Paris'in Bin Bir Yüzü
Yüz Kitap çok yeni bir yayınevi.
Daha önce Türkçeye çevrilmemiş yazarları yayımlamayı
amaçlayan bu genç yayınevinin ilk kitabı, Grace Paley'nin İnsana
Hiç Rahat Yok Kendinden adlı öykü derlemesiydi. Bir kitabevinin
rafında kapağına ve adına çarpılarak aldığım bu kitap
sayesinde Paley'nin ne kadar önemli bir yazar olduğunu öğrenmiş
bulundum. İkinci kitapları ise daha bu ay yayımlanan Paris
Öyküleri. Kanadalı yazar Mavis Gallant'ın genellikle Paris'te
geçen öyküleri, yavaş yavaş ve sindirilerek okunması gereken
metinlerden.
Mavis Gallant, Montreal'de doğup genç
yaşında Paris'e yerleşmiş ve geçimini sadece yazarak sağlamış
bir yazar. İkidilli olmasına rağmen İngilizce yazan Gallant'ın
öykülerin pek çoğu New Yorker'da yayımlanmış. Öykülerinde
İkinci Dünya Savaşı'ndan Paris'in bohem sanat çevrelerine, başka
bir ülkede yaşamayı tercih etmiş göçmenlerden Fransa'da adım
adım kendini gösteren küreselleşmeye ve kapitalizme kadar birçok
farklı konuya değiniyor. Konuya değinmek derken ne yargılıyor ne
de yorumluyor, dikkatli gözlemciliği ve inceliğiyle öykü
karakterlerinin bazen içine giriyor bazen dışında kalıyor,
anlatılan ânın öncesine ya da sonrasına pek değinmiyor,
dikkatli okurlar için birkaç sözcükle ipuçları bırakıp
geçiveriyor.
Kitabı derleyen Michael Ondaatje
önsözde Gallant'ın öykücülüğünden oldukça detaylı bir
biçimde bahsediyor. “Çoğu zaman Gallant, karakterlerden oluşmuş
bir opera komik yaratır. İnsanların zihnine ve ruh hallerine öyle
bir hızda girip çıkar ki bu yolculukta gösterilen teknik hüneri
çoğu zaman gözden kaçırırız. (...) Gallant, karakterlerinin
davranışını cüretle, merakla, yetişkinleri izleyip incelemekte
olan bir çocuğun aman tanımazlığıyla irdeler.”
Mavis Gallant'ın öyküleri genel
olarak Paris'te ve 1970-1980'lerde, henüz Fransız Frangı'nın
kullanıldığı, AB'nin değil AT'nin olduğu zamanlarda geçiyor.
Ressamlar, galericiler, yazarlar, yazar ajanları, işsiz
tiyatrocular Paris öykülerinin başlıca kahramanlarından.
Sanatçıların gittikleri tarihi kafelerin birer birer el değiştirip
bozulması, büyük bir savaşın yıkımı hâlâ sürerken
kitapçılarda el altından dağıtılan antisemitist broşürler,
şehrin merkezî birçok yerinin yıkılıp otopark yapılması,
büyük sinemaların bölünüp bir sürü cep salonuna dönüşmesi...
Satır aralarına serpiştirilmiş bu değişimler, kapitalizmin bu
yüzüyle Fransa'dan yirmi sene kadar sonra tanışsak da ortak
duygular uyandırıyor.
Katherine Mansfield'a bir selam çakarak
başlayan Müslüman Zevce, Paris'te geçmeyen öykülerden.
Fransa'nın güneyinde, 1930'lardaki bohem hayattan bir kabus gibi
içine düşülen 1940'ları genellikle ana karakter Netta'nın
gözünden anlatan yazar, duygu sömürüsünden uzak, klişelere
başvurmayan ama okuyucuyu etkilemeyi başaran bir dil kullanıyor.
İnsanın sonu gelmez kötülüğünü savaştan çok gündelik
hayata dikkat çekerek vermeyi başarıyor. Savaşın yıkıntıları
arasında, şans eseri hayatta kalmış birinin ettiği söz üzerine
Netta'nın düşündükleri bunun iyi bir örneği: “'Ölmüştür
umarım.' Kampları ziyaret etmiş biri diyordu bunu. Netta, yanağı
avucunda oturup dinledi. Hep bildiği bir şeydi bu. Ölüm ölümü
sıradanlaştırıyordu. Ne ölümden kaçarken yitip gidenler, ne
geri dönüp molozları eşeleyen galipler, mürebbiyesinden nefret
etmiş olan trajik bir kızın yarısı kadar kin dolu olabiliyordu
demek ki.”
Paris'i anlatan en etkileyici
öykülerden biri ise Ağustos. Doğru ilişkiyi bulamamış bir
anne-kızın hikâyesi anlatılan. Depresyondan çıkamayan kızın
annesiyle bir türlü kuramadığı bağ, çektiği acı ve nasıl
anlamlandıracağımızı bilemediğimiz ucu açık son, okurları
bir ağustos ayında Paris sokaklarında, Seine nehri kıyılarında
gezdirirken, içten içe kış karanlığı yaşatıyor. Flor'un
yalnızlığını ve mutsuzluğunu okur da anbean hissediyor. Akıllı
telefonlar, her şeyi yapabilen fotoğraf makineleri öncesi yapılan
şu tespit ise yazarın gözlem gücü açısından dikkat çekici:
“Yabancı istilası, otobüsler dolusu turistin Pompei'ye girmesine
benziyordu. Yönlerini şaşırmışlardı ve o manzarada
sırıtıyorlardı. Kameralarıyla kayıt yaparak o günü yaşamaya
değil, kendilerin ait olmayan bir günü sabitlemeye
çalışıyorlardı.”
Kitabın sonunda yazarın mutlaka
okunması gereken bir sonsözü var. “Öyküler roman bölümleri
değildir. Sanki birbirlerini takip edecek şekilde yazılmış gibi
arka arkaya okunmamalıdırlar. Birini okuyun. Kitabı kapatın.
Başka bir şey okuyun. Sonra geri gelin. Öyküler bekleyebilir.”
diyen Gallant'ın bu sözü çok doğru çünkü Paris Öyküleri'ndeki
bazı öyküler aslında 50 sayfadan uzun süren novella'lar
diyebiliriz. Peş peşe okunduğunda tadının tam farkına
varılamayacak bu metinleri dinlene dinlene, ara vererek okumak
gerekiyor.
Bizleri yeni yazarlarla tanıştıran,
etkileyici kapakları, sağlam çevirileriyle iyi bir butik yayınevi
olacağını müjdeleyen Yüz Kitap'ın bir sonraki kitabını
merakla bekliyorum.
Banu Yıldıran Genç
Mavis Gallant
çev: Özden Arıkan
Paris Öyküleri
Yüz Kitap, Haziran 2016, 453 s.
* Bu yazı Agos Kirk'in Haziran sayısında yayımlanmıştır.