Tanıdık yaşamlar,
tanıdık hikâyeler...
“Dışarıdan
çok çekici, neşeli, sıcakkanlı, espritüel ve kendine güvenli
gözüken narsist erkek, içinde yetersiz, değersiz, sevilmeye layık
olmadığını düşünen çaresiz bir küçük çocuk yaşatır.
Kendini yere göğe koyamaz, her şeyi başaracağını düşünür,
her şeye hakkı vardır, başkaları onun için vardır sanki ve
onun bütün isteklerini yerine getirmek zorundadır. Onlarla işi
bittiğinde dönüp yüzlerine bakmaz. Empati yeteneği yoktur. Zeki
narsist erkek bütün bunları göstermemeyi başarır. Hatta
mütevazi bir erkek izlenimi bile verebilir. Narsist gözükmenin pek
hoş olmadığını bilir çünkü. Empati gösterir gibi yapar,
dinler gibi yapar, anlayış gösterir gibi yapar. Hatta sever gibi
yapar. Terk edilmeye katlanamaz. Kendi terk etmek ister. Ya da
herkesi kendine bağımlı kılmaya çalışır.” Psikiyatrist
Alper Hasanoğlu narsistik kişilik bozukluğunu özellikle erkekler
üzerinden böyle tanımlıyordu bir yazısında, genellikle
erkeklerde görüldüğünü de ekleyerek. Bu hastalığın tam
tanımı 1980'lere dayanıyor ama Elizabeth Harrower 1966'da
yayımlanan ve Metis Yayınlarından geçen ay çıkan romanı
Gözetleme Kulesi'nde müthiş bir narsist erkek portresi çizmiş.
Edebiyatın hayatın önüne geçtiği durumlardan biriyle daha karşı
karşıyayız.
İyi
bir özel okulda öğrenim gören Laura ve Clare'in babalarının
ölümüyle başlar roman. Babalarının ani ölümü, hiç birikim
yapmaması, okuldakilerin değişen tavırları yer yer Küçük
Prenses masalını anımsatıyor. Buradaki en önemli fark kızların
annelerinin hayatta olması, yıllarca yatılı okumuş çocuklarını
tanımayan, pek de ilgilenmeyen Stella Vaizey roman ilerledikçe
yaşamasaydı da pek bir şey değişmeyeceğini gösteriyor okura.
Bir doktor ya da opera sanatçısı olmayı hayal eden başarılı
Laura bir sekreterlik okuluna, ortaokul yaşındaki Clare ise mahalle
okuluna giderek ve evin bütün işlerini yüklenirler. Laura'nın
çalışmaya başlamasıyla bu destek maddi boyuta taşınır ve
kızlar bir anda koca bir evi çekip çevirmeye başlarlar.
Annelerinin
ilgisizliği ve bencilliğinin ilk bölümlerde sıkça vurgulanması
kızların içine düştükleri kimsesizlik ve çaresizlik duygusunu
perçinliyor. İki kardeş aslında Avrupa'da ya da Amerika'da
yaşıyor olsalar başlarının çaresine bakabilecek denli
güçlülerdir ama Avustralya'nın taşra kasabası gibi olması,
ansızın çıkan 2. Dünya Savaşı ve getirdiği kriz bu
çaresizliği günbegün artırır.
Clare
ablasına göre daha özgür ruhlu olsa da onun koruması altındadır
ve onları terk edip Avrupa'ya gitmeye karar veren annelerinden sonra
sığınacak birisine ihtiyaç duyacak kadar küçüktür. Laura'nın
iyi eğitimi sebebiyle etrafındaki işçi kızlardan “farklı”
olduğunu kısa sürede anlaması iyice içine kapanmasına yol
açacak, kazanan ve evi geçindiren kendisi olsa da annesinin
başlarında olmasını bir lütuf gibi görecektir. İşte bu
şartlar altında hayatına giren ilk erkeğin, kendinden yaşça
büyük patronu Felix Shaw'ın evlenme teklifini kabul etmek ona
yapılması gerekenmiş gibi görünecektir. Clare küçük yaşına
rağmen ablasının hakkında hiçbir şey bilmediği, hiçbir şey
hissetmediği bir adamla evlenme kararını sorgular. Felix'in
evlenince oturmak üzere aldığı beyaz müstakil ev, ki ev imgesi
roman boyunca tekrarlanır, Laura'yı kazanmak için en büyük
kozudur.
İyi
kalpli, hediyeler alan, durmadan iş kurup büyütüp sonra onu
başkalarına neredeyse hibe eden Felix Shaw yazının başındaki
teşhisin konacağı ilk insanlardandır. Elizabeth Harrower önce
Laura'nın duygularına ağırlık verirken onun gün geçtikçe
geçerliliğini kaybeden yargılarının, sindirilmiş kişiliğinin
örneklendiği olaylarla ağırlığı yavaşça o evde büyüyüp
bir genç kız olan Clare'e kaydırır. Clare yaşananların hem
kurbanı hem de tanığıdır. Önceleri bu psikolojik şiddetten
korkar, ablasını korumak adına kendisini ezdirirken sonraları
harekete geçmek gerektiğini anlar. Asıl kurban Laura için ise
durum farklıdır.
Beraber
yaşadığı kadınları deli gibi çalıştıran, haklarını
vermediği gibi durmaksızın aşağılayan, özellikle Laura'nın
kişiliğini, romanın başındakini gücünü, özgüvenini,
hayallerini yıkıp geçen, istemediği bir şeyi yaparsa o en
değerli imgeyi, “ev”i satıveren, kimseyle arkadaş olamayan,
sonradan ortaya çıkan alkol sorunuyla psikolojik şiddeti fiziksel
şiddete doğru ilerleten bir roman kahramanından yaratmış
Elizabeth Harrower. Ve öylesine “gerçek” ki bu kahraman, çoğu
zaman yazarın gerçekten gözlemlemese bu karakteri yaratamayacağını
düşündüm.
“Aylar
önce susmaktan başka müdafaa olmadığını, bunun da müdafaa
işini görmediğini öğrenmişlerdi. Onları konuşmaya zorlarken
Felix'in keyfi son derece yerindeydi, ama cevap vermeye çalışan en
küçük bir ses karşısında şiddet uygulama derecesine
gelebildiğini görmüşlerdi.”
Böyle
bir hayattan çıkış yolu nasıl bulunur? Artık kocasının silik
bir gölgesi haline gelen, onun her yaptığına bir bahane, en ufak
iyiliğine beslenecek bir umut bulabilen Laura için gelecek nedir?
Elizabeth Harrower insan psikolojisini eşsiz bir gözlemle
anlatıyor. Romanın kurgusunun başarısı, arka plandaki savaş,
ekonomik kriz ve kültür çatışmasıyla kendini iyice belli
ediyor.
Metis yayınları bizi yine
iyi edebiyatla ve romanın başında bahsedilen dayının sonradan
amca olması dışında oldukça düzgün bir çeviriyle
buluşturuyor.
Banu Yıldıran Genç
Gözetleme Kulesi
Elizabeth Harrower
çev: Deniz Keskin
Metis Yayınları, Eylül
2016, 248 s.
* Bu yazı Agos Kirk'in Kasım 2016 sayısında yayımlandı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder