Küçük sığınağımız,
evimiz...
Evden
çıkmaya korktuğumuz bugünlerde sanata sığınmazsam delireceğimi
hissediyorum. Benim için kitap okumak demek o süre boyunca
gündemden, ölümlerden, tehditlerden uzaklaşmak demek. Sayfaları
kapattığım an kâbusun başlayacağını bilsem de bu kaçış, bu
sığınma hâli yegâne çözümüm. Belki de bu nedenle uzunca bir
süredir yabancı yazarları okumaya ağırlık verdiğimi, siyasi,
politik kitaplardan uzak durduğumu fark ettim. Hiç bilmediğim
yerlerden hiç bilmediğim hayatlar okumak geçici de olsa başka bir
coğrafyaya ışınlanmak sanki.
Yüz
Kitap’ın farklı farklı ülkelerden seçip yayımladığı öykü
kitapları bugünler için bire bir. Daha önce yazdığım Mavis
Gallant’ın Paris Öyküleri’nden sonra bu kez Güney Afrika’ya
gidiyoruz. Henrietta Rose-Innes’in insana dokunan öykülerinin
toplandığı Hep Eve, evin bizler için artık başka bir anlam
ifade etmesiyle çok denk düşüyor. Bambaşka yerlere uzanan,
farklı yaşamlardan çıkıp gelmiş kahramanların ortak noktası
kendileriyle yüzleşmelerini sağlayacak anları yaşıyor olmaları.
Bu yüzleşme kısacık bir sabahta, bir cumartesi öğleden sonrası,
yıllar süren bir evliliğin herhangi bir gününde, sabah koşusunda
yaşanabilir. Önemli olan okurun bir anda kendini Rosa-Innes’in o
inanılmaz gözlem yeteneğiyle anlatmayı seçtiği zaman kesitinde
bulması.
Güney
Afrika edebiyatı iyi bildiğim bir edebiyat değil, Güney Afrika
Cumhuriyeti de pek bildiğim bir ülke değil fakat farklı
coğrafyalardan bir şeyler okumanın büyüsü bu kitapta da kendini
hissettirdi. Pek çok öykü Cape Town’da geçiyor ve şehrin
geçirdiği değişim, yapılaşma, kentsel dönüşüm çalışmaları,
hatta sanki İstanbul’dan bahsediyormuşçasına cümleler arasında
değinilen toz, inşaat, gürültü neredeyse tüm dünyada aynı
dertlerden mustarip olduğumuzu anımsattı bana. Dünyadaki değişime
ayak uyduramayan, ayak uyduramadıkça en güvende hissettiği yere,
eve dönen insanlarla dolu her yer.
Özellikle
çocukları ve kadınları konu alan öykülerinde Henrietta
Rosa-Innes daha “içerden” bakarak, unutulmayacak portreler
çiziyor. Gerek değişen şehir, gerekse karakterleri hakkında bir
röportajda söyledikleri de bu seçimleri niye yaptığını
açıklıyor aslında: “Sanırım
ben hayatım boyunca bir izleyici oldum, gözlerini dikip bakakalan
şu utangaç çocuklardan biriydim, sanırım gündelik yaşantımda
gerçeği arayan birinden ziyade kafası karışık bir gözlemciden
ibaretim. Aslında tüm dikkatimi yüzeysel boyuta, bir şeylerin
yüzeyden görünüşüne verdiğimi söylemek çok daha doğru olur.
Özellikle bu kitapta öykülerin büyük bir kısmını doğuran,
şehrin beni büyüleyen fiziki yapısı oldu.”
Kadınlardan
bahsetmişken Leopar Kapanı ve Yanan Binalar adlı öyküleri anmak
gerekir. İlk öyküde içinde hapsolduğunu sandığı evliliğinden
ve içtikten sonra evde kırılmadık şey bırakmayan kocasından
kaçıp bir hafta sonu otelde kalan Daniela’nın yaşadıkları
anlatılıyor. Otelin yakınlarındaki turistik leopar kapanını
bulması, kapanın içine kısa süreliğine de olsa girmesi,
fiziksel hapisle duygusal hapis arasındaki ince çizgiyi anlamasına
yardımcı oluyor. Eve döndüğünde sızıp kalmış kocasının
karşısında hissettikleri bu yüzleşmenin sonucu aslında:
“Thom’un yüzüne dokunmak için uzandığı o anda bile,
kendisinin hangisi olduğunu tam olarak bilmiyordu, leopar mı, avcı
mı? Taştan kutunun içinde olan mı, yoksa karşısında durup
tuzak kapısının kapanışını tekrar tekrar izleyen mi?”
Yanan
Binalar’da ise iki yıllık bir ilişkinin sonundaki Anna yer
alıyor. Bir fotoğrafçı ve bir heykeltıraşın ilişkisinin
uzaktan görüldüğü gibi ideal olmayacağını, erkeğin farkında
bile olmadığı kaba davranışları ve bencilliği yüzünden
geldiği yeri, Anna açtığı sergide, çektiği fotoğrafları yan
yana görünce anlayacaktır: “Anna galerinin beyaz duvarlarında
kronolojik sıraya dizilmiş fotoğrafların hepsine birlikte bakınca
anlattıkları şiddet öyküsü karşısında çarpıldı: kan ve
morluklar. Yanan binalar. Kapana kısılmış bir kuş. Metal
şeytanlar. Bu kadar açık uyarıları nasıl göz ardı
edebilmişti?”
Okudukça
hem sevinilen bir yakınlık, hem de bütün dünyanın çivisi
çıkmış dedirten bir tanıdıklık hissetiriyor Rosa-Innes’in
öyküleri. Yazarın üstünde bile durulmayan önemsiz detayları
nasıl da cımbızla çekip ustalıkla betimlediğini anlatmak için
son bir alıntı yapacağım. Kötü Yerler öyküsünde sarhoş bir
gecenin sabahı ayılmaya çalışırken yüzüne dokunan Elly’nin
hissettikleri: “Elini yüzüne koyduğunda bir böceğin kanat
çırpışları Elly’i şaşırttı – gümüş kirpikler.”
Bugüne dek makyajlı, özellikle rimelli uyuduğunda elini gözüne
atan herkesin hissedeceği sıradan bir şeydir bu, ama işte iyi
yazar bunu bir böceğin kanat çırpışlarına benzeterek tam da on
ikiden vurmayı başarıyor ve onu unutulmayacak bir imgeye
dönüştürüyor.
Henrietta
Rose-Innes’in öyküleri Güney Afrika’yı ve o karmaşayı okura
yaşatan öyküler. Birkaç cümleyle aşina olduğumuz sıra sıra
gökdelenlerden, betonlaşmadan; birkaç detayla yerlilerin sadece
hizmetçilik, otoparkçılık, temizlikçilik yaptığı, beyazların
siyahların dilini bile öğrenmeye tenezzül etmediği, ırk ve
sınıf ayrımının süregelen hükmünden bahsedebiliyor. Genelde
karakterler içinde bulundukları çaresizlik duygusundan bir
anlığına da olsa kurtuluyor, bize de bu kurtuluşu kendimiz için
umut etmek kalıyor.
Banu Yıldıran Genç
Hep Eve
Henrietta Rose-Innes
Yüz
Kitap, Kasım 2016, 183 s.
* Bu yazı Agos Kirk'in Ocak 2017 tarihli sayısında yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder