız -mileram- onlarınkinden daha yumuşak ve lezzetliydi); gülümsemeler (gülümsüyorlar ama aslında samimi değiller); bebekler (keskin soğukta bebeklerini lahana gibi sarıp sarmalamıyorlar); ıslak saç (saçları ıslakken dışarı çıkıp kendilerini ölümcül beyin iltihabı riskine maruz bırakıyorlar); giyecekler (giysileri birkaç yıkamanın ardından parçalanıyor) vesaire yer alıyordu.” Bu örneklerin aslında bize de ne denli benzediğini görünce insan gülümsemeden edemiyor, zaten sonradan herkes elbet ki her yere alışıyor, alışmak zorunda, Hemon’lar da bir süre sonra Bosnalılar için yarı Kanadalı olup çıkıveriyorlar. Bizi en acı biçimde gülümseten denemelerden bir tanesi Aile Yemekleri adını taşıyor. Çocukken ailesiyle yemek yerken kızkardeşiyle nasıl sıkıldıklarını, çıkardıkları arızaları ve hiçbir şeyi beğenmemelerini anlatan yazar, 89 yılında askere gittiğinde yine bize çok benzeyen askerlik anıları sırasında annesinin getirdiği bir ıspanaklı böreğin yani ıspanak, hamur, peynir ve yumurta karışımının gözlerini nasıl yaşla doldurduğunu anımsıyor. En çok dokunan yemek anısı ise yalnız başına Amerika’da pişirilen borş çorbasının akrabalarla birlikte yenilen, kalabalık sofralarda şenlikle biten çorbayla alakası bile olmaması... İsterseniz aynı malzemeleri kullanın, “Mükemmel borş’un en önemli malzemesi geniş, aç bir ailedir.”
Daha sonraki denemelerinde gençliğini, gençken giriştiği sanatsal faaliyetleri, komik olsun diye Nazi’leri canlandırdıkları bir doğum günü partisi nedeniyle göz altına alınıp aylarca gizli polis tarafından izlenmelerini, ünlü bir dergide yirmi yedi yaşından büyüklerin yazdığı herhangi bir şeyi yayımlamayı reddettiği kültür sanat editörlüğünü, sonrasında istifasını ve iki aylık Ukrayna macerasını -bu da şansa oradaki darbeye ve bağımsızlığa denk geliyor- ve geri döndüğünde bambaşka bir biçimde bulduğu Saraybosna’yı anlatıyor: “Bitmişti. Savaş gelmişti ve artık hepimiz kimin yaşayacağını, kimin öldüreceğini ve kimin öleceğini görmek için bekliyorduk.”
Bosna Hersek Savaşı gözlerimizin önünde çıktığında lisedeydim. Dünyanın bu kadar kötü bir yer olduğunu o yaşlarda daha anlayamadığımdan olsa gerek, “Yok,” diyordum, “Avrupa’nın ortasında bu olamaz, izin vermezler, son anda düzelecek.” Oysa bugün artık her yerde her şeyin olabileceğini hepimiz biliyoruz. Bir anda kendimizi savaşın içinde bulabilir, iç savaş tehditleriyle kuşatılabilir, etrafımızda her gün kaçmaya çalışanların ölüm haberlerini alabiliriz. Aleksandar Hemon gibi otuzlu yaşlara yakınken ülkesiz kalabilir, sonrasında nispeten kolay bir uyum süreci yaşayabilir ya da anne babası gibi huzurlu emeklilik hayalleri kurduğumuz yaşlarda hiçbir şeyimiz olmadan dilini bile bilmediğimiz bir ülkeye iltica etmeye bir türlü alışamayabiliriz. Hemon, Bir Flanörün Hayatları ve devamındaki denemelerde Chicago’ya alışma sürecini yine tüm içtenliğiyle anlatıyor. Bir biçimde, nasıl olduğunu anlamadan yaşlı mültecilerle, göçmenlerle futbol ya da satranç oynarken buluyor kendini. Bir kafede satranç oynadığı yaşlı Süryani Peter’in hikâyesi, 1915 sonrası Süryanilerin de Anadolu’dan kaçmak zorunda kalması sonucu Belgrad’da doğması, sonra ailece Irak’a göç etmeleri, İran’da Amerikan büyükelçiliğinde çalışırken İslam devrimi sırasında üzerinde ot bulunan oğlunun oracıkta öldürülmesi ve bu kez Chicago’ya göçüşü, yazara yepyeni bir hayat dersi verir: “Her zaman sizinkinden daha üzücü ve çetin bir hikâye vardır. Peter’a beni neyin çektiğini de anladım. İkimiz de aynı yerinden yurdundan olmuş kavme aittik. Kalabalığın içinden onu seçmiştim, çünkü akrabalık bağını tanımıştım.”
Son deneme Akvaryum, kitabın ithaf edildiği kızı Isabel’i anlatıyor. Ailelerine katılması ve kısa bir süre sonra ayrılmasını okumak çok zor. Küçücük hasta bir bebeğin yaşadıkları aslında ne gariptir daha yirmi otuz sayfa önce okuduğunuz savaşı, göçü, yersiz yurtsuzluğu unutturuyor, çok daha fazla dokunuyor insana, nedense tek tek insan hikâyeleri bir bütün acıdan daha etkileyici. Yine de şunu çok net anlıyorum okurken, anlatmak Hemon’a çok iyi geliyor, o zor süreci anlatarak, en kişisel anlarını yazıya dökerek iyileşiyor. İyi ki anlatıyor ve biz iyi ki onun anlattıklarını deneme, roman, öykü hiç fark etmez, okuyoruz ve yine iyi ki her seferinde yazarın Türkçe yazsa aynı böyle yazacağını düşündürten Seda Çıngay Mellor’un çevirisinden okuyoruz.
Banu Yıldıran Genç
Hayatlarımın Kitabı
Aleksandar Hemon
çev: Seda Çıngay Mellor
Everest Yayınları, Şubat 2018, 192 s.
* Bu yazı Agos Kirk'te Temmuz ayında yayımlanmıştır.